Header ads

Header ads
BU DESiFREYi OKUMAK iCiN .RESME TIKLAYIN KONU ARSiViNDEN DE BULABiLiRSiNiZ

MASONLUGUN FELSEFESi BÖLÜM -1



Masonlugun Sembolü :

- Göz Hz. Davut'un "herseyi gören gözü"

- Gömye (équerre) duvar isçiligini sembolize

ediyor,

- Pergel de (compas) duvar isçiligini sembolize ediyor.




MASONİK GİZLİ ÖRGÜTLER VE AMAÇLARI:


Giriş:


Sadaka verecek fakir insan bulamayan, “komşum siftah etmedi önce ondan alış-veriş yap” zihniyetindeki insanların yaşadığı ülkem, bir süre sonra açlık içinde yarınını düşünürken, kalbinin, İstanbul’unun işgaliyle uyandı. Avrupalı’nın, o tek dişi kalmış canavarın, “Şark Sorunu” dediği ve üç safhalı çözüm! ürettiği Milletim bir anda İstanbul’u terke zorlandı. Şark Sorununun ikinci safhası yani “Türkleri İstanbul’dan çıkarma safhası” yürürlüğe konmuştu. Sıra üçüncü safhaya hızla geliyordu. “Türk’ü Anadolu’dan çıkarmak”. Sevr, Türk’ü Ankara ve çevresine sıkıştırmıştı. Nasıl olsa ait oldukları yere Orta Asya steplerine giderlerdi.


Ama olmadı. Plan işlemedi. Adı Mustafa Kemal olan bir “Çılgının” arkasında koskoca “Çılgın” bir millet ayağa kalkmıştı. Olmadı. Planı yapanlar O’nun söylediği gibi “geldikleri gibi gittiler”. Sevr tutmadı. Türk’ü muharebe meydanında mağlup edemeyenler başka planlar yaptılar.


Bizi yıllardır ahtapot gibi saran sağ-sol kavgalarıyla, Rus harp teknolojisi ve yayılmacılığı-kominizm korkusuyla, olmadı irticayla, Ruhban Okuluyla, Fatih Kaymakamına bağlı bir memurla (Patrik), kıta sahanlığı problemiyle, fır hattıyla, Kıbrıs’la, olmadı 5 m2 kaya ile (Kardak), ASALA’yla, PKK’yla, Apo’yla, Leyla’yla, türbanla, hizbullahla, ekonomik problemlerle, işsizlikle, nihayette ekmek derdiyle meşgul ettiler.


Ama şimdi ne olmuştu da planları tıkır tıkır işliyordu? Üç kıtada at koşturan, Avrupa’ya medeniyeti götüren, çağ açıp çağ kapatan, Tarihin ilk küresel gücü olan, sonra Milli Mücadeleyi veren, adeta küllerinden yeniden doğan bir “Çılgın Millet” nasıl oluyordu da aradan geçen 83 yılda hala yerinde sayıyordu, hatta atasından yadigar ülkesinin toprağını bir süre önce kendini işgal eden milletlere parayla satıyordu.


İlk okulda öğretmişti “örtmenimiz”; Dünyada tarımsal bakımdan kendi kendine yeten 7 ülkeden biriydik. Yerimizin altı da üstü de doğal kaynak doluydu. Taşı sıksan su fışkırırdı, toprağı kazsan petrol çıkardı. “Bissürü” madenimiz vardı. Da ! Neden elektriği Bulgaristan’dan, karpuzu İran’dan, pirinci Amerika’dan alıyorduk. Petrol nerede idi? 50 sene önce yılıp yeniden inşa edilen Kore otomobil yaparken ben neden Kore’den o otomobili alıyorum? Neden “Ben açım” diyordu milyonlar. Neden?


İşte bu noktada problemi yeniden tanımlamak sanırım çözümü de beraberinde getirecektir. Esas sorunumuz fakirliğimiz mi? Yetişmiş insan gücünün azlığı mı? Güçsüz bir ordu? Tarih ve kültür yoksunluğu? Hepsine cevabımız HAYIR galiba. Hani fıkradaki gibi un var, şeker var, yağ var. Helva yapacak yok. Veya o da var ama bunları bir araya getirtmeyen bir güç var.


Evet bir “güç” var ve biz bu gücü tanımlamalıyız önce. Sonra bu “güç” tarafından oluşturulan diğer problemlerimizi çözmek çok daha kolay olacaktır kanaatindeyim.


Tanımlayamadığımız Güç:


Herhangi bir ilköğretim atlasının üçüncü sayfasını açtığınızda görürsünüz. Yüzlerce bağımsız! devlet vardır yeryüzünde. Pek çoğu da demokrasiyle yönetilir. Fakat gelin görün ki o ülkelerde bir türlü halkın seçtikleri yönetime gelemez, halk seçecek adam bulamaz veya seçtikleri yönetici bir süre sonra çok değişmiştir artık, vaat ettikleri ile icraatları çok farklıdır. Bütün bunlar bir "derinlik" gerçeğini karşımıza çıkarır. Kanımca bu derinlik sadece lokal veya ulusal değildir. Mevcut uygulamalar "Derin devlet" gerçeğinin global yönünün, lokal yönüne baskın olduğunu ortaya koymaktadır. Günümüz dünyasını karıştıran gizli ellerin sahiplerini tanımak için araştırma yapanlar bir, "Dünya Derin Devletiyle " veya "Gizli Dünya Devletiyle " karşılaşırlar.


Masonik gizli örgütler ve masonlar yıllardır ülkemizde ve tüm dünyada konuşulur. Kimimiz hiç bir şey duymamışızdır bilmeyiz, kimimiz de birilerinden duyduğumuz kulak dolgunluğu ile vebalı bir şeyden bahseder gibi konuşuruz. Burada başta ülkemiz olmak üzere, Türk dünyasının, İslam aleminin hatta tüm üçüncü dünyanın başına bela olan ve planlı bir şekilde, bilinçli, yavaş yavaş geri dönülmez noktaya yaklaştıran bir olgudan, realiteden, aslında gerçekten de bir vebadan bahsedeceğim.


Bu gizli örgütlerin terör örgütlerinden özde pek bir farkı yoktur; terör örgütleri bomba ve silahla terör ve anarşi yaratırlar. ILLUMINATI, SBS, CFR ve benzerleri ise sadece anarşi ve kaosu yani ORDO AB CHAOS’u (kaostan düzen), imza yetkisi, uluslararası strateji, paranın kontrolü ve mafyanın indirekt kontrolü ile yaratırlar.


Maksadım yalnızca masonik örgütleri tanıtmak olmayacak, aynı zamanda makalemin sonunda, bu örgütlerin yüzyıllar önce, mesela Tapınak Şövalyelerinin 12 nci asırda, hazırladığı temel doktrini, günümüzde aynen uygulayan pek bildik bazı kurumlara göndermeler yapacağım.


Faydalandığım kaynakların basım-yayım tarihlerinin geriye dönük olması sebebiyle, başta sayı ve istatistikler olmak üzere bazı bilgiler 2006 yılı günceli değildir maalesef, ancak genel fikir vermesi dolayısıyla muteber kabul edileceğini ümit ediyorum. Genç kardeşlerimize asıl düşmanımızı tanıtabilirsek, surda bir delik açabilirsek ne mutlu bize.


MASONLUGUN FELSEFESi BÖLÜM -2






Masonluk Nedir? :


İnsanlık tarihinin başlangıcından itibaren bireyler toplumsal sistemler içinde güç arayışı içinde olmuşlardır. Hıristiyan aleminde ve özellikle Avrupa’da farklı ve daha açık görüşlü düşünceye sahip insanlar, 11 nci yüzyıldan sonra engizisyon, kilise ve din baskısına karşı veya menfaat temini gayeleriyle farklı örgütlenmeler içine girme ihtiyacı duymuşlardır. Bu yüzyıllarda eski mistik gizli cemiyetlerin de törelerini ve yöntemlerini kullanan yeni yapılanmalar ortaya çıkmıştır.


Üst sosyal sınıflarda ve özellikle 16-18 nci yüzyıldan sonra yönetici sınıfı teşkil eden üst burjuvazide, belirli mevkilerin dağılımı arz-talep dengesinden ziyade bazı bilinmeyen “güçlerin” kontrolünde yapılmaya başlanmıştır.


Aslında bu gizli cemiyetlerin tarihi, büyünün ve ayinlerin başladığı çok eski pagan dönemlerine kadar gider. Pek çok gizli cemiyetin kuruluşu Mısırlılar ve Mezopotamyalılar zamanına kadar uzanmakta, hatta Sümer ve Akad’lara, 5000 yıl öncesine gitmektedir. Ama ilk gizli cemiyetlerin temel çıkış noktası din ve Tanrı ile bütünleşme çabasıdır. İlk gizli cemiyetleri oluşturanlar da zaten şamanlar, din adamları ve ruhban sınıfı olmuştur. Zoroastrianizm, Mithraism, Pitagorasçılık, Neo-Platonizm, Kabalizm ve daha pek çoğu Mısır, Mezopotamya ve Ortadoğu’da kendi inanç, sembolizm ve ritüel sistemleri ile yoğrulmuşlar ve yıllarca birbirlerinden etkilenerek Rönesans dönemine kadar ulaşmışlardır.


Esas itibariyle bahsedeceğim örgütlenmeler okültik-gnostik masonik cemiyetlerdir. Belki de yüzlerce kola ayrılmış olan masonluk, kendi alt kültürü içinde bazı diğer masonik olguları ve yapıları da beraberinde getirmiştir.


Kamuoyunda Mason Locaları-Mahfilleri olarak bilinen, son yıllarda şeffaflaşıp dergi, gazete çıkartan, kendi web sitelerinde kendilerini anlatan, hayır! işleriyle iştigal eden bu yapılanmalar aslında kendilerini de yöneten-yönlendiren başka gizli teşkillerle bilerek ve bilmeyerek ilişki halindedir.


Dünyanın en eski ve en iyi organize olmuş örgütleri olan Mason Locaları “Kardeşlik, Eşitlik,Özgürlük” düsturuyla yola çıkmış, ancak faaliyet gösterdikleri coğrafyalara sefalet, ahlaksızlık, kaos, savaş ve yıkımdan başka hiçbir şey vermemiştir.Bir kene gibi her geçen gün semirirken, kanını emdiği toplumlar sefil duruma düşmüştür.


Tüm gizli örgütlerin bazı ortak bir yanı vardır ” Esrarengiz görünmek.” Bunu temin edebilmek için bazı yöntemler kullanırlar;


1. Gözle görünmeyen güçlerle anlaşmalı oldukları ve bunları diledikleri gibi kullanabildikleri iddiası.

2. Ortada hiçbir sır olmasa bile müthiş sırlara haizmiş gibi davranmak. Bu gün hala bir türlü bulunamayan Hristiyanlığın gizli belgeleri, Kutsal Kase, Maria Magdalena (Mecdeleli Meryem-Güya Hz. İsanın çocuğunu taşıyan fahişe veya en çok sevdiği, güvendiği 13 ncü havari) ile ilgili tüm bilgilere sahip oldukları iddiası.

3. Seçkin/Seçilmiş oldukları iddiası. Doğaüstü güçler tarafından seçildikleri ve eğitildikleri savı.

4. Örgütün sakladığı gizli bilgilerin kaynağının aslında tabiata olduğu, bunlara felsefi ve bilimsel metodlarla ulaşılabilineceği, ama başta kilise, din olmak üzere egemen güçlerin çıkarlarına aykırı olduğu için yeraltına itildiğini ileri sürerek akademik çevrelerin ilgisini çekmek. (15 nci yüzyıldan başlamak üzere çoğu filozof ve bilim adamı masondur.)


Tüm masonik örgütlenmelerin kaynağını teşkil eden Tapınak Şövalyelerinin öncelikli ve ayrıntılı olarak incelenmesinin faydalı olacağını düşünmekteyim. Kendilerini Tapınak Şövalyeleri olarak adlandıran bu yapılanma iyice anlaşıldıktan sonra diğer örgütleri ve bunların günümüz ekonomisine, siyasetine ve Yeni Dünya Düzenine etkileri daha kolay algılanabilir.



TEMPLAR-TEMPLIER (TAPINAK ŞÖVALYELERİ) :


Haçlı Seferleri sonucunda Temmuz 1099’da Kudüs Avrupa orduları tarafından işgal edildi. Kudüs’e giren Haçlılar karşılaştıkları herkesi akla hayale gelmez işkencelerle öldürdüler, kılıçtan geçirdiler, buldukları her şeyi yağmaladılar. Camilere sığınan masum insanları çoluk çocuk, genç yaşlı demeden katlettiler. Müslümanların ve Yahudilerin kutsal mabetlerini tahrip ettiler. Şehrin sinagogunda saklanan Yahudileri, sinagogu ateşe vermek suretiyle yaktılar. Eşine az rastlanır bu barbarlık şehirde öldürecek kimse kalmayıncaya kadar devam etti.


Haçlılardan biri, Raymund of Aguiles, bu vahşeti "övünerek" şöyle anlatıyordu:


"Görülmeye değer harika sahneler gerçekleşti. Adamlarımızın bazıları -ki bunlar en merhametlileriydi- düşmanların kafalarını kesiyorlardı. Diğerleri onları oklarla vurup düşürdüler, bazıları ise onları canlı canlı ateşe atarak daha uzun sürede öldürüp işkence yaptılar. Şehrin sokakları, kesilmiş kafalar, eller ve ayaklarla doluydu. Öyle ki, yolda bunlara takılıp düşmeden yürümek zor hale gelmişti. Ama bütün bunlar, Süleyman Tapınağı'nda yapılanların yanında hafif kalıyordu. Orada ne mi oldu? Eğer size gerçekleri söylersem, buna inanmakta zorlanabilirsiniz. En azından şunu söyleyeyim ki, Süleyman Tapınağı'nda akan kanların yüksekliği, adamlarımızın dizlerinin boyunu aşıyordu."


Yahudiler, Müslümanlar, erkek, kadın ve çocuk toplam 70.000 kişi üç gün süren bir soykırımda katledildiler .


Birinci Haçlı Seferi, 1099 yılında Kudüs’ün düşmesi ve yaklaşık 460 yıldır Müslümanların egemenliği altında bulunan toprakların Hıristiyanların eline geçmesiyle sonuçlandı. Haçlılar, Kudüs’ü kendilerine başkent yaptılar ve sınırları Filistin’den Antakya’ya kadar uzanan bir Latin Krallığı kurdular.


Bu tarihten sonra Haçlıların Ortadoğu’da tutunabilme mücadelesi başladı. Kurdukları devleti ayakta tutabilmek için örgütlenmeleri gerekiyordu. Bu nedenle daha önce benzeri bulunmayan “askeri tarikatlar” kuruldu. Bu tarikatların üyeleri, Avrupa’dan Filistin’e göç edip, burada bir tür manastır hayatı yaşıyor, bir yandan da Müslümanlara karşı savaşmak üzere askeri eğitim görüyorlardı.


İşte bu tarikatlardan biri, diğerlerinden çok farklı bir yol tuttu ve tarihin akışına etki edecek bir değişim yaşadı. Bu tarikat, “Tapınakçılar” tarikatıydı.


Tapınakçılar, Haçlıların Kudüs’ü ele geçirmelerinden ve bir Latin Krallığı kurmalarından yaklaşık 20 yıl sonra tarih sahnesine çıktılar. 1118 yılında kurulan ve herkesçe tanınan adı “Tapınakçılar” veya “Tapınak Şövalyeleri” (İngilizce’de Templars ya da Knights Templar) olan bu tarikatın tam ismi “İsa’nın ve Süleyman Tapınağı’nın Fakir Şövalyeleri” (“Pauperes Commilitones Christi Templique Salomonis”) idi.


Kurucuları ise toplam 9 şövalyeden oluşuyordu:

Hugues de Payens,

Godfrey de St. Omar,

Godfrey Rossal, Gundemar,

Godfrey Bisol,

Payen de Montdidier,

Archibald des St. Aman,

Andrew de Montbard ve

Provins Kontu.


Ortaçağ Avrupasının en güçlü, en etkili ve hakkında en çok konuşulan örgütlerinden biri olacak bu tarikatın kuruluşu Kudüs’te sessiz sedasız gerçekleşti.


Tapınakçılar dönemin Kudüs Kralı II. Baldwin’in huzuruna çıktılar ve Birinci Haçlı Seferi’nin ardından Kudüs’e akın eden Hıristiyan hacıların mallarını ve canlarını koruma işine talip olduklarını belirttiler.


Kral Tapınakçılar’ın ilk “Büyük Üstadı” olan Hugues de Payens’i yakından tanıyordu. Kendilerine büyük destek verdi; aynı zamanda onlara bir zamanlar Süleyman Tapınağı’nın yer aldığı (Mescid-i Aksa’yı da kapsayan) bölgeyi tahsis etti.


Selahaddin Eyyubi’nin Hıttin Savaşı’nın ardından Kudüs’ü geri almasına kadar geçen 70 yıl süresince “Tapınak Tepesi” Tapınakçılar’ın merkezi oldu. Kendilerine “Süleyman Tapınağı” ile bağlantılı bir isim verilmesinin nedeni de işte buydu. Özellikle burasını kendilerine üs olarak belirlemeleriyse rastgele bir seçim değil, bilinçli bir tercihti. Tapınak, Hz. Süleyman’ın gücünün bir simgesiydi. Tapınak’tan geriye kalanlar ise bugün bile ortaya çıkarılamamış büyük gizler barındırıyordu.


Tapınakçıların Amaçları:


Kurucu şövalyelere göre, bir araya gelmelerinin, diğer bir deyişle bu tarikatı kurmalarının amacı, kutsal toprakların ve Hıristiyan hacıların güvenliğini sağlamaktı. Ancak Tapınakçılar’ın gerçek amacı çok farklıydı.


O dönemde Kudüs’te Tapınakçılar’dan başka askeri tarikatlar da vardı. Ancak onlar kuruluş amaçlarına uygun işlerle uğraşıyorlardı. Örneğin Tapınakçılar’la aynı dönemde kurulan ve büyük bir teşkilat olan St. John Şövalyeleri ya da diğer adlarıyla Hospitaler Şövalyeleri hayır işleri yapıyor, kutsal topraklardaki hastaların ve fakirlerin yardımına koşuyordu.


Diğer taraftan, 9 Tapınak şövalyesinin, ilan ettikleri gibi, Hayfa’dan Kudüs’e kadar olan bir bölgeyi kendi başlarına korumaları fiziksel olarak imkansızdı. Tapınakçılar’ın yardımseverlik değil, aksine ekonomik siyasi ve gizli çıkarlar peşinde oldukları açıktı.


Masonluğun en tanınmış isimlerinden biri olan 33. dereceden Büyük Üstad Albert Pike (1809-1891), masonluğun temel eserlerinden biri kabul edilen Morals and Dogma (Ahlak ve Dogma) adlı kitabında, Tapınakçılar’ın gerçek amacını şöyle açıklamıştır:

“1118’de, aralarında Geoffroi de Saint-Omar ve Hugues de Payens’in bulunduğu, Doğu’daki dokuz haçlı şövalyesi kendilerini dine adadılar ve Photius zamanından beri Roma’nın dinsel otoritesine gizli ya da açık daima düşmanlık gösteren bir Piskoposluk olan Constantinople’nin Patriğinin önünde ant içtiler. Tampliyelerin ilan edilen görevi, kutsal yerleri ziyarete gelen Hıristiyanları korumaktı. Gizli amaçları ise, Ezekiel’in haber verdiği modele uygun olarak Süleyman Mabedi’ni yeniden inşa etmekti. Tapınakçılar, en baştan beri Roma’nın (Papalık) ve onun krallarının egemenliğine karşıydı. Amaçları, zenginlik ve güç elde etmek ve gerekirse savaşarak Kabalistik dogmayı yerleştirmekti."


Fransız tarihçi Gaetan Delaforge şu benzer yorumu yapmaktadır:

“Tapınakçılar tarikatını kuran Dokuz şövalyenin gerçek amacı, Yahudiliğin ve Eski Mısır’ın gizli geleneklerinin özünü içeren kalıntılar ve yazıları bulabilmek için bölgede araştırma yapmaktı. Bu özel görevi yerine getirdiklerine hiç kuşku yoktur”


Her ikisi de mason olan İngiliz yazarlar Christopher Knight ve Robert Lomas da, The Hiram Key adlı kitaplarında, Tapınakçılar’ın bu araştırmalarının sonuçsuz kalmadığını, bu tarikatın gerçekten de Kudüs’te, “dünya görüşlerini değiştiren” önemli bir şeyler bulduklarını yazmaktadırlar. Pek çok araştırmacı da aynı kanıdadır. Tapınakçılar’ın Hıristiyan bir dünyada doğmalarına, Hıristiyan kökenden gelmelerine rağmen, Hıristiyanlıktan tamamen farklı bir inanca ve felsefeye bağlanmalarına neden olan, onları sapkın ayinlere, kara büyü ritüellerine yönelten bir “kaynak” olmalıdır.


İşte bu kaynak, pek çok tarihçinin ortak görüşüyle, KABALA’dır.


Kabala, kelime anlamıyla “sözlü gelenek” demektir. Ansiklopedilerde veya sözlüklerde, Yahudi dininin mistik, ezoterik (batıni) bir kolu olarak tarif edilir. Bu tanıma göre, Kabala, Tevrat’ın ve diğer Yahudi dini kaynaklarının gizli manalarını araştıran bir öğretidir. Ancak konuyu biraz daha yakından incelediğimizde, karşımıza daha farklı gerçekler çıkmaktadır. Bu gerçeklerin bizi ulaştırdığı sonuç ise, Kabala’nın, Yahudiliğin temeli olan Tevrat’tan önce var olan ve Tevrat’ın vahyedilmesinden sonra da Yahudiliğin içinde yayılan, “pagan” yani putperest kökenli bir öğreti olduğudur.


Kabala, binlerce yıldır hemen her türlü büyü ritüelinin temel taşlarından birini oluşturmuştur. Yahudi olmayan pek çok insan da Kabala’nın gizeminden etkilenmiş, bu öğretiyi kullanarak büyü ile uğraşmıştır. Tapınakçılar da bunlardandır. “Büyü gücüne sahip olmak” için Kabala üzerinde çalışmalar yapmışlardır. Dahası gerek Kudüs’de, gerekse Avrupa’da Kabalacılarla ilişkilerini sürdürmüşlerdir. Bu görüş, konuyu araştıran pek çok araştırmacı tarafından paylaşılmaktadır.


Tarikatın gizemli havası ve mistik öğretisi pek çok Avrupalı “asil”in ilgisini çekmişti. Bu gelişim, tarikatın 1128 yılındaki Troyes Konsül’ünde Papalık tarafından resmen tanınmasıyla daha da hız kazandı.


Tapınak Şövalyesi olabilmek için kilise karşısında fakirlik yemini etmek, cinsi bekaret ve kiliseye itaat başta geliyordu. Güya görevleri din adamlarını ve Kudüs’e gidenleri korumaktı. Sayıları hızla arttı.


Hem Anadolu’da hem de deniz kenarındaki diğer bölgelerde kaleler inşa ettiler ve duvarcı ustası anlamına gelen ilk ‘masonik’ aktivitelerine başlamış oldular. Zamanla soyulmaktan korkan hacılara yardımcı olmak için onların değerli eşyalarını muhafaza etmeye, ilk seyahat çeklerini ortaya çıkarmaya başladılar. Tabii gizli bazı işaretler taşıması gereken bu yazılı kağıtlardaki semboller yüzyıllarca bölgedeki mistik akımlardan da etkilendi ve onların alt kültürleriyle bütünleşti.


Bir süre sonra benzeri görülmemiş ayrıcalıklara sahip oldular; diğer dini tarikatlara tanınmayan imtiyazlar elde ettiler. Bu konudaki araştırmalarıyla tanınan Alan Butler ve Stephen Dafoe’nin ifadesiyle, “Ortaçağ’ın en başarılı askeri, ticari ve mali organizasyonlarından biri” oldular.


Kutsal topraklardan Avrupa’ya kadar her yerde bir “efsane” olarak dilden dile dolaşmaya başladılar. Örgüt kısa bir zaman diliminde, dokuz şövalyeden iyi eğitimli on binlerce çalışana ve muazzam bir sermayeye sahip dev bir şirkete dönüştü: “Yeni üyeler, para ve araziteklifleri her yerden akmaya başladı. Kısa zamanda inşa edilen pek çok kale, çiftlik ve kilise, Tapınak Şövalyeleri ve hizmetçileri tarafından kullanıldı. Tapınakçılar gemileri teçhiz ettiler, hem ticaret hem de savaş gemileri filosu oluşturdular. Zamanla dönemlerinin en tanınmış savaşçıları, seyyahları, bankerleri ve finansörleri oldular.”


1139’da başarılarından dolayı Papa Innocent II onlara tam bağımsızlık tanıma hatasında bulundu. Krallar ve soylular da hoşlanmamalarına rağmen mecburen Tapınak Şövalyeleri’ne toprak verdi ve toprak kirası alma hakkı tanıdı. Artık Tapınakçı olmak paralı askerlerin, kaybedecek bir şeyi olmayan serüvencilerin ve İslam düşmanlarının en büyük hayali olmuştu.


13. yüzyılda 20 bini şövalye olmak üzere toplam 160 bin Tapınakçı olduğu tahmin edilmektedir. Elbette o günün şartlarında bu büyük bir rakamdır.


İngiliz yazarlar Baigent, Leigh ve Lincoln’ün The Temple and the Lodge (Tapınak ve Loca) adlı kitaplarında da belirtildiği gibi, etkinlik alanları çok genişti; Hıristiyan Avrupası’nda karışmadıkları hiçbir iş yok gibiydi. Magna Carta’nın imzalanmasındaki rolleri buna bir örnek olarak verilebilir.


Tapınakçıların Ritüelleri:


Tapınakçılar’ın en dikkat çekici özelliği, gizliliğe son derece önem vermeleriydi. Kuruluş ile kapanış arasında geçen iki yüzyıl boyunca, bu ilkelerinden asla taviz vermediler. Bu ise akla, mantığa ve sağduyuya ters bir durumdu. Çünkü böyle bir gizlilik için hiçbir neden yoktu. Eğer söyledikleri gibi Katolik Kilisesi’ne bağlılarsa, zaten o dönemlerde Avrupa tamamen Katolik Kilisesi’nin egemenliği altındaydı. Eğer Hıristiyanlığın gereklerini yerine getiriyorlarsa, saklanacak, gizlenecek hiçbir şey yoktu; ketumiyetin hiçbir anlamı yoktu. Yalnızca bu bile Kilise’nin uygulama ve öğretilerine aykırı işler yaptıklarını gösteriyordu. Öyle ya, gizliliği temel ilke edinen hayırsever ve yardımsever bir örgüt düşünülebilir miydi?


Tapınak Şövalyeleri’nin kendi içlerinde uyulması gereken ve başka hiçbir yerde olmayan sıkı disiplin kuralları vardı. Her şeyden önce çok katı bir emir komuta zinciri vardı. “Üstadlar”a ve “Büyük Üstad”a itaat en önemli şartlardandı. Bu, Tampliye Tüzüğü’nde, “Üstad ya da onun yetkilendirdiği kişi emrederse, sanki Tanrı’dan gelen bir emirmiş gibi hemen yerine getirilmelidir” şeklinde ifade ediliyordu.Kıyafetleri de kendilerine özgüydü. Zırhlarının üzerine, kırmızı renkli büyük bir haç işlenmiş, uzun beyaz bir elbise giyerlerdi. Böylece gittikleri her yerde ayırt edilebiliyorlardı. Tapınakçılar’ın sembollerinden olan kırmızı haçı kendilerine veren, Saint Bernard’ın yetiştirdiği Papa III. Eugene’di.


Her şey tarikatın malıydı. Bir Tapınakçı’nın kişisel mal varlığı yoktu. Atlar, gemiler, silahlar, çiftlikler, ürünler, kaleler ve her türlü mal varlığının tamamının sahibi tarikat idi.

u tarihi örgütün dikkat çekici diğer bazı kuralları ise şunlardı: Evlenmek, aile sahibi olmak ve akrabalarla iletişim kurmak yasaktı. Kimsenin kendine özel bir hayatı olamazdı.Yemeklerini topluca yerlerdi. Tapınak Şövalyeleri’nin mühründe, aynı ata binmiş iki kişi olarak tasvir edildiği gibi ikili gruplar halinde dolaşırlardı. Bu iki şövalye her şeyi ortak kullanır, aynı kaptan yemek yerdi. Birbirlerine “kardeşim” şeklinde hitap ederlerdi. Kuralları çiğneyenler veya ihmali görülenler ağır şekilde cezalandırılırlardı.Tapınakçılar üç ana sınıfa ayrılırdı. İlk sınıfta “asil” şövalyeler ve çeşitli rütbeli askerler yer alırdı. İkinci sınıf din adamlarından, üçüncüsü ise hizmetkarlardan oluşurdu.


Kişisel bakım ve temizlik yapmayı küçük düşürücü ve utanç verici olarak değerlendirirlerdi. Bu nedenle nadiren yıkanır, tozlu ve kirli kıyafetlerle, sıcağın ve zırhın etkisiyle terlemiş, pis bir halde dolaşırlardı.Tarihi kaynaklara göre Tapınakçılar iyi denizcilerdi. Kutsal topraklarda kaldıkları süre boyunca Yahudi ve Arap kaynaklarından geometri ve matematik gibi bilimleri öğrenmişler, haritalar elde etmişlerdi. Bu sayede, Avrupa ve Afrika sahillerini dolaşmalarının yanı sıra uzak denizlere de seyahat etme imkanı buldular.


Tapınak Şövalyeleri’ne üye, özel olarak seçilir, tarikata kabul edilirler ve çok farklı bir eğitimden geçirilirlerdi. Adayların Tapınakçılar örgütüne kabul edilmeleri için bazı ön koşullar vardı. Bunlar, hasta veya sakat olmamak, bekar olmak, borçlu olmamak, başka bir tarikat ile bağlantı içinde olmamak, her koşul ve durumda mutlaka itaat etmek ve “tarikatın kölesi” olmayı kabul etmekti.


Giriş töreni, Kutsal Kabir Kilisesi’ndekine benzer kubbeli bir odada ve büyük bir gizlilik içinde yapılırdı. Ezoterik ritüeller (aynı masonlukta olduğu gibi) Tapınakçılar'ın ayrılmaz bir parçasıydı. 1128 tarihli tüzüğün tekris töreniyle ilgili bölümü, mason Teoman Bıyıkoğlu’nun “Tampliyeler ve Hürmasonlar” adlı makalesinde şöyle anlatılmaktadır:


“Üstâd, Mâbet’te toplanan kardeşlere “Aziz kardeşlerim, sizlerden bazı kardeşlerim Bay X adlı haricinin kardeşliğimize kabulünü ekseriyetle teklif etmiştir. Şayet, sizlerden biri bu kişinin aramıza katılmasına bir engel durumunu biliyorsa şimdiden söylesin” diye sorar. Eğer, kardeşlerden itiraz olmazsa, aday Mâbed’in bitişiğindeki hücreye alınır. Hücredeki adayı, en tecrübeli üç kardeş ziyaret eder ve katılmasının getireceği zorluklar anlatıldıktan sonra yine de katılma isteyip istemediği sorulur. Cevabı olumluysa, diğer sorulara geçilir: evli nişanlı olup olmadığı, başka bir tarikata sözünün olup olmadığı, borcunun olup olmadığı, vücutça sağlıklı olup olmadığı, köle olup olmadığı sorulur. Bu cevaplar da olumluysa, soruşturucu kardeşler Mâbed’e döner ve “Kendisine bütün zorluklar ve şartlarımız bildirildi. Tarikatımızın kölesi olmakta ısrar etmektedir.” derler. Aday içeri alınmadan, aynı soru kendisine tekrar sorulur. Fikrini değiştirmemişse Mâbed’e alınır, diz çöktürülür ve aday kabulünü rica eder. Üstâd, adaya cevap olarak, “Kardeşim, sen bizden çok şey istiyorsun. Halbuki tarikatlarımızın sadece dış kabuğunu görmektesin. Güzel atlara, iyi koşumlara, iyi yemeğe ve güzel elbiselere sahip olmak istiyorsun. Fakat, bizim şartlarımızın ne kadar ağır olduğunu bilebiliyor musun?” der ve zorluklarını sıralar. Sonra konuşmasını “Mabedimize intisabını ne zenginlik, ne de asalet için istememelisin.” diye sürdürür. Aday olumlu cevap verirse, yine dışarı çıkarılır.


Üstâd, kardeşlere, aday hakkında söyleyecek bir sözlerinin olup olmadığını sorar. Aleyhte bir söz söylenmezse, aday içeri alınıp diz çöktürülür. Eline İncil verilir. Kendisine evli veya nişanlı olup olmadığı sorulur. Olumsuz cevap alınırsa, en yaşlı ve tecrübeli kardeşe , hariciye sorulması unutulan bir sorunun olup olmadığı sorulur. Cevap olumluysa hariciye, “Bütün kardeşlerine ve tarikata ölünceye kadar sadık kalacağına ve Mâbed’de yapılan konuşmaları hiç bir şekilde dışarıya ifşa etmeyeceğine” dair yemin ettirilir. Üstâd, yemini takiben yeni kardeşi dudaklarından (diğer bir iddiaya göre de ensesinden ve göbeğinden) öper. Kendisine bir şövalye elbisesi ve hiçbir şekilde çıkarmaması tembih edilen ipten örülmüş bir kemer verilir.”


Seyahat etmek 12. yüzyılda oldukça tehlikeli bir işlemdi. Herhangi bir yolculuk sırasında hemen her an haydutlarla karşılaşma olasılığı söz konusuydu. Ticaret için gerekli olan para ve değerli madenlerin transferi de bu yüzden tehdit altındaydı. Tapınakçılar işte bu konjoktürden faydalanarak büyük paralar kazandılar. Keşfettikleri sistem şöyle işliyordu: Londra'dan Paris'e gitmek isteyen bir tüccar, öncelikle bu örgütün Londra'daki merkezine başvuruyor, parasını yatırıyor, karşılığında da şifreli bir not alıyordu. Paris'e vardığında ise, Tapınakçılar'ın buradaki merkezine gidiyor ve belirli bir faiz bedeli ödedikten sonra parasını çekiyordu.


Tüccarların yanı sıra bu sistemi en çok kullananlar Hıristiyan hacılardı. Filistin’e gitmek için yola çıkan zengin hacıların değerli eşyalarını Avrupa’da devralıp karşılığında çekler veriyorlardı. Filistin’e ulaşan yolcular orada bu çekleri paraya çevirebiliyorlardı ama Tapınakçılar’a yüklü bir faiz geliri bırakarak. Çek hesabını, Floransalı bankerlerden önce onlar icad etmişlerdi. Bağışlarla, silahlı fetihlerle, parasal işlemlerden elde ettikleri yüzdelerle adeta bir çok-uluslu şirket haline geldiler. İlk önemli kapitalizm uygulamalarının Amsterdamlı yahudilerce uygulandığını biliyoruz. Ama görülen o ki, Tapınakçılar da faiz kullanarak bankerlik yapıp bir tür Ortaçağ kapitalizmi yaratmışlardı. Para yatırıp çekiyorlar, faizi işletiyorlar, büyük bir özel banka gibi işlem yapıyorlardı.


Tapınakçıların ekonomik boyutu, Michael Baigent ve Richard Leigh’in birlikte yazdıkları The Temple and the Lodge (Tapınak ve Loca) adlı kitapta da vurgulanıyor. Yazarlar, "modern bankacılığın kökeninin Tapınakçılar olduğunu", % 60'a varan faiz oranlarıyla borç veren örgütün "Avrupa'daki servetin büyük bir bölümünü elinde bulundurduğunu", Fransız ve İngiliz saraylarının örgüte büyük miktarlarda borçlandıklarını bildiriyorlar.Kitapta örgütün ekonomik rolü ile ilgili olarak şöyle deniyor: "Hiçbir Ortaçağ kurumu kapitalizmin yükselişine Tapınakçılar kadar katkıda bulunmamıştır."

Böylelikle o derece zenginleştiler ki Avrupa’nın kralları borç para bulmak umuduyla kapılarını çalıyordu. Bunun neticesinde de krallıklar büyük oranlarda borçlu duruma düştüler. Diğer bir ifadeyle Avrupa ekonomisi bu örgüte bağımlı hale gelmişti. Bir dönem, İngiliz Krallığının mali işleri Tapınakçılar’ın Londra’daki merkezinden, Fransız Krallığı’nın mali işleri ise yine bu örgütün Paris’teki merkezinden yönetiliyordu. Söz konusu durum, onlara krallar ve alınan kararlar üzerinde söz sahibi olma, hatta istedikleri gibi kralları yönlendirme imkanı verdi.

Günümüzdeki duruma ne çok benziyor değil mi? İMF, Dünya Bankası…


Adaylığı St. Bernard tarafından desteklenmiş olan, II. Innocent, Papa seçilince, Tampliyelere verdiği ilk ayrıcalık kendi kiliselerini inşa etme hakkıydı. Böyle bir ayrıcalık Kilise’nin tarihinde ilk defa görülüyordu. Bu ayrıcalık, bugün için çok fazla bir anlamı olmasa da, Kilise’nin hüküm sürdüğü ve en yetkin güç olduğu o dönemde çok fazla anlam içeriyordu. Tapınak şövalyeleri sadece Papa’ya karşı sorumlu olduklarından, diğer yetkililerin -ki bunların arasında krallar da vardı- kontrolünden kurtuluyorlardı. Elde ettikleri bu hakla Papa’ya olan sorumluluklarını da asgariye indirmiş oluyorlardı. Kendi kiliselerini inşa etmek demek; aynı zamanda kendi vergilerini toplamak ve kendi mahkemelerini oluşturmaları demekti. En önemlisi de kendilerine has dünya görüşlerini de kilisenin hiçbir baskısı olmadan buralarda gerçekleştirebileceklerdi.


Bu amaçla kendilerine özgü bir mimari anlayış oluşturdular. Bu mimari anlayışa “Gotik” adı verildi. Graham Hancock, The Sign and the Seal (İşaret ve Mühür) adlı kitabında gotik mimarinin 1134 yılında Chartres Katedrali’nin kuzey kulesinin yapım çalışmaları sırasında doğduğunu belirtiyordu. Bu çalışmaların arkasındaki kişi de gene Tapınakçılar’ın ruhani lideri St. Bernard’dı. St. Bernard kabalistik anlayış ve Tapınakçıların çok önem verdiği gizemlerin bu mimari şeklinde bulunmasına çok önem veriyordu. Aynı eser bu konuyu şöyle anlatıyordu:


“Tampliyelerin dinsel önderi St. Bernard, gotik mimarinin erken döneminde, bu stilin yaygınlaşması ve gelişmesinde yapıcı bir rol oynamıştır. 1134 yılında, Chartres Katedrali’nin kuzey kulesinin inşası sırasında St. Bernard gücünün doruklarındadır ve bu harika yapının inşasında, ama özellikle kuzey kulesinin yapımında kullanılan kutsal geometri ilkelerini sürekli olarak eserlerinde vurgulamıştır.”


Tüm Chartres Katedrali, büyük bir dikkatle, derin dinsel gizemlerin bir anahtarı olarak, özellikle dizayn edilmiştir. Örnek olarak; mimarlar ve duvarcı ustaları, yapının birçok farklı yerinde, taşlar üzerine karanlık anlamlar taşıyan törensel sözleri kazırken “gematria” (alfabedeki harfler yerine sayıların kullanıldığı eski bir ibrani şifre sistemi) kullanmışlardır. Aynı şekilde, süslemeciler ve heykeltraşlar da, yarattıkları binlerce farklı bezeme ve figürlerde, insan doğası, geçmiş olaylar ve İncil’in anlamı hakkında karmaşık mesajları dikkatlice gizlemişlerdir. Bir diğer örnek, kuzey kapısı üzerinde yeralan bir sahnede, bir öküz arabasına yerleştirilmiş olan Ahit Sandığı’nın bilinmeyen bir yöne doğru taşınması temsil edilmektedir. Silinmiş ve yıpranmış yazıtta “Hic Amicitur Archa Cederis” (Ahit Sandığı burada gizlidir) sözleri bulunmaktadır.”


“Tampliyelerin mimari ustalıkları neredeyse doğaüstü bir gelişmişlikte olup, özellikle kavisler ve sivri çatılarla dikkat çekmektedir... Sivri çatılar ve kavisler, aynı zamanda gotik mimari düzeninin ayırt edici özelliği olup, 12. yüzyılda inşa edilen Chartres ve diğer fransız katedrallerinde belirgindir. Bu yapıları, bilimsel anlamda, o dönemin mimari bilgilerinin izin verdiğinden çok daha üstün olarak değerlendiren uzmanlar vardır."


O dönem kilise tarafından tefecilik kesinlikle yasaklanmış olmasına rağmen, faizle ödünç para vermekten çekinmiyorlardı. Öyle bir güç ve zenginlik sahibi olmuşlardı ki, hiç kimse sesini çıkaramıyor, bir önlem alamıyordu. Sonunda iyice şımarıp azgınlaştılar, tamamen kontrolden çıktılar. Papa’ya ve krallara itaatsizlik etmeye, dahası onlara kafa tutmaya başladılar. Örnek olarak, kapatılmadan hemen önceki yıllarında, Fransız Kralı IV. Philip gerek 1303’de yardım istediğinde, gerekse 1306’da Hospitaler Şövalyeleri ile birleşmelerini istediğinde reddettiler.


Hıttin ve onu takip eden savaşlarla İslam Orduları Orta-Doğu’ya yeniden egemen olmuşlar başta Selahattin Eyyubi olmak üzere Müslümanlar, yıllarca kendilerine planlı bir mezalim uygulayan Avrupalıya savaşlar dışında hiçbir şey yapmamıştır. Bir istisna dışında. Tapınak Şövalyeler! Tespit edilen tüm şövalyeler idam edilmiş, yakalanamayanlar kaçmıştır.


1291 tarihinde Haçlıların son kalesi olan Akka Müslümanlarca ele geçirildi. Kutsal Topraklar’ın tamamen yitirilmesiyle Tapınakçıların göstermelik var olma sebepleri de ortadan kalkmış oluyordu. Artık tüm dikkatlerini Avrupa’ya verebilirlerdi. Ama kısa bir geçiş süresine ihtiyaçları vardı. Bunun için Avrupa hanedanları içindeki dostlarından faydalandılar. Bunların arasında en ünlülerden birisi de Aslan Yürekli lakabıyla tanınan, dönemin İngiltere kralı Richard idi.


“Gerçekten Richard, Tampliyelerle o kadar iyi ilişkiler içindeydi ki, kendisi genellikle bir tür Onursal Tampliye sayılıyordu."


Dahası Richard, tarikata Kıbrıs adasını satmış, ve ada Tampliyelerin merkezlerinden biri olmuştu.


Bir yandan Avrupa’daki durumlarını sağlamlaştırırken, öte yandan da Filistin’deki durumun kötüye gitmesiyle geçici olarak kullanabilecekleri bir yer arıyorlardı. Bu yer Kıbrıs adası olacaktı. Kral Richard’tan adayı satın alan Tapınakçılar bir süre adada barınmışlar, ancak hareket sahalarının darlığı nedeniyle Avrupaya dönmek zorunda kalarak, başta Fransa olmak üzere çeşitli merkezlere yerleşmişlerdi. Asıl görevleri (Hristiyan hacıları korumak) sona ermiş olmasına rağmen, siyasi güçlerini korumakla kalmamış servetlerini ve üyelerini arttırmaya devam etmişlerdi. Avrupa halkı ise, bu garip tarikatı yakından tanıma fırsatı bulmuş ve Tapınakçıların hiç de zannettikleri gibi samimi dindar şövalyelerden kurulmadığını anlamaya başlamıştı.


Sonunda 1307 yılında, Fransa Kralı Philip ya da diğer ünlü adıyla “Adaletli Philip” Tapınakçılar’ın Hıristiyan Avrupa’nın siyasi ve dini yapısını kökünden değiştirmeye çalıştığını fark etti. Ve Papa V. Clement ile birlikte, 1307 yılının Ekim ayında bu sapkın ve kokuşmuş teşkilatı tamamıyla ortadan kaldırmak için harekete geçti ve bir kanun çıkartarak 13 Ekim 1309 ‘ a kadar ülkesindeki bütün Tapınakçıları tutuklattı. Fransa’da Tapınakçıları yargılayan mahkemede, yöneltilen suçlamalar şunlardır:


1.Tarikata giriş töreninde, adaylardan Hz.İsa’yı, Allah’ı ve kutsal şeyleri inkar etmesi istenmektedir.

2.Tarikat üyeleri törenler sırasında Hıristiyanlıkça kutsal sayılan haç, kutsal figürler gibi şeylere tükürmek, idrarını yapmak gibi iğrenç yöntemlere baş vurmuşlardır.

3.Vücudun çeşitli bölgelerine uygulanan ve “The Oscolum Infame” ya da “Utanç Öpücüğü” adı verilen tören uygulanmaktadır. (Kaba etlere olduğu rivayet edilir)

4. Kutsama töreni yapılmamakta ve buna inanılmamaktadır.

5. Biraderler bir kedi veya kafa figürüne tapınmaktadırlar.

6.Tarikat üyeleri homoseksüelliği teşvik etmekte ve uygulamaktadırlar.

7.Büyük Üstad tarikat üyelerinin günahlarını affetmekte, onları sözde günahtan kurtarmaktadır.

8.Tarikat üyeleri kabul törenlerini ve sapkın uygulamalarını geceleri, gizlice yapmaktadırlar.

9.Tapınakçılar, varlık elde etmek ve zenginliklerini arttırmak için kanun dışı yollara başvurmuş ve Kilise kurallarının dışına çıkmışlardır.



Tapınakçıların Sapkın İnanç ve Uygulamaları:


Eldeki belgeler ve yapılan suçlamalar Tapınakçılığın sıradan bir şövalye tarikatı olmadığını ortaya koymaktaydı. Bu iddialar birleştirildiğinde ortaya kimsenin beklemediği karanlık bir tablo çıktı. Karşımızda farklı sapkın inançlarıyla, korkunç yöntemleriyle, kurnaz stratejileriyle, geniş çaplı ve ileriye dönük planlarıyla, büyük bir hazırlık içinde olan, o güne kadar eşine rastlanmamış tehlikeli bir örgüt vardı.


Tapınakçıların, Ortadoğu’da bulundukları dönemde çeşitli inançlara bağlı akımlarla, mistik tarikatlarla, gizemciler ve büyücülerle bağlantı kurdukları bilinmektedir. Örneğin Tapınakçılar o dönemde Ortadoğu’da fazlasıyla etkin olan ve Müslümanlar tarafından da sapkın olarak bilinen Haşhaşilerle yakın bağlantı içinde olmuş, onlardan bazı mistik öğretileri, tarikat örgütlenmesini, vahşi yöntemleri öğrenmişlerdir.


Ayrıca Yahudi Kabalasına bağlı mistik öğretiler, Bogomillerin etkisi, Satanizm gibi sapkın eğilimler, Tapınakçıların inanç ve yöntemlerine temel oluşturmuştur. Bu çerçevede tarikatın özellikle üst kademesi Hıristiyanlığı terk etmiş, Satanizmi ve Kabala mistisizmini temel alan bir anlayışa yönelmiştir.


Tarih boyunca kesinliği teyit edilemeyen ancak yaygın olan inanca göre; Tapınakçılar Hz. İsa’ya değil Vaftizci Yahya’ya inanmaktadırlar. Bu yüzden mezheplerine de Johannit denmektedir.


Tarikata kabul töreni sırasında yeni adayların kurallara göre Allah’ı, Hz. İsa’yı ve azizleri reddetmeleri, Hz. İsa ve kutsal değerler üzerine birçok saygısızlık yapmaları, haça tükürmeleri ve idrarlarını yapmaları Hıristiyanlığın koruyucusu misyonuna sahip bir örgüt için inanılmaz uygulamalardı. Ama inanılmazlıklar bunlarla sınırlı değildi. Bunun sebebi ise asıl fikir babalarının ve organizatörlerinin yahudi kökenli olmasıydı.


Daha eski olan Tapınak şövalyeleri tarafından ağızlarından, göbeklerinden ve kalçalarından, “Oscolum Infame” ya da “Utanç öpücüğü” adı verilen yöntemle öpülmeleri, homoseksüelliğin ve cinsel sapıklıkların serbest bırakılması, büyük üstadın her türlü yetkiye sahip olması, Kabala sembolizmine ve büyü törenlerine baş vurmaları tarikatın, Hıristiyanlıktan çıkarak, bütünüyle sapkın bir tarikata dönüşmüş olduğunun açık delilleriydi. Cinsel sapkınlıklarının yanı sıra tapınakçıların diğer gizli bir yönü daha ortaya çıkmıştır.


Sorgudan geçirilen bazı tapınakçılar kendi aralarında yaptıkları törenler sırasında bir tür idole tapındıklarını itiraf etmişler, bunun ne olduğu ilk başta anlaşılmamış olsa da, sorgulamalar devam ettikçe tapınak şövalyelerinin açık açık şeytana taptıkları ortaya çıkmıştır. Tapınakçıların taptıkları put, daha sonra Şeytan Kilisesi’nin de sembolü olacak olan Baphomet adlı keçi başlı şeytanın sembolik figürüdür. Peter Underwood tarafından yazılan “Ökült ve Doğaüstü” sözlüğünde Baphomet terimi şu şekilde açıklanmaktadır:Baphomet, tapınak şövalyelerinin tapındığı tanrıydı ve kara büyüde kötülüklerin kaynağı ve yaratıcısıydı; Sabbath cadılarının satanik keçisiydi...”


Tapınakçıların hemen hepsi, sorgu sırasında Baphomet’ten bahsetmiş ve ona taptıklarını itiraf etmişlerdir. Bu putu, uzun bir sakal ve parlak gözlere sahip korkutucu bir insan başı olarak tarif etmişler, bunun yanı sıra kedi ve kurukafa putlarından da bahsetmişlerdir. Ortak görüş ise bu putların genel olarak şeytan ve şeytana tapınmayı temsil ettiği yönündedir.


Tapınak şövalyelerinin taptıkları Baphomet isimli şeytan, o tarihten bugüne kadar şeytana tapmanın sembolü haline gelmiştir. Günümüze Baphomet ile ilgili en ayrıntılı bilgi ise 19. yüzyılın önemli okülist ve kabbalistlerinden olan Eliphas Levi’ den gelmiştir. Levi, Baphomet ile ilgili yaptığı çizim ve tasvirlerde onu genelde iki suratlı, insan vücudunun üstünde bir keçi kafasıyla ve kanatlarla göstermiştir. Baphomet’in insan vücudunun üst kısmı bir kadına, altı ise bir erkeğe aittir.


Bütün bu itiraflar ve ortaya çıkan gerçekler sonucunda Tapınakçıların çoğu hapse mahkum edilmiş, Tapınakçıların gerçek yüzü de daha açık bir şekilde ortaya çıkmaya başlamıştır. Mahkemeye yapılan itiraflarda tarikat üyelerinin Hz. İsa’ya inanmayıp onu ‘sahte peygamber’ olarak gördükleri, örgüte giriş töreni sırasında ve daha sonraki aşamalarda homoseksüel uygulamalar yaptıkları, belirli bir puta taptıkları, satanizm yöntemlerini uyguladıkları kayıtlara geçmiştir. Tapınakçıların homoseksüel ilişkileri hakkında çok şey söylenmiş, tarikatın armasında, bir atın üzerinde oturmuş iki savaşçı resminin de bunun göstergesi olduğu belirtilmiştir. Umberto Eco, Foucault Sarkacı adlı romanında, tarikatın bu yönünü vurgulamıştır.


Bu ciddi itiraflar sonucunda Papa 72 Tapınakçıyı kendi huzurunda yeniden sorgulamıştır. Bu sorguda doğruyu söylemek için yemin eden Tapınakçılar, önceki itiraflarının doğru olduğunu tasdik etmişlerdir. Yani Tapınakçılar Hz. İsa’yı reddettiklerini, tarikata kabul edilirken haça tükürdüklerini, ve diğer Kilise kayıtlarındaki ifadeye göre ‘korkunç ve iğrenç’ şeyleri yaptıklarını itiraf edip onaylamışlardır. Daha sonra da diz çöküp, ağlayarak af dilemişlerdir.


Sorgular sonucunda ortaya çıkan gerçekler, bu sapkın tarikatın yasaklanmasına ve büyük üstad Jacques de Molay’ın 1314’de haç üzerinde yakılarak idam edilmesine yol açmış, farklı ülkelere kaçmayı başarmış olan Tapınakçılar dahi takibata uğramışlardır. Fransa dışında, İtalya, Almanya, İngiltere gibi ülkelerde de Tapınakçılar sorgulanmış, bazı ülkeler ise çeşitli sebeplerle onları korumaktan vazgeçmemişlerdir. Özellikle İngiltere’de kral II. Edward 10 Kasım 1307de Papa’ya yazdığı mektupla, Tapınakçıları korumuş ve onlara karşı bir şey yapmayacağını belirtmiştir. Ancak iki yıl sonra, V. Clement’in yaptığı sorgu ve papalık beyannamesinde geçen ifadeler sonucunda Tapınakçıları yargılamayı kabul etmiştir. Papalık tarafından yayınlanan belgeye göre Tapınakçılar ‘bilinen sapkınlığa ait söylenemeyecek günahlar ve nefret uyandırıcı suçlar’ işlemişlerdir ve bu durum, herkes tarafından bilinmektedir.


Sonuçta, 1312’de toplanan Viyana Konsülü’nün kararıyla Tapınakçılık tüm Avrupa’da yasaklanmış, yakalanan üyeleri cezalandırılmıştır. Papa V. Clement’in 22 Mart 1312’de yayınladığı ve tarihe “Vox in excelso” adıyla geçen fermanıyla tarikat dağıtılmış ve -kağıt üzerinde- resmi olarak tarihten silindiği kabul edilmiştir.

Tapınakçılar Yeraltında:


Tapınakçıları ortadan kaldırmak o kadar kolay değildi. Büyük Üstad De Molay ve bir kısım şövalye ortadan kaldırılmış olsa bile, bütün Avrupa’yı ve Ortadoğu’yu sarmış olan Tapınakçılar gizli de olsa varlıklarını devam ettirmişlerdir. Bir kısım Tapınak Şövalyeleri Iskoçya’ya kaçtılar ve orada operatif masonluğu kurdular. Anadolu’daki, Kudüs’teki kaleleri ve merkezleri ile haberleşmeyi sürdürdüler.


Sadece Fransa’da şövalyelere ait 9000 temsilcilik ve çeşitli ülkelere yayılmış binlerce şato ve Tapınakçı merkezi vardır. Bu merkezler, hem Tapınakçıların organize oldukları, tören yaptıkları evler hem de o dönemin para trafiğini kontrol ettikleri yerler haline gelmişlerdir.


Dönemin kaynaklarına göre Fransa’da yaklaşık 2000 şövalyeden sadece 620 tanesi engizisyon tarafından cezalandırılmıştır. Tahminlere göre, o dönemde en az 20 bin şövalye ve şövalye başına 7-8 kişilik kadro faaliyet halindedir. Yaklaşık 8 kişilik olan bu kadrolar, denizcilikten, ticarete kadar, tarikat mensuplarının her türlü işlerini organize etmekteydiler. Yani basit bir hesap yapıldığında, Tapınakçılar takibata uğradıkları dönemde en az 160 bin kişilik bir güce sahiptirler.


Bir ağ gibi bütün Avrupa’yı ve Akdeniz kıyılarını ören bu kadro, aynı zamanda dönemin en büyük lojistik gücünü de meydana getirmekteydi. Bütün bu merkezlere dağılmış mal varlığını ele geçirmek, ne Fransa Kralı ne de Papa için mümkün olmamıştır. Krallarla yarışan bu mal varlığı, Tapınakçılara her türlü korumayı ve güvenceyi sağlamaya yetmiştir. Yani Kilise’nin resmen ortadan kalktığını öne sürdüğü tarikatçılar, bütün Avrupa’da, özellikle de İngiltere gibi Kuzey ülkelerinde yeraltında faaliyetlerine devam etmiştir:


Sadece masonluğun değil siyonizm ideolojisinin fikriyatının geliştirilmesinde de rolleri olduğu bilinen Tapınak Şövalyeleri hayatiyetlerini devam ettirmek için, birbirleri ile tamamen şifreli yöntemlerle iletişim kurmaya ve daha sonraki yüzyıllarda farklı isimler alarak örgütlenmelerine devam ettiler.


ROSE CROİX-ROSY CROSS (GÜL HAÇ ÖRGÜTÜ- GÜL VE HAÇ KARDEŞLİĞİ):


1188’de Prieree De Sion, M.S. 46 yılında kurulan ORMUS isimli tarikatın bir adının da l’Ordre de la Rose-Croix Veritax olduğu, bir rivayete göre de Isa’nın çarmıhtan inip bu tarikatı kurduğu söylense de, Dames Frances Yates’e göre ismine ilk 1614’de yayımlanan Fama’da (Gül Haç Kardeşliği Anayasası) rastlanır. Johann Valentin Andrea örgütün bilinen resmi kurucusudur. Gül Haç Kardeşliği örgütünün tarihi önderi 16 ncı yüzyılda yaşamış, Batı dünyasının en büyük simyacısı Paracelcus’tur. Katolik kilisesi 1541’de Paracelcus’u aforoz etmişti. Valentin Paracelcus’un öğrencisi idi.


Örgütün öngörüsüne göre Dünyayı Düzenleme Dönemi 1909’da başlamış, 2017’de tamamlanacaktır.


Bu devirde yazılan ve Rose-Croix Manifestoları olarak bilinen eser bir Hıristiyan olan Rossy Cross’dan, allegorik bir efsaneden ve bir manifestodan bahseder. Almanya’da 1378’de doğan Rosy Cross Anadolu’ya ve kutsal topraklara gitmiş, 106 yaşında 1484’de ölmüştür. Bu eserler simya ile, gizli bilimle ve tıpla uğraşan kiliseye karşı olan gizli bir topluluğun varlığından dem vurur. Eserlerde masonik sembolizm ve dolaylı anlatım kullanılır. Boyle ve Leonardo da Vinci’den, Isaac Newton’a kadar pek çok bilim insanı bu gizli örgüte üye olmuş ve bu örgüt sayesinde kendini geliştirmiştir. Örgütün tüm özellikleri masoniktir ve Tapınak Şövalyeleri ile ilişkileri olduğuna kesin gözüyle bakılmaktadır.


Daha sonra ABD’ye masonluğu getiren kişiler ve Benjamin Franklin’in kendisi bile Gül Haç örgütünün “iç çekirdeğindendir”. Manifestolar insanlık için çalışan kardeşlik ve iyiliği yayma motiflerini işler, Fransız İhtilali ve Amerikan İhtilalinde de gelişen devrimci masonik örgütlenme Rose Croix ile iç içedir.


Gül Haç isminin de çok sembolik bir anlamı vardır. Rose Croix ayrıca pek çok yönü ve mistik işlevi ile Kabalizmle içiçedir, bu da hem Yahudilerden, hem de konuyu işleyen Tapınak Şövalyelerinden geçmiş bir gelenektir.


1623’de Gül Haç örgütü Paris’te çok yaygındı ve bazı üyelerinin görünür, bazı üyelerinin de görünmez olduğu ve görünmez olanların şeytanla işbirliği içinde olduğu dedikodusunu yayılmıştı. 1640’larda Avrupa ve Ingiltere’de pek çok Rose Croix örgütü mevcuttu ve Ashmole ve Lilly tarafından Londra’da 1646’da kurulan bir locanın Hür ve Kabul Edilmiş masonluğun, Tapınak Şövalyeleri ile birlikte temeli attığı iddia edilmiştir.


17. Yüzyıldan sonra Gül Haç örgütü daha gizli ve daha ölümcül bir biçimde devam etmiş ve bir kola ayrılarak ILLUMINATI’yi oluşturmuştur. Rose Croix o kadar gizlidir ki, halen sürüp sürmediği bileresmi olarak bilinmemektedir. Şeytana taparlar mı? Bu konuda belirsizdir, ama 20. yüzyılın başında GOLDEN DAWN (ALTIN GÜNDOĞUMU) isimli koyu okült, kara büyü ve satanizm örgütünü kuran Aleister Crowley’in Rose Croix örgütünden olduğu iddia edilmektedir, aynı zamanda Crowley Hür, Kabul Edilmiş Masonlar Locası’nda Büyük Üstadlık yapmış, Skoç ritinde de 33. derece mason olmuştur.


Rose Croix örgütü bu yönüyle hiç bir zaman yok olmamıştır denilebilir.


Fakat başka örgütler doğurmaya devam etmiştir. 16. yüzyıldan beri gerek masonluğun, gerekse ILLUMINATI’nin ve Skulls and Bones Society’nin doğuşunda etkin rol oynamıştır. Ama Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar resmi ve kanuni bir dernek olmasına karşın, ne ILLUMINATI ne de Rose Croix ortaya çıkıp kendini gösteren birer dernek değildirler ve masonluğu kendilerine üye çekmek için bir havuz olarak kullanırlar. Yani daireler iç içedir. En içteki dairede ve çelik çekirdekte hangi mistik gizli örgütün yüzyıllarca etkili olduğu meçhul kalmıştır.


Varlığı halen tartışılan Gül Haç (Rose Croix) örgütünün de masonluğun farklı bir devamı olduğu, hatta 1614’lerde kiliseye karşı İngiltere’de manifestolar verdiği de söylenir. Rose Croix’da bulunduğu ve büyük üstatlık yaptığı söylenen bazı kişiler son yıllarda bulunan parşömenlerdeki kayıtlarına ve ‘Holly Blood and Holly Grail’ (Kutsal Kan, Kutsal Kase) isimli kitaptaki bilgiye göre;


Baigent,

Leonardo da Vinci,

Robert Boyle,

Isaac Newton,

Charles Radclyffe,

Benjamin Franklin,

George Washington,

Victor Hugo,

Claude Debussy.



ILLUMİNATİ (AYDINLANMA):


İlluminati 1 Mayıs 1776 da Adam Weishaupt tarafından Bavyera-Almanya’da kurulmuştur. Adam Weishaupt Ingolstadt Üniversitesinde hukuk profesörü iken masonik eğilimlere merak sarmış ve bir gizli örgüt kurmuştur. O tarihte Almanya’daki tüm din adamları bu örgüte karşı idi.Bunun sebebi elbette onun, hıristiyanların değerleriyle alay eden, bu değerlere iğrenç bir şekilde saldıran Tapınak Şövalyeleri'nin devamı olduğunun tahmin edilmesiydi. Ayrıca hükümete karşı bazı hareketler de içeren yayınları nedeniyle 1786’da polis tarafından basılmış ve ondan sonra da tamamen yer altına inmiştir.


İlluminatinin daha sonra çok güçlendiği ve 1833’de Yale Üniversitesinde General William Russel tarafından Skulls and Bones Society (SBS) olarak kurulduğu rivayet edilmektedir. Yani bir rivayete göre SBS İlluminati’nin ABD’deki devamıdır. İlluminati’nin Rose Croix örgütü ile direkt ilişkisi olduğu bilinmektedir. Hangi ülkede birleşik çalışırlar, hangi ülkede farklıdırlar ve ayrılırlar bilinmez.


Illuminati adını ve üyelerini inanılmaz bir sır gibi saklayan ve ölümcül bir kuruluştur. Bugün hemen her ülkede mevcuttur. Özel eğitim, tören ve alt kültürlerden gelmeyenler İlluminatiye kabul edilmezler. ABD başkanlarının pek çoğu İlluminati’den ya icazet alırlar ya da üyesidirler. Bu gizli örgüte ihanet edenlerin cezası kayıtsız şartsız ölümdür. İlluminati’nin NATO ile veya Gladyo gibi yeraltı örgütleri ile de ilişkisi olduğu sanılmaktadır. Bilinen bazı İlluminati üyesi ünlüler;


Goethe,


Mozart,


Schiller


Herder


MASONLUGUN FELSEFESi BÖLÜM-3





SKULLS AND BONES SOCİETY (KURU KAFA VE KEMİKLER ÖRGÜTÜ-SBS):


Bugünkü Gizli Dünya Devleti'nin önemli karanlık örgütlerinden biri olan Skulls and Bones Society (Kafatası ve Kemikler Cemiyeti- SBS)'nin temelinin 1832'de Amerika'da atıldığı tahmin edilmektedir. Fakat bu örgütün ortaya çıkmasında da Illuminati şebekesinin rolü olmuştur. Bazı tespitlere göre 1832'de ABD'ye İlluminati'nin bir uzantısı olarak William Russell ve Alphonso Taft tarafından getirilmiştir. Alphonso Taft, ABD başkanlığı yapan ve SBS üyesi olan William Howard Taft'ın babasıdır. Fakat bu örgütün 1882 öncesindeki çalışmaları çok fazla bilinmemektedir.


SBS’nin son 150 yılda 2500’den fazla üyesi olmuştur. Bu gizli cemiyete girebilmek ancak davetle mümkündür ve inisiasyon töreni masonlarınkine çok benzer. Fakat tüm ritüeller ve yapılanlar gizlidir, kimse dışarıya bilgi sızdıramaz. Inisiasyon törenlerinde denekler çırılçıplak soyunup bir tabuta girerler, bu tabuttan çıktıklarında yeniden doğmuş sayılırlar. Birbirlerini özel tanıma yöntemleri vardır. Son yüz yılda SBS üyeleri ABD’de en kilit noktalara gelmişlerdir ve özellikle belirli ailelerden seçilen kişiler özenle bu gruba alınır.


Bu cemiyete girebilmek için temel özellik WASP olmaktır (White, Anglo-Sakson ve Protestan). Başka ırka veya geçmişe mensup başka dinden olanlar bu yapıya giremez.


SBS ABD’de pek çok kilit noktaya gelmiş insanın yer aldığı bir cemiyet olmuştur. 6-7 kuşak öncesinden Anglo Sakson ve protestan olmasına çok dikkat edilir. SBS’nin temelinde bir çelik çekirdek iç hücre, etrafında daha büyük bir çember, onun etrafında da daha dış bir yapılanma vardır. Chapter 322 ismi ile de anılan iç merkezin direkt olarak merkezde olmak koşuluyla Trilateral Komisyon, CFR, Bilderberg, Atlantik Konsül (Bir ‘round table’ masonik grubu), Bohemian Grove (veya Bohemian Club), Pilgrem Society, ve SBS’nin dış gölge örgütleri vardır. (yani üye almak için havuz oluşturdukları yan klüpler bulunur.)


ABD’ye yerleşen ve pek çok tüketim aracını kontrol altından tutan ve etkin ailelerden SBS’ye üye verenlerden bazıları şunlardır (çok uzun süredir bu ailelerin mutlaka bir kaç ferdi SBS üyesidir ve araştırıldığında ABD.nin en zengin aileleri olduğu görülür. Rockefeller ve Bush Ailesi dışında diğerlerinin tanınmaması örgütün gizliliğinin bir tezahürüdür.):


Whitney Ailesi,Perkins Ailesi,

Stimson Ailesi,

Taft Ailesi,

Wasdworth Ailesi,

Gilman Ailesi,

Payne Ailesi,

Davison Ailesi (J. P. Morgan ve şirketinin sahibi, her iki dünya savaşında da etkili olmuşlar ve büyük paralar kazanmışlardır),

Pillsburr Ailesi (Un ticareti),

Sloane Ailesi (Ticaret ve parekende satışın dev ismi),

Weyerhauser Ailesi (Kereste ve orman ürünleri tröstü),

Harriman Ailesi (Demiryolu Kralları),

Rockefeller Ailesi (Standard petrol, Chase Manhatten Bank ve binlerce şirketin sahibi CFR, Trilateral Komisyon ve Bilderbergin başındaki aile),

Lord Ailesi,

Bundy Ailesi,

Phelps Ailesi,

Bush Ailesi (Baba Bush CIA ve ABD başkanı, oğul Bush bu örgütlerin bir entrikasıyla ABD başkanlığına getirildi).


SBS toplumdaki hemen her yapıya girmiştir. Bunların içinde Amerika’da Beyaz Saray, Yüce Divan, Medya, Iş ve Endüstri, Federal Banka sistemi, Kanun yapıcı kurullar, Mahkemeler vb vardır. SBS’nin temel ideolojisi Anglo Sakson ve Protestan beyazların dünyadaki hakimiyetini sağlamaktır, ideolojisi oldukça faşistir ve her iki dünya savaşında da bu cemiyet çok önemli roller oynamıştır.


BOHEMİAN GROVE (BOHEMİAN KLÜBÜ):


Bohemian Grove (BG) aynı Skulls and Bones Society gibi gizli amaçlar ve yöntemler için 1880’lerde Kaliforniya’da kurulmuş bir cemiyettir.


Üyeleri, törenleri, ritüelleri ve ne yaptıkları çok gizli tutulur. Merkezdeki çiftlik aynı anda yüzlerce kişinin hafta sonu toplantılarına katılabileceği niteliktedir. ABD’nin hemen her eyaletinde tapınakları vardır. Sembolleri BAYKUŞ’tur. Ritüellerde baykuşa hitap edilir ve bir fetiş olarak baykuş motifi kullanılır. Bohemian Grove’a üye olanlar başka masonik klüplere de üye oldukları için bu rituellere ve sembolizme alışıktırlar.


1970’li yıllarda en kilit noktadaki ve zengin 1000 civarında üyesi olan Bohemian Grove üyelerinin ünlülerinden bazıları şunlardı :


Dwight David Eisenhower (ABD başkanı),

Herman Wouk,

Robert Kennedy (ABD Başkan adayı),

Johson (ABD Başkanı),

Richard Nixon (ABD Başkanı),

Gerald Ford (ABD Başkanı),

Ronald Reagen (ABD Başkanı),

Bill Clinton (ABD Başkanı),

Nelson Rockefeller,

David Rockefeller,

Henry Kissenger,

Edgar Kaiser (Kaiser Industries başkanı),

Henry Morgan (J.P. Morgan Şirketi),

Charles Morgan (J.P. Morgan Şirketi),

Neil Armstrong (aydan döndükten sonra katılmıştır),

Hoover Enstitüsünün bazı ileri gelenleri,

Wernhern Von Braun (Alman roket ve uzay bilimcisi),

David Sarnoff (Işadamı),

Senator Robert Taft (Taft ailesinin SBS ile yakın ilgisini hatırlayınız!),

Lucius Clay, American Express, Standard Brands, Int. Investment Corporation başkanı,

Earl Warren (Yüce Divan üyesi),

Kalifornia valisi Goodwin Knight,

Kalifornia valisi Pat Brown,

Başkan Herbert C. Hoover (1913’te kulübe katılmıştır),

Rudolph Peterson ( Bank of Amerikanın eski başkanı),

Melvin Laird (eski Savunma Bakanı),

William Rogers (Eski CIA bağlantılı Devlet Bakanlığı sekreteri),

Francis Baer (United California bank eski başkanı),

Stephen D. Bechtel: J.P. Morgan şirketi direktörü,

Gilbert Humprey: (National Steel, General Electric, Texaco, National City Bank of Cleveland, Sun Life Insurance direktörü),

Lewis Lapham:( Mobil Oil, Heinz, TriContinental Corp. Başkanı),

Edmund Littlefield:( Wels Fargo Bank, Hewlett-Packard, General Electric eski başkanlarından),

Leonard McCollum: ( Morgan Trust, Capital National Bank eski başkanı)


Dikkat ederseniz Bohemian Grove hem çok zengin hem de en kilit noktalardaki elitlerin oluşturduğu daha üst ve çok daha gizli bir seçkin kulübüdür. En fazla ABD başkanı üyesi olan klüp Bohemian Grove’dur. Ancak bu kulüp ile ilgili birkaç makale dışında yayımlanmış kitap yoktur.


Düşünün 1000’e yakın ABD eliti sürekli bir hafta sonu California’da veya diğer eyaletlerdeki çiftiklerde toplanıp kadınlı, erkekli törenler yapıyorlar ve gizli ritüeller uygulanıyor, inisiasyon törenleri yapılıyor; insanlar komik komik kılıklara veya durumlara giriyor çeşitli dramalar ve roller oynuyorlar. Bunlara bir sürü hizmetçi hizmet ediyor, bir sürü polis bunları koruyor, bir sürü kişi bu kulübe geliyor ve bu kulüp 1880’den beri var. Halbuki masonlukla ilgili kitaplar her yerde satılıyor.


Benzer şekilde Skulls and Bones Society (SBS) konusunda da yazılan kitap sayısı bir avuçtur. Bu örgütleri ABD’de genelde hiç bir Amerikalı bilmez. Bu gizliliğin tek hedefi olabilir, törenlerde ve toplantılarda çok ciddi bazı kararların alınması.


Örneğin atom bombası projesinin kararının verildiği yerin, siklotronu ilk kurgulayan Prof. Ernest O. Lawrence’a bu kararın verdirildiği yer olan Bohemian Grove’dur. Vietnam’a savaş açılması kararının verildiği yer de Bohemian Grove’dur. Kaliforniya’daki çiftlikte bazı zamanlarda ciddi güvenlik önlemli toplantılar yapılır.


Çiftlik San Fransisco’nun 65 mil kuzeyindedir 300-500 kişiyi barındırabilecek ve anayoldan ulaşılamayacak, ancak bilenlerin helikopterle veya arazi araçları ile gidebilecekleri bir alanda tüm çevre yerleşim merkezlerinden uzaktadır ve çok yoğun koruma altındadır. Bu ana merkezin haricinde başka şehirlerde de merkezleri vardır.


Bohemian Grove üyeleri belirli aralıklarla toplanıp klasik ritüelik törenlerini yaparlar. Törenleri bir rahip ile bir rahibe yönetir. Törenlerde genellikle allogerik ve yukarıda tanımını yaptığımız sembolik dramalar oynanır, fakat törenlerle ilgili yazılanlar da çok sınırlıdır.


Bohemian Grove’un merkezinin bu kadar izole olmasına karşın, Bohemian Grove SBS, Pilgrem Society, Rotary Club gibi masonik cemiyetlerle iç içedirler. Bir söylentiye göre BG’dan icazet alamayan bir istihbarat örgütünün başına getirilemez, başkan seçilemez; devlet hatta dünya düzeni ile ilgili pek çok önemli karar buradaki toplantılarda verilir.


Üyeleri yukarıda saydığım gibi en kilit noktalardaki kişilerden oluşur; örneğin 1991 de BG’da olup da aynı zamanda önemli şirketlerde yönetici olanların sayısı şöyleydi: Bank of America 7 direktör, Pacific Gas and Electric 5 director, AT-T 4 direktör, First Interstate Bank 4 direktör, McKesson Corporation 4 direktör, Ford Motors 4 direktör, General Motors 3 direktör, Pacific Bell Telephone 3 direktör.


Ayrıca pek çok istihbarat örgütünün başkanları veya üst düzey yöneticileri de BG veya SBS üyesidir. BG, SBS ile birlikte 1880’ilerden beri Yeni Dünya Düzeni’nin ideoloğudur ve bu cemiyetlerdeki kişilerin çoğu ise Bilderberg, Trilateral Komisyon ve CFR’da yer alırlar.


1974’teki Domhof’un kitabında belirtildiği üzere Bohemian Grove’a üye olan azınlık, ABD’deki o tarihteki tüm malların yaklaşık yüzde 30-40’ına, özel sektörün tüm servetinin yaklaşık yüzde 70-80’nine sahipti.






KONUNUN DEVAMI iCiN TIKLAYIN


About irFaN DeRiN GüNDeM

Hi there! I am Hung Duy and I am a true enthusiast in the areas of SEO and web design. In my personal life I spend time on photography, mountain climbing, snorkeling and dirt bike riding.
«
Next
Sonraki Kayıt
»
Previous
Önceki Kayıt

Hiç yorum yok:

KÜRT ACILIMININ TÜM DESiFRESi

iYi iZLE AKP TÜRKiYEYi BÖYLE SATIYOR _______________________________________________________________________ OLASI BiR iSTANBUL DEPREMi OLURSA AMERIKA TÜRKIYEYI ISGAL EDER