Header ads

Header ads
BU DESiFREYi OKUMAK iCiN .RESME TIKLAYIN KONU ARSiViNDEN DE BULABiLiRSiNiZ
» »Unlabelled » OKTAY SINANOGLU:NEDEN HEDEF TÜRKIYE

OKTAY SİNAN OĞLU

Prof. Dr. OKTAY SİNANOĞLU
BÜYÜK UYANIŞ


yayın hakları / Copyright
Otopsi Yayınevi)

dizgi: otopsi(0212) 2757078

lada ve cilt mas matbaacılık (0212) 2851196

kapak tasarım: C. Özakıncı(p212) 2757078

kapak filmleri: epsilon/(0212) 2759175
Sinanoğlu portre peter tobia/new heaven 2.

BASIM/Ekim 2002










Otopsi
Salkım Söğüt St No: 8
Keskinler İş Merkezi. D:609
Cağaloğlu- İstanbul. >tel/faks:

0212 2757078




BÜYÜK UYANIŞ
Derin bir uykudan uyandım. Rüya kafamda hâlâ taptazeydi; yeni görülmüş renkli bir filim gibi. Nasıl derin bir uyku idi ki o öyle. Sanki elli yıldır uyumaktaymışım.
Rüyamda, halk Türkiye'nin her bir köşesine kadar uyanmış. Herkesin gözünde bir parlaklık; yüzlerinden kendine güven fışkırıyor.
Kadıköy'deyim, Beyoğlu'ndayım, Ankara'da Meş­rutiyet Caddesi'ndeyim, Amasya'da, Antalya'da, Tekir­dağ'da, Van'dayım: Sokaklarda insanlar hızlı hızlı işleri­nin güçlerinin peşinde koşturuyor, ama yüzlerinde telâş­tan, endişeden eser yok; mutlu bir tebessüm, birbirleriyle sevecen selamlaşmalar. Gençlerde azimli, zeki bakışlar. Bazıları düşünceli düşünceli yürüyor; sanki kafalarında çetin matematik meseleleri çözüyorlar. Dolaşırken baktım ki, hayret her yerde kahveler, iş saati, nerdeyse boş. Tek tük müşterili masalarda kağıt, ya da tavla oynayan görünmüyor. Bir gurup genç oturmuş, ciddi, ağırbaşlı tar­tışıyorlar; bazıları önlerindeki kağıtlara fizik formülleri yazıyor. Terbiyeli, saygılı gençler. Düşünüyorum: Ata­türk'ün Türkiye Cumhuriyeti 'ni emanet ettiği gençler ni­hayet yetişmiş.


tanesinin Fransızca, biri İngilizce, iki eyaletinki ise, önem­li bir Afrika dili olan Svahili. Yaa, işte böyle. Zaten berbat bir dil olan, bilime, tekniğe yetersiz İngilizce'ye yüz veren yok."
Çıktım, biraz yürüdüm. Eski dükkânlar, yeni dük­kânlar, ama hayret hepsinin üstünde gayet güzel Türkçe isimler. O, aşağılık duygusu alâmeti, sömürge ruhu belirti­si yabancı dilde adlardan, yazılardan eser yok "Fast Food" kepazeliği olmuş "Tez Yemek", "Cafe" -ki bana hep de "Cafer"i, o adı içeren ayıp tekerlemeyi hatırlatır-yerine "Çay Evi", ya da "Kahvehane".
Bir gazete aldım: Adı "Yıldız", dili tertemiz. İri başlık diyor ki:
Avrupa Devletçiklerinden Ziyaret!..
Altında:
Avrupa'nın ufak dukalıklarının başkanları, borçlarının faizlerini ödemekte zorluk çektiklerinden, yardım, en az azından faiz ertelenmesi talepleriyle Türk banka genel müdürlerini ziyaret edecekler. Ha­zır Ankara'da iken "Avrasya Birliği Para Fonu" AVRAP'ın Ankara'daki Genel Merkezi yetkilileriyle de görüşecekler. Olumlu bir sonuç almaları pek beklenmiyor, çünkü son verdikleri uyum taahhütlerini tam yerine getirebilmiş değiller. Basklar, Bretonlar, Korsikalılar, Keltler, Baku'deki Avrasya Birliği insan Haklan Mahkemesine başvurup duruyor.
Haber devam ediyor.
9

Ankara'dayım; güzel bir tramvay geçti; üstünde "Uluğ Bey Teknik Evrenkenti" yazıyor, şaşırdım. Vay ca­nına, yıllarca uğraşmıştım da, bir evrenkente böyle bir i-sim verdirememiştim. Birine sordum:
"Bu ne? Yeni bir evrenkent mi kuruldu?"
Adam soruma şaşırarak,
"Yok" dedi, "Yıllar önce ABD telkiniyle kurulmuş bir evrenkent vardı ya, epey oldu, onun adı değiştirildi."
Hangisi olduğunu anladım;
"Eğitim dili İngilizce; değil mi?"
Adamcağız yarı şaşkın, yan öfkeli baktı:
"Öyle şey olur mu yahu; burası artık çok şükür, sömürge değil!" dedi övünerek; "Burası Türkiye Cumhu­riyeti. Biz de, Atatürk'ün ısrarla üzerinde durmuş olduğu gibi, eğitim dili her seviyede ve tümüyle Türkçe'dir".
"Yâni yabancı dil öğretilmiyor mu?"
"Allah Allah, siz nerden geldiniz böyle? Elbette her çeşit yabancı diller, meslek dalına göre, yabancı dil öğretimi uzmanlarınca ayrıca öğretiliyor. En çok Çince'ye, Rusça'ya, İspanyolca, sonra Almanca'ya rağbet var."
"Hayret; İngilizce furyasına ne oldu?"
Adam gene yüzüme garip garip baktı:
"Ooho, o eskidendi. O zamanlar kovboy Amerika görünüşte güçlüydü, kölelerine Tarzanca'yı dayatabiliyor­du. Orada yuvalanmış "küresel kıraliyetçiler", sahte Avru­pa Birliği, IMF gibi araçlarını kullanarak, ulus-devletleri parçalıyor, o da sökmezse bomba ıstoklarını tüketmek için saldırıyorlardı. O günler çoktan geçti evlât! Sonunda oyunlar ABD içinde de yoğunlaştı. ABD'yi 12 eyalet-devletçiğe böldüler. Sekizinin resmî dili İspanyolca, bir



KİME OY VERECEĞiZ BE KARDEŞiM?

Anî sağanak bastırdı. Üstüm zil, şemsiyem yok. Islak tarla faresine dönüşüyorum. İnsanlar değil de, Ame­rika'nın neft (petrol) satışları düşünülerek yapılmış otoyol gibi caddeden, arabaların arasında harp filimlerindeki gibi zikzak koşarak karşıya geçtim. Pervazın altına sığındım, sonra devlet dairesine girdim. Ufak bir işim düşmüştü.
Yaşlı başlı insanlar, bir şeyler imzalatmak için bü­yücek bir mekânda bekleşiyorlardı. Sonunda üst katta kendimi el pençe divan, küçük bir odadaki tek memûre hanımın önünde buldum. Başını önüne eğmiş, evraklarla boğuşurken bir yandan ne istediğimi sordu. Söyledim; i-şim kolaymış, matbu saman kağıdını uzattı. Bir yerlere dolaştırılacak, birkaç imza alınacak. Ben, boynum bükük teşekkür ederken, nihayet kafasını kaldırıp yüzüme baktı.
Birden tanıdı; meğer kitaplarımızı okumuş. Kısa bir sohbet. Ben bu laflan pek açmam ama, söz dolaşıp se­çimlere geldi. Genç bayan aydın bir kişi. Ülke satan fırka­lardan birine değil de, gerçek ulusal sorunlarla mücadele etmekte olduğu için hızla büyümekte olan bir fırkaya (par­tiye) oyunu vermek istiyormuş. "Ancak," diyor, "Şeddi (barajı) geçemezler de oyum ziyan olur diye tereddüt edi­yorum." Hım... Bunu bir çok kişiden duymuşsunuzdur. Çarpıtılmış (ayarlı basın-yayının etkisiyle mi?) bir mantık, öyle şey olur mu kardeşim?
Sen tut, "oyum ziyan olmasın" diye vatanı alenen, veya sessiz sedasız (gıksız) yabancılara teslim eden ayarlı,
11

Bir de, aynı ülkelerde bir
heyeti bekleniyor. Onlar da Türk Ülkeleri ve Rus, Çin, Birleşik Kore, Ukrayna, Iran, Hint, Japon Askeri işbirliği Kurultayı'na gözlemci olarak
Aralarda, teknoloji ihtiyaçlarını dile getirebilmeyi
İşte böylece rüyam gözümün önünden geçerken yüzümü yıkamış, yarım bardak yağsız süt içip biraz muz yemiş, giyinmiştim bile. Sokağa çıkıp bakkaldan gazetemi aldım. Bir iki sokak ötedeki kahvehaneye girdim. Ama durakladım. Her zamanki kağıt, ya da domino oynayan
k yoktu. Bîr masada birkaç genç oturmuş, dikkat
kesilmişler, aralarında birinin bir deftere yazdıklarını izliyorlardı. Masanın yanından geçerken defter sayfasına gözüm ilişki: Bildiğim, araştırma düzeyinde derin bir fizik konusunun forrmülleri. Geçip boş bir masaya sandalye çek­tim. Çaya gelirken, elimdeki gazeteyi, açtım. Hayret: Ga­zetenin adı 'Yıldız "dı; iri haber başlığı ise: "Avrupa dev-letçiklerinden"
' Demek "Büyük Uyanış" rüya değildi, Başlamıştı bile.
Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu 11 Mart 2002 Mühürdar, istanbul
10

mayan yerlere kiliseler açtı mı? Gezim (turizm) bahanesiyle bin yıllık coğrafî Türk adlarını Yu­nan adlarına çevirdi mî? '•
6) Yeni sömürgeciliğin baş aygıtı IMFye veya
hükümet ortaklarına "uyum sağlıyoruz" diye
Türk tütününü şeker sanayini ve tarımım ya­
saklattı mı? Hayvancılığı yok edip dışardan et
ithaline yol açtı mı?
7) Bir sûre önce kendini ve daha birçok ülkeyi
besleyen buğday çiftçisini perişan edip halkı
açlığa mahkûm etti mi? Kilometre karelerce ta-
nm arazilerini yabancılara peşkeş çekti, kaptır­
dı mı?
8) 3 Ağustos 2002'de, meclisi tatilden çağırıp Av­
rupa Birliği'nin bile haberdar olmadığı, I,x3-
zan'da kazanılmış .haklarımızı iptal mânâsına
gelen, sonunda Türklerin Türkiye'den koyul­
masına yol açacak yasaları alelacele çıkardı
mı? Bunları halka "AB uyum yasaları" diye
yutturup imzayı bastı mı? Ya da engel olabile­
cekken olmadığı gibi, bir de, seçim takiyyesi
ile ağız değiştirdi mi?
9) Bankaları "özelleştirme" yaygaraları ile yok
pahasına ona bana peşkeş çekip üstelik milletin
en az 80 milyar dolarını hortumlattığı gibi, son­
ra da fiilleri serbest bıraktı mı? Paraların nere­
ye gittiğini sormak şöyle dursun, kuruşuna ka­
dar, paraların hangi ülkelerin hangi bankaların-
da olduğunu tespit eden' devlet görevlilerim iş­lerinden attı mı?

Sayın Erol Bilbilik'in tabiriyle işbirlikçi, "büyük" arkalara oyunu ver. Sonra da pişman olup gidişattan yakın! Olmaz öyle şey. Küçük bir fırkaya da oyunu versen, ta, içerdeki satılmışlara gidecek oylardan bir eksik olması demektir; kârdır. Kaldı ki, hızla büyümekte olan, belki de ülkenin son umudu, ulusal bir güç fırkasından
Yükselen suların önünde durabilecek hiçbir sed yoktur.
Herkes soruyor: "Oyumuzu kime vereceğiz be kar­deşim?" "Şaşırdık kaldık" diyorlar. Herkes aklini ve gön­lünü devreye sokarak karar verecek. Ancak bunu yaparken kişi kendisine şu sorulan sormalı:
1) Bu fırka, "illâ da gireceğiz, illâ gireceğiz" de­
yip nedenini bile halka izah etmeden bizi AB
Gümrük Birliği'ne tek taraflı sokup bize 60
milyar dolar Avrupa kazığı attırdı mı?
2) ''15 günde 15 kanun" diye "yabancı devletler
de [Türk] topraklarını (yâni vatanı)satın alabi­
lir" gibi yasalara metni bile okumadan im-
. zayi bastı mı? ;
3) Hukukumuzu "tahkim" diye nereden çıkağı belli olmayan bir lâfla daha deprem enkazından cesetler çıkarılırken yabancı devletlere teslim etti mî?
4) Sahte Atatürkçülük edebiyatı yapadururken A-
tatürk'ün milli eğitimin milli olması temel ilke­
sini hiçe sayıp Lozan'ı da yırtıp yabancı mis­
yoner okullarının ana okulu bile açmalarına
destek oldu mu?
5) Bir taraftan Müslümanlık edebiyatı yaparken
diğer yandan belediyelerinde hiç Hıristiyanı ol-
12
TÜRKİYE NEREYE GiDiYOR?
MeltemTV, Diyalog, 3 Şubat 2001
M. Bayraktar: Değerli izleyiciler, yine Diyalog programındasınız. Bu akşam çok önemli ve kıymetli bir konuğum var. Paha önceki programlarımızdan tanıyorsu­nuz, Prof. Dr! Oktay Sinanoğlu hocamız.
Türkiye son günlerde öyle yoğun gündem madde­leriyle kavruluyor, yoğun günler yaşıyor ki;
bu gündem maddeleri aslında bir başka ülkede meydana gelse herhal­de o ülkede ciddi sosyal problemler meydana gelir. Son günlerde Ermeni soykırım tasarısının Fransa'da kabul e-dümesi, Diyarbakır'da bir emniyet müdürünün şehit edil­mesi, yolsuzluk olayları ve bu olayların üzerine gidilme noktasında siyasi kesim ile adalet mekanizmalarının karşı karşıya gelmesi ve bunun devamında da mecliste bir mil­letvekilinin kalp krizi geçirmesi gibi iç ve dış olaylar Tür­kiye'nin gündemini işgal ediyor. Bir taraftan AB'ye giriş sürecinde Türkiye'nin çözmek zorunda olduğu problemler, bir taraftan Türkiye'nin içeride yaşadığı siyasi, sosyal ve ekonomik problemler Türkiye'yi iyice kıskaca almış du­rumda, işte biz Türkiye'nin dışarıdan, içeriden karşı karşı­ya kaldığı problemleri çok geniş bir perspektifte, dünyaca tanınmış bir bilim adamının dilinden sorular sorarak ken­disiyle cevap bulmaya çalışacağız. Sizleri çok geniş yelpa-
15

10) Yolsuzlukları ayyuka çıkan sabık bakanları . aday listelerinin başlarına yerleştirdi mi?
Daha nice nice sorular...
Bu sorulardan bir veya bir kaçına, büyük ihtimalle tümüne "evet" cevabı verdirten fırkalara mı oy vereceksi­niz? Şu arkanın kazanma olasılığı var diye kestirip hemse-rimize bir hademelik işi, veya bize de ufak bir ihale verir­ler diye mi?
' Hayır. Türk Ulusu artık uyanmıştır. Ufak tefek şahsî çıkarlar peşinde koşanların, çoluk çocuğunu ilelebet köleliğe, açlık ve sefalete, ve yakın gelecekte zulüm ve soykırımlara mahkum edeceğini bilmektedir. Tek kurtuluş yolu bağımsızhğına, kendine, vatanına, haysiyetine sahip çıkmak, Atatürk'ün izinde "gaflet, dalâlet, hattâ hıyanet
22Eytüt2002 "Yarının Ankarası "ndan
14

anlatacağız. Kimse biz konuşurken daha fazla ümitsizliğe sakın kapılmasın. Biz ümitsiz olsaydık gecenin bu saatinde iki saatte buralara kadar gelmezdik ve bu işlerle uğraşmazdık. Türkiye'nin her tarafında da milletimize bazı şeyleri anlatmaya uğraşmazdık. İş bitti, derdik, bıra­kırdık. Kimse ümitsizliğe kapılmasın. Bende ümitsizlik yok. Çünkü, durumu açık seçik ortada konuştuktan sonra çıkış yollarından bahsedeceğiz. Bu millet öyle kolay kolay işi bitirilecek bir millet değildir. 10 bin senede 500 yılda birkaç kere Ergenekon çıkarmıştır. Daima birileri "Bura­nın işini bitirdik," demişlerdir. Binlerce sene Çinliler "Türklerin işini bitirdik," demişlerdir. "Avrupa'da bitir-dik,"demişlerdir. Ne olmuştur? En son da Kurtuluş Sava-şı'ndah önce demişlerdir. Fakat bu millet daima tam işi bitirildi denilirken 50 yıl sonra dünyanın en büyük devlet­lerinden biri veya en büyük devleti gene olmuştur. Bu mil­letin içinde bu güç hala vardır.
Nasıl kurtulacağız?
Bu kötü durumdan milletçe kurtulacağız. Ama na­sıl kurtulacağız? Onu iyi düşünmek lâzım ve de önce du­rumumuzu çok iyi kavramalıyız. Hastalık ne kadar feci olursa olsun, teşhis edemezsek çaresini nasıl düşünebili­riz? "İki sene önce dedin," diyorsunuz. Daha beş altı sene evvel de dedim. Ha, niye dedim? Bizde bir laf vardır. "Perşembe'nin gelişi Çarşamba'dan belli olur." Ben bu söze bir şey ilâve edeyim. Eğer dünyanın her tarafinı iyi tanıyorsan ve matematik biliyorsan yada kafa matematik gibi çalışırsa, o zaman Perşembe'nin gelişini Çarşam-
17

zede, çok tatlı bir Diyalog Programı izlemeye davet ediyo­rum. Evet, hocam tekrar hoşgeldiniz diyorum size,
Türkiye'nin İşini bitirdiler mi?
Biz sizinle iki sene önce, 1999 yılında zaman za­man programlar ve özel sohbetler yaptık. "Türkiye'nin 2000 yılında işini bitirecekler." diye bir iddianız vardı. Hatta ben de bu konuda bir iki yazı da yazdım gazetede. Türkiye'de 2000 yılı içerisinde öyle korkunç olaylar oldu ki, şahsen "Türkiye 'nin işini bitirme " cümlesinin ne anla­ma geldiğini anladım. AB'ye giriş sürecinde karşılaştığı­mız olaylar, Türkiye'ye yapılan dayatmalar, 2001 yılına sarkan, aslında temelleri 2000 yılında atılan Ermeni soykı­rım tasarılarının Amerika'dan Batı Avrupa başkentlerine kadar geniş bir şekilde kabul bulma noktasına gelmesi, Türkiye gerçekten işini bitirme cümlesinin ne anlama gel­diğini aklı başında insanların yorumlayacağı bir noktaya geldi. Önce şunu soracağım: Bunu hangi anlamda söylüyordunuz, yaşadığımız olaylardan yola çıkarak bir tahlil yapabilir misiniz? Düşündüğünüz tarzda tehlikelerle karşı karşıya kaldı mı Türkiye? Öncelikle bunu konuşalım istiyorum.
O. Sinanoğlu: Bizi izleyenlerin akşam şerifleri hayırlı olsun, merhabalar diyelim. Baştan şunu söylemek istiyorum: Türkiye çok acıklı günler geçiriyor. Vahim bir durumdayız ve bu vahim durumların bir görünenleri var, bir de görünmeyen daha vahimleri var. Bilhassa, biz onlar üzerinde dururuz. Çünkü, o görünenleri hazırlayan o gö­rünmeyen vahim durumlardır. Bu akşam acı bir şeyler
16

rulacak." diye kehanetler ve plânlar varmış, yüzyıllardan beri. Allah Allah 2000 benim düşündüğümün 5 sene son­rasında. "2001 'de bitmesi muhtemel,"diyorduk. Neyse tüm bunlar işin yan şakası. Fakat hiçbir şey kendiliğinden olmuyor.
Avrupa, Avrupa.,.
M. Bayraktar: Hocam, bilhassa Türkiye'nin AB'-ye adaylığından sonra bazı olaylar daha yoğun bir şekilde karşımıza çıkmaya başladı. Ne hikmettir mesela, Ermeni soykırım taşanları birden önümüze geldi. İleri dönemde "Pontus Soykırım Tasarıları" muhtemelen önümüze ge­lecek. Önce hadiseyi temellendirmek için şu sorulan sor­malıyım. Türkiye'de bazı kesimler Türkiye'nin mutlaka AB içerisinde yer alması gerektiğini söylüyorlar. Medeni­yetin, teknolojinin, modern toplum olmanın, kalkınmanın, Atatürkçü olmanın tek bir yolu olarak gösteriyorlar. Tek yol Türkiye için sizce AB mi? Neden illâ AB diyorlar?
O. Sinanoğlu: Diyorsunuz ki, AB'ye girme süreci gündemdeyken, bu işler olmaya başladı. Bir sonuç çıkan-yorsunuz haklı olarak. "AB'ye girebileceğiz." gibi görü­nüyor, ama "Aman girmesinler." diye Avrupa böyle işler çıkarıyor. Hayır. Efendim. Hiç öyle değil. AB'ye Türki­ye'yi sokma lafının çıkarılması, AB'ye girersiniz, girmez­siniz., diye bir şeylerin dayatılması, uzun vadeli plânının bir parçasıdır. Zannedildiği gibi bu olaylar onun sonucun­da olmuyor. Bu olayların hepsinden biraz sonra bahsede­ceğiz, kamuoyunda hafıza fazla uzun vadeli olmaz. Tür­kiye'de son altı aydır, bir senedir olan olaylan bile hatırla-
19

ba'dan değil, bir önceki Çarşambadan tahmin etmeye baş­larsın. Bu işler aniden olmadı. 1945'den beri adım adım hazırlandı ve daha biz ilkokuldayken bu işlerin bazı nokta­lara varacağını, farkettik. Milleti uyuta uyuta, saptıra sapta­ra, şaşırta şaşırta bir yerlere kadar gelindi. Son olaylar ise, işin son perdesidir. Hiçbiri yeni olmadı. 2000 yılında diye kehanet yapmıyoruz. Bunların geleceği belliydi. Matema­tik gibi düşünürsen olayları biraz uzatırsan denklemin eğ­risini, aşağı yukarı beş sene artı eksi değişebilir, diye dü­şünüyordum. Altı ay veya en fazla bir sene yanılabilirim.
Ameıika'daki dinî tv kanalları
Amerika' da bir sürü dinî kanal var. "Dinî kanal" diye bazı kanallara kızarlardı. Şimdi zaten hiçbiri kalmadı da. Amerika' dakiler öyle dinî kanal değil. Dinî kanal olup da bir saat Hıristiyanlık anlatacak, sonra da beş saat göbek havası çalacak, kovboy filmi gösterecek, öyle kanal değil. Amerika'da günde 24 saat Hıristiyan yobazlığı yapan bir çok dini kanal var. Sabahtan akşama kadar ve gayet ilkel bir din propagandası yapılıyor bu kanallarda. Milletten de bir sürü para topluyorlar. Ara sıra bakıyoruz bu kanallar ne diyor, diye. Kendilerine göre bir haber programlan var. O programlarda üç sene evvelden beri 2000'de 2000 diye tutturdular. Biz de düşündük ki; 2000'de bir iş ve plân var.
M. Bayraktar: Türkiye konusunda mı 2000 yılın­dan söz ediyorlardı?
O. Sinanoğlu: Türkiye'den bahsetmiyor. "2000'de bir şeyler olacak." diyor. "Buralarda büyük bir devlet ku-
18

Türkiye'de bankada herkesin parasını devlet vere­cek, bankanın borçlarını da devlet ödeyecek. "Bu ne de­mektir?" "Sen bankayı soy; al parayı götür." 'Teki para nereye gidiyor?" Paranın çoğu Amerika'ya gidiyor. Ame­rika için 10 milyar dolar az para değil. Türkiye için çok fazla bir miktar. "Sonuçta ne oluyor?" Eskiden bir ülke diğer ülkeyi işgal ederdi. Hazinesini, altınlarım her şeyle­rini yükleyip götürürdü. Bu yüzyılda teknik değişti. 10 tane aracı bulursun, kanunları da ona göre önceden çıkart­tırırsın. Sonra dersin ki; "Sen bankaları soy getir, bana ver. Al sana da komisyon."
Ekonomik çökertme harekatı
Türkiye'yi iktisadi olarak aniden çökertme hareketi 2 sene evvel başladı. 2 yıl önce Türkiye'de iktisat gayet iyi gidiyordu. Bir sürü kocaman gemiler geliyordu İstanbul'a. Sanayi, ihracat, esnaf, Anadolu'nun esnafi her yerde hatta dışarılarda işler yapıyordu. Muazzam bir gidiş vardı. Altı ay içinde bu işlerin hepsi birden kesildi. Dışarıdan malla­rımızı almaz oldular. Birden bire turist gelmez oldu. "Niye turistlerin ayağı birden kesildi?" Çünkü, 3 tane devlet Amerika, Almanya, İngiltere aynı gün ahalisine dedi ki; "Türkiye'ye gitmek tehlikelidir." Türkiye, hükümetçe ya­yınlanan gidilmesi tehlikeli ülkeler listesindeydi. Ertesi gün turist kalmadı. Zaten 50 senedir iktisadi durumunu tamamiyle birinin ağzından çıkacak iki kelimeye bağla-mışsan; canlan istediği an senin iktisadını bozabilirler. Türkiye'de "Sanayisiz Kalkınma Modeli" deyip de 1980'lerde sanayiyi öldürürsen, yeni yatırım yapmazsan,
21



sak, hepsi belli bir düzenin, belli bir plânın parçası gibidir. Hiç biri tesadüfen olmamıştır.
Banka soygunları
Neler olduğuna gelirsek; Her memlekette, Ameri­ka'da da oluyor, birileri gidiyor bankanın birini 1-2 milyar dolar soyuyor. O da paralan başka bir ülkeye gönderiyor. Yakalandıktan sonra "Tenis Kulübü" denilen zenginler için yapılmış bir yere koyuyorlar. Bu adam tenis kulübün­de altı ay tenis oynayıp çıkıyor. Amerika parayı o ülkeden istiyor. Onlar da diyor ki; "Bizim paramız vermeyiz." Böyle şeyler her yerde oluyor. Ama nerede görülmüştür ki, aniden 11 banka soyulsun. Türkiye gibi bir ülke için 10 milyar dolar korkunç bir meblağdır. 11 tane banka birden soyuluyor. Peki ne zaman, nasıl çıkıyor ortaya? Bu paralar gittikten sonra ortaya çıkıyor. Boşaltılan bankalardaki hal­kın parasını da devlet ödüyor. Kanunlar önceden hazır­lanmış. "Bankayı soyun." demişler. "Biz parasını veririz." demişler.
M. Bayraktar: Hırsızın bir kabahati yok.
O. Sinanoğlu: Adeta denmiş ki,"Bak, öyle güzel kanun yapıyorum ki, sen bankayı soyarsan; halkın parasını öderim." Her ülkede tasarruf mevduatı için 100 bin dolara kadar bir sigorta vardır. Banka sigorta parası öder. Biriken paralar da bankanın başına bir felaket gelirse; senin o ban­kada 250 bin doların varsa 150 bin dolan havaya uçar. 100 bin dolarını ancak sigorta verir. Hafif bir koruma 100 bin dolara kadar var.
20

O. Sinanoğlu: 40 yıldır Amerika, Avrupa'nın her ülkesi, Asya, Japonya, Hindistan bu'ülkelerin hepsinde hem kültürel, hem de bazen devletin en baştakileriyle te­maslar yaptım. Oraların ciğerini biliyorum. "Amerika'da 30 sene kalmış da, sonra gelmiş de Türkiye'de ahkam ke­siyor." zannetmeyin. Türkiye'de 40 senedir milletin basma gelecekleri daha önceden görüp, dünyadaki olaylarla kar­şılaştırarak, kafayı çalıştırarak, hepsini çok iyi tanıya-rak,"Türkiye'de neler oluyor?" bilerek ve hükümetlere anlatmaya çalışarak vaktimizi geçiriyoruz.
Yine Avrupa
Türkiye'de "Evrenseliz, küreseliz, AB uygarlıktır" diyen takımın dünyadan haberi yoktur. Bunu diyenler ne Batı'yı bilir, ne Doğu'yu bilir. Aslında ne küreseldir, ne evrenseldir benim olduğum kadar. Yeni mi oldu? Hayır. 40 senedir, birileri çıkar Türkiye'de her hükümet zamanın­da hiç farketmez, hangi partiden olduğu da hiç farketmez. "Efendim, illâ AB'ye gireceğiz. Peki hangisi şimdiye ka­dar bir televizyona çıkıp da "Ey ahali bakın! Bir AB mese­lesi var. Biz AB'ye girersek şu faydalan olur, şu zararları da olur. Ama bunun faydalan ağır basar, girelim." diye izah etti. Kimse böyle bir şey anlatmadı. "İllâ girelim." deyip dururlar. Sanki bir yerden emir alıp vazifeleri papa­ğan gibi bunu söylemektir. Hakiki sebepler gösterip konuyu tartacaklarına, faydamız ne olur?, zararımız ne olur? tartışacaklarına, "AB'ye girmek uygar olmak de­mektir. AB'ye karşı çıkan ya gericidir, ya komünisttir, yahut irticadır," diyorlar. Bunlar da zamana göre değişir.
23

sanayi kurmazsan, iktisadını turizme bağlarsan; başka dev­letin cam istediği zaman der ki,"Orası tehlikelidir, gitme­yin." Senin ekonomin de biter. Daha önce de birini gönde­rir, ya da birilerine düğmeye basar bir yerlerde 2 tane bomba patlattırır. Bu tip işler birçok ülkede yapılıyor. Fili­pinler'de, orada burada. Canlan istediği zaman bir yerde 1-2 tane bomba patlatıyorlar. Sonra "O ülke tehlikeli." diyorlar. Hükümetler düşüyor, iniyor, çıkıyor, istikrar bo­zuluyor. Senelerdir birçok ülkede yapılan oyunlar. Dahası da var, dahası da olabilir. Bir gün Rusya -Rusya artık Amerika'nın dediğini yapmak zorundadır. Çünkü Rus­ya'da gırtlağına kadar borca giriverdi. Sovyetler çöktükten sonra borçlandırdılar. Çökmeden önce hiç borcu yoktu. -"Türkiye'ye doğalgaz getirmiyorum", Amerika'nın petrol şirketleri de "Türkiye'ye petrol vermiyorum.", Diğer ülke­ler de vatandaşlarına der ki, "Türkiye tehlikedir, gitme­yin." Başkası da "Ermeni soykırımı" der. Türkiye'nin ikti­sadı birden bozulur. Devlet benzeri durumları 50 yıl önceden düşünüp tedbirlerini almak ve dış politikasını yönlendirmek zorundadır. Günlük, dışarı bağımlı poli­tikalarla uzun vadeli yaşanamaz.
M. Bayraktar: Önümüzde seçenek yok mu?
O. Sinanoğlu: Hayır, öyle bir şey yok. 50 senedir bu işler hazırlandı.
M. Bayraktar: Peki hocam, biraz önce AB ile ilgili sorduğum soruyu biraz daha ayrıntılı anlatır mısınız? Türkiye'de AB ile çağdaş uygarlık aynı paralelde değer­lendiriliyor. AB'ye girmenin çağdaş uygar bir devlet ve toplum olmanın tek yol olduğu gösteriliyor. Öncelikle siz kaç yılınızı Batı'da geçirdiniz?
22

takımındandır. Öbürleri de zengindir. Bunlardan o ayarlı basın yayında, üniversitelerde, her sanayi teşkilatta da var. Bunlar hep bir ağızdan "Hayır. İllâ AB'ye gireceğiz. Av­rupa uygarlık. Uygarlıktır oraya girmek," edebiyatı yapar­lar. Avrupa'nın neresi uygar? Avrupa ırkçı, birkaç yüz senelik bir yaldızı olan hunhar, barbar kavimlerin birleş­mesinden oluşur. Daha yeni Avrupa'nın ortasında olan Bosna, Kosova katliamlarına bir bakın.
M. Bayraktar: Hocam, sizin de dediğiniz gibi "İngilizlerin yönetimine girmemiz lâzım ki, kurtulalım." diyerek mandacı görüsü benimseyenler vardı. Bugün de "İngiliz" demiyorlar da, "Batı ile entegre olmazsak..." şek­linde biraz daha küresel kavramlarla susuyorlar. Tamam herkes görüşünü söyleyebilir. Ama gerekçesini de ortaya koymak zorundadırlar. Ülkenin ne kazanacağı hiçbir za­man söylenmiyor. İlginç bir şey oluyor bu süreçte. Bir taraftan biz uygar denilen Batı ile birlikte olmak için çır­pınıp didinirken, Gümrük Birliği'ne girip beş yılda 25-30 milyar dolar açık verirken, bütün ekonomik düzenimizi ona göre yaparken, eğitimimizi değiştirirken öbür taraftan parlamentolarından "siz soykırımcı bir ülkesiniz" kanunu çıkarıyorlar. Avrupa insanı bize bu gözle bakıyor.
O. Sinanoğlu: Bu plânın bir parçasıdır. 50 senede plân üzere içinden oydular oydular, kıvama getirdiler. İçe­riden ve dışarıdan hazırlanmış olan duruma uluslararası hukuki kılıf yaratılmaktadır. Yoksa, Ermeni soykırımı yapmıştır, yapmamıştır öyle bir sonuca varılmış, öyle zan­nediyorlar değildir. Bu bir siyasettir. Adamlar böyle bir şey çıkarıyor. Türkiye'nin tasfiyesi için zaten içinden ve dışından birçok şey hazırlanmış. Bilhassa içinden hazır-
25



Daha önce komünist derlerdi, şimdi de irticacı derler. Bir yerlerden bunlara vazife veriliyor. Nasıl veriliyor? Bunları savunanları şimdi açın okuyun.
Atatürk Araştırma Kurumu Ankara'da birkaç yıl evvel "İngiliz Muhipleri Cemiyeti" hakkında bir kitap bastı. Açın bakın. Kurtuluş Savaşı yapılırken, başlarken İstanbul'da kurulan İngiliz Muhipleri Cemiyeti'nin bünye­sinde hoca efendiler, o zamana göre çağdaş uygar geçinen Tanzimat kafalılar, her türlü ahali var. Bunlar birden bire Anadolu'nun her tarafında şubeler açıverdiler. Hatta bir partinin il, ilçe teşkilatı (1918-19) İngiliz Muhipleri Cemi­yet i'nin şubesi oluverdi. Bu kişiler "Batı'yla niye savaşa­lım, İngilizler bizim hamimizdir, bunlar çok medenidir. İngilizlerle beraber bir şeyler yaparsak kurtuluruz, hem de medeni oluruz. İngilizler şöyle uygardır, böyle uygardır." deyip; bir taraftan da el altından Kurtuluş Savaşı'nı baş­latmakta olanlara suikastler tertipliyorlar. Kurtuluş Savaşı kazanılınca Atatürk bu cemiyetleri kapattı. Bu cemiyetler İstanbul'da hemen İngilizce eğitim yapan okullar açmaya başladılar. Kimisi gizli, kimisi açık, kafaları-beyinleri dı­şarıda olan, bir yerlerden emir alan cemiyetler faaliyete başladılar. Bu cemiyetler daha sonra yaygın hale 50'lerden itibaren tekrar getirildi. Atatürk'ün bütün yaptıklarının tersine, birden bire bu cemiyetler gene kuruldu, geliştirildi. Neredeyse kasabalara kadar indirildi ve bütün gayreti yeni bir dünya düzeni, kardeşlik gibi tatlı gelen lâflar söyleye­rek bizi Batı'nın kölesi yapmaktır. Bu cemiyetlerle bağlan­tısı olan basın yayında bir sürü köşe yazan vardır. İleriki saatlerde köşe yazarlarından bahsedeceğim. Son günlerde neler diyor adamlar. İyileri de vardır da, onlar fakir fukara

24

O. Sinanoğlu: Hatta o mu dedi acaba "Etki Ajanı" diye.
M. Bayraktar: Onu başkası söyledi.
O, Sinanoğlu: Türkiye'de bunun böyle olduğunu herkes biliyor artık.
M. Bayraktar: Hocam bu ajanlar nasıl çalışıyor­lar? 200 bin hain nasıl devlete girmiş durumda?
O. Sinanoğlu: İngiliz Muhipleri Cemiyeti' nden olmayan bir yerlere gelemiyor. Bunu herkes biliyor. Niha­yet ne üniversitede bir yere gelebiliyorsun, ne de başka bir kurumda. Yeni dünya düzeni, milletler, ordular, diller kalmayacak. Tek bir dünyada, insanlar arasında hır gür olacağına herkes kardeş olsun. Bu tam bir uyuşturucu şek­linde verilen çok zehirli bir ilaç gibidir. Dünyada kim or­dusundan, milletinden, biliminden, kültüründen, kimliğin­den vazgeçmiş ki, sen de vazgeçiyorsun. "Herkes bu özel­liklerinden vazgeçti, biz de vazgeçelim de adam olalım." gibi böyle bir büyük yalanla milletin beyni yıkanarak, menfaatler uğruna bu noktaya geldik. Dünyada da ve Tür­kiye'de bir sürü insan durumu biliyor.
M. Bayraktar: Hocam bu etki ajanları nasıl çalışı­yorlar? Bu söz bir bakana ait. "Türkiye'de etki ajanları vardır."dendi. Daha sonra bunun arkası gelmedi gerçi.
(X Sinanoğlu: Başkaları arkasını getirdi. Sonra bakam da biliyorsunuz. Hatta destekleyenler çıktı, bu iyiye alamettir. Diğer ülkelerde insanlar becerilerine, liyakâtla-nna, yeteneklerine, yapılarına göre birtakım işlere konur­lar. Türkiye'de böyle bir şey yok. Ben bunu 40 senedir görüyorum. O ocudur, bu bucudur gibi, Meselâ, üniversite solcularınmış, bunlar kendilerinden olmayanı hatta hade-
27

lanmış, vatan haininin bu kadar bol olduğu bir ülke dün­yada yoktur. Şimdi bu tasfiyeye uluslararası hukuki kılıf birçok ülkeden birden düğmeye basılıp çıkarılmakta­dır. "Fransa durup dururken niye böyle bir şey yapıyor?" Yahu durup dururken olmadı. . İçeriden dışarıdan 50 sene­dir hazırlandı.
Soykırım taşanları
M. Bayraktar: Bu kanunu Fransa Parlamento­su'na getiren Fransız Parlamenter Türkiye'nin gösterdiği tepkiler üzerine şunu da söyledi: "Kanunun çıkacağını siz bilmiyor muydunuz? 1990-92'de, aklı başında bir insan bu kanunun Fransız Parlamentosu'ndan çıkacağını tahmin etmesi lâzımdı. Gerçekten siz bilmiyor muydunuz?" diye­rek Türk siyasetçilerini ileri görüşlü politikacı olmaya davet etti.
Böyle kanunlar çıkarken, Türkiye'nin dış temsilci­likleri, konsolosları, büyükelçileri ne yapıyorlar? Kanunun çıkmasına kadar bir süreç var. Herhangi bir tedbir, önlem yapılamıyor mu?
O. Sinanoğlu: Fransa'da bir sürü diplomatımız öldürüldü daha önce.
Türkiye'de Ikiyüzblnden çok hain var
M. Bayraktar: Hocam biraz evvel Türkiye'de dışarıdan emir alan insanlardan bahsettiniz. "Dışarıdan talimat alanlar her kesimde var," diye bir cümleniz oldu. Kamuran İnan mecliste bir konuşmasında "Türkiye'de 200 bin tane hain var," dedi.
26

O. Sinanoğiu: Gerçek bilimsel araştırma yasa gibi bir şey. Yani yaparsan başına bela gelir.
M. Bayraktar: Zaten son dönemlerde üniversitele­re gönderilen yazıların büyük bir çoğunluğu bilimsel ça­lışma yapılmasını teşvik yönünde değil. Bilimsel çalışma nın teşviki dışında yazılar,
O. Sinanoğlu: 1970'lerde Türkiye'deki üniversite­lerde bilimsel araştırma havası başlamıştı. Ayrıca bir de yerli sanayiye teşvik vardı. Tabii bu da birtakım uygula­malı dallarda araştırmayı körüklüyordu. Türkiye'de bir şeyler yaratılmaya başlıyordu. Tabii o zaman düşündüm ki, bu durum bazı dış güçlerin hoşuna gitmez. Hemen ted­birini alırlar. Nitekim ondan sonra bu YÖK kuruldu. YÖK de herhalde kendiliğinden kurulmadı. Böylece üniversite­lerde araştırmalar aniden bitirildi.
Sanayisiz kalkınma olur mu?
M.. Bayraktar: Sanayinin de önünün kesilmesi de aynı tarihe yansıyor.
O. Sinanoğiu: Sanayi de aynı zamanda bitirildi "Sanayisiz Kalkınma" diyerek, aynı Gambiya'da İngilizce rin yaptığı gibi Afrika'da olduğu gibi.
M. Bayraktar: Hocam, Batı'da sanayi olmadan kalkınan bir ülke var mı?
O. Sinanoğlu: Sanayisiz kalkınma olur mu? Tu­rizm gibi işler pastanın üstündeki pudra şekeridir.
M. Bayraktar: Bizi pudra şekeriyle mi katlandırı­yorlar?
29

me bile almazmış. Son yıllarda olan şeyler bunlar çok eski değil. Yeni kurulan üniversitelerde benzer kadrolaşmalar var.
Öbür tarafta efendim sağcılar hakimmiş, onlar da ancak kendi adamını alırmış, öbürünü almazmış. Al birini, vur öbürüne. Elişi doçent, profesör olacak, adamın yetene­ğine bakılmaz. Hatta bakılır da şöyle bakılır: Adam haki­katen ciddi araştırmalar yapmışsa, bilime katkılar getir­mişse, bilim adamı yolundaysa; O profesör olamıyor. En sonunda diyor ki; "Biz bunu beğenmedik." Bitti. "Niye?" Çünkü; birincisi araştırma işleri, düzen bozulur. İkincisi de, bu ocudur, bucudur, eğilimleri şöyledir, böyledir gibi birtakım zihniyettendir, der. Eğer gizli bir cemiyet üyesi de olmuşsa, o zaman yürü ya kulum. Hiçbir ciddi ülkede yeteneğine bakılmadan, hatta tam tersinden bakarak adam­lar bir yerlere konmaz. Konursa Türkiye gibi olur. Türki­ye'de herkesin bir iş yapmak, millete, hatta insanlığa, bi­lime hizmet etmek yerine; ocudur, bucudur, bu akımdan­dır, yeni dünya düzencidir veya değildir gibi saçmalıklarla kafası meşgul ediliyor. Sana ne adam yeni dünya düzenci olur, dindar olur, solcu olur, komünist olur. Adam mesle­ğinde dosdoğru işler yapıyor mu? Yaparken hem bir şeyler yaratıyor, önce milletine, ondan sonra da insanlığa faydalı oluyor mu, sen bu yönleriyle ilgilensene. Hayır. Bakılmaz. Türkiye'de genel hava böyledir.
M. Bayraktar: Evet "Bilimsel çalışma yapmak, yaratıcı olmak önemli değil, değer verilmiyor," diyorsunuz.
28

piringıh almak için aldığın borcun faizini ödemek için ve daha daha piringıl alabilmeye devam etmen için. Marka­dan bahsetmiyoruz, çatır çutur insan sağlığına zararlı bir şey. Böyle basit şeyler için IMF seni borçlandırıyor. On­dan sonra faizini ödemek için bir daha borçlandırıyor Borç katmerleşiyor. Artık en basit bakkal dükkanını işle­ten bir adam bile bu işi bilir. Sen borçla alırsan, ama borç­lanıp da, o aldığın borçla bir yatırım yapıp da, o aldığın borçtan daha fazlasını kazanmazsan ondan sonra o borcu­nun faizini ödemek için bir daha borçlanırsan, bu gittikçe büyür. En sonunda batarsın. Batınca ne olur? Gelirler gırt­lağına yapışırlar. Borcunu öde, diye. Yok param, dersin. Ne olur o zaman? Neyin varsa haciz koyarlar. Dükkanın? haciz koyarlar önce, sonra toprağın, tarlan varsa ona da haciz koyarlar. Stratejik kuruluşlarını yabancılara satarlar Örneğin, Telekom, THY gibi. THY dünyadaki birçok ha­vayolları arasında en iyisidir. Hizmeti iyidir, her yere gidi­yor, koltuklan geniş ve rahattır. İsviçre Havayollarından, Fransız Havayollarından daha mükemmeldir. Geçen Ame­rika'ya gidişimde THY'da yer bulamadık. Amerika'ya Fransız Havayollarıyla Paris üzerinden gittik. Uçakta peri­şan olduk. Uçağın dökülüyor her tarafi. Koltuklan küçü cük daha fazla yolcu taşımak için. Hatta uçakta Fransız çalışanlara dedim ki; "Sizin Fransız Havayolları tüm ha­vayollarından beter, bu nasıl iş?" Böyle deyince personelin gururuna dokundu. Ne demek, dedi. Kötü olduklarını ka­bul etmek istemedi. Çünkü, ulusal havayolları her milletin gururudur. Ayrıca stratejik öneme de sahiptir. Sen ulusal havayolunu, telekomunu, enerji kurumlarını nasıl yabancı­lara satabilirsin?
31

O. Sinanoğlu: Hayır. Pastayı yapıp üstüne de pud­ra şekerini koymalıyız. Pudra şekerini bir üflersin uçar gider, ne pasta kalır, ne pudra şekeri kalır.
M. Bayraktar: Üretimsiz bir kalkınma olur mu?
O. Sinanoğlu: Türkiye'de dünyada üretilen her şey var. Ne güzel işte, ne istersen al, bulunmayan yok. Ne is­tersen var. Abuk sabuğundan çok gereklisine kadar Türki­ye'ye ihraç ediliyor. Piringılından bilmem nesinden hepsi var. Fakat üretim nerede? Peki dışarıda hangi Türk malı var? Bazıları Ülker'e kızıyorlar. Ben Ülker'in sahibini de tanımam. Şirketteki çalışanları da tanımam. Bir tek mar­kayı tanırım. Nereden tanırım? Dünyanın hangi ülkesine gittiysem bir tane Türk malı görmüşümdür. O da Ülker bisküvisidir. Başka da görmedim. Başka bir şey bilmiyorum onlar hakkında. Bir haber de görmedim. Bun­lar işte şöyle yapıyor, böyle yapıyor, bir melanet karıştırı­yor ise; haberim yok.
Borçlandırarak batırma tuzağı
M. Bayraktar: Başka bir malımız yok mu yurtdı­şında bizim?
O. Sinanoğlu: Hayır başka bir şey göremezsin. Fizikte, yokluktan bir şey var edilemez. Dışarıya hiçbir mal satma. Ama dışarıdan her şeyi satın al. Üstelik gümrük duvarlarını da kaldırdın. Neyle alacaksın? Nasıl alacaksın? İçeriden borç alacaksın, o bitince sana dışarıdan borç ve­recek IMF. Senin daha fazla borç alabilmen için sana yar­dım edecek. Şöyle yap, böyle yap da sana daha fazla borç vereyim ki, daha fazla piringıl al. Faizini ödemek için,
30

teknolojiye uydurma. Ondan sonra kasıtlı bir şekilde zarar ettir. En sonunda da "Zarar ediyor, devlet bunlardan kurtu-lursa, her şey yoluna girer," diyerek sat. Kimisi de sahiden zarar ediyor. Evet, kimisinde yolsuzluklar oluyor. Çünkü, yeteneğine göre değil onun bunun adamını tayin ederler, demiştik. Asıl mesele de oradan kaynaklanıyor. Bastaki partiden birilerinin adamları KiT'lere dolduruluyor.
Özelleştirme; ama nasıl?
Özelleştirmeyi nasıl yaparsın? Yüzde 49'unu bor­saya açarsın ve kendi ülkendeki ahalin veya kendi ülken-deki yerli şirketlerin hissedar olur. Özelleştirme önce bu manada olur. Ama nerede görülmüş ki, sen hem de strate­jik hayati önemi olan bir kuruluşu özelleştirme diye çıka­rıyorsun. Amerika'nın iki veya üç tane en büyük şirketin­den bir tanesi alacak şartıyla özelleştiriyorsun. Nerede görülmüş böyle bir şey. Yabancılara peşkeş çekiyorsun. Bir de ucuza kapattırıyorsun zarar ediyor bahanesiyle.
Ek olarak, sistemli olan bir şeyi parçalara ayırıyor­sun. Mesela, bir fabrika şunu yapıyor, diğer madenleri de başka fabrika işliyor. İkisinin birbiriyle iletişimli çalışması gereklidir. Ama, fabrikanın bir kısmı kâr ediyor. Bunları parçalara ayırırsan tek başına hiçbir iş yapamaz hale geli­yor. Onları tek tek bedavaya satıyorsun. Alan da zaten tasfiye ediyor, kapatıyor. Yabancılara satılması şartıyla özelleştirmeye çıkarıyorsun. Sonunda satacak bir şeyin kalmıyor. Türkiye'de kastedilen Özelleştirme budur. Bor­cu ödeyemiyorsun, faizini de ödeyemiyorsun. Sonunda ne oluyor? Özelleştirme diye satılması gerekse bile satılırken
33

M. Bayraktar: "Ama THY, Telekom, vs. kamu kuruluşları zarar ediyor," diyorlar.
O. Sinanoğlu: Hayır. Bazı kurumlara önce zarar ettiriyorlar, sonra bedavaya satıyorlar. Kime satıyorlar? Zarar etmesinin sebebi, çiftlik gibi oralara kendi adamları­nı yerleştirdikleri içindir, kötü yönetimdir. Şimdi özelleş­tirmeye gelelim.
Özelleştirme ve küreselleşme
Tabii özelleştirme lâfı, aynı küreselleşme lâfları gibi dışarıda üretildi. Türkiye'de duyulmadan belki en az beş sene önce İngiltere'de, bilhassa Amerika'da bu kav­ramlar üretildi. Ben o zaman bunları gazetelerden okuyorum. Bu tip lâflar icat edildiği zaman birkaç akade­misyene kitap yazdırırlar. İçimden diyorum ki, "Herhalde bir şeyler hazırlanıyor." Aradan beş on sene geçiyor. Dün­yanın birçok ülkesinde, arkadan Türkiye'de bu kavramla­rın propagandaları başlıyor. Sanki Türkiye'de birileri icat etmiş gibi millete satmaya başlıyorlar.
Özelleştirme iyi bir şey olabilir. Özelleştirmeye karşı değilim. Devlet bütün işleri, ticareti beceremez. Bu her ülkede böyledir. Devlet hakikaten ticaret mi yapacak? Komünizm de çöktü. Vahşi kapitalizmdeki gibi olmaya­cak, ama zarar etmemek için daha düzgün iş yaparlar, so­rumluluğu olur. İşte, buna karşı değiliz. Ama sanayi Tür­kiye'nin birikimi, Atatürk'ün zamanında Türkiye'nin hiç­bir şeyi yokken ve millet perişan haldeyken, dişinden tır­nağından artırarak çelik fabrikaları kurmuş. Her şey yo­lundayken önce yatırım yaptırma, büyütme, genişletme,
32

önce tüm makalelerimin olduğu "Bye Bye Türkçe" kita­bında yazdık. 30 sene evvel yazdım ki; adım adım yaparlar en sonunda Türkiye değil; Türkiye'deki yabancılar kal­kınmış olur. Ahaliye ne olur? O zaman benzer ülkelere bakın. Türkiye'de kimsenin başka bir ülkeyle kendisini karşılaştırmaya hali yok ki birbiriyle dalaşmaktan. Bilim adamı, devlet adamının başdanışmanı iktisatçı, bi­limsel danışmanı geçinenler açın da okuyun bakalım. Mil­lete bunları anlatın. İki tane rakam göstermekle ortaokul çocuğu gibi bilimsel mi olunuyormuş? Tabii, bu cümleler­de birilerini kastediyoruz. Seyrediyorsa kendisi anlıyordur. O ülkelerdeki yazarları, bilimcileri. Yabancı büyük şirket­ler tek ürün yetiştiriyor, alıyor hepsini götürüyor. Kendi ülke insanının gıdasını yetiştireceği bir karış toprağı kalmıyor. Üstelik tek ürün yetiştirdiği için çevre, hava ve toprağın kimyası bozuluyor. Tarımsal ilaçlarla ahali de zehirleniyor.
Ruslar Özbekistan'da aynısını yapmıştı
Ruslar da Özbekistan'da aynısını yapmış. Özbekler ağlaşıyor. Tek pamuk, başka bir ürün yetiştirilmiyor. Ora­daki herkes de kanserden, zehirli ilaçların etkilerinden kınlıyor. Çocuk ölümleri son derece artıyor. Tüm bunlar dünyada bilinen şeyler, bir sürü milletin başına gelmiş. Şimdi Türkiye'de de aynısını yapmaya başlıyorlar.
M. Bayraktar: Şu anda GAP bölgesinde toprak satın almaları yoğun bir şekilde gündemde.
O. Sinanoğlu: Beş sene önce Urfa'ya konuşma yapmaya gitmiştim. Oradaki ahaliye "Topraklarınızı ya-
35

aldığın parayla başka yatırım yapılır. Aldığın para faiz ödemeye giderse ne olur? İki gün sonra o para da gider. Bu sefer malın da gider. Sonra ne oluyor?
Hazine arazilerini veyahut da büyük tarım arazile­rini yabancılara satmaya başlıyoruz. Yalnız GAP'ta değil, Eskişehir'de, Kırşehir'de, Niğde'de onbinlerce dönümü bir iki tane yabancıya satıyorsun. Güney Amerika ülkele­rinde Muz Cumhuriyetlerinde olduğu gibi. O ülkelerde milletin kendi yiyeceğini yetiştirecek bir karış toprağı kalmıyor ve aç kalıyorlar. Sadece tek ürün muz, tek ürün kahve yetiştiriyor yabancılar. Tüm ürünü de dışarıya satı­yorlar. Ülkenin halkı da çok az miktarda para için köle gibi çalışıyor. Bu ülkelerin yazarları dışarda kitap yazıyor, bu dediklerimin hepsini ayrıntılı yazmışlar.
Tarımı tek ürüne bağlama tuzağı
M. Bayraktar: Nasıl yapıyorlar? Orada belli bir ürün mü yetiştiriyorlar?
O. Sinanoğlu: Tek ürün. Yabancı şirket bütün ara­zide tek patates yetiştirecek Kırşehir, Niğde'de. "50 bin dönümü tek bir şirket almış. Aynısını Filipinler, Portoriko gibi ülkelerde yaptılar. Birkaç tane Amerikan şirketi bütün arazilerine el koyuyor, bir de terör çıkarırsa ucuza kapattı­rıyor ayrıca, neredeyse bedavaya. Sonra burada tek ürün yetiştiriyor. O ürünü yetiştiren şirket yabancı, toprak ya­bancının olmuş. Orada yetiştirdiği ürünün hepsini götürüp dışarıda satıyor. Bütün para yabancı şirkete kalıyor. Bi­zimkilere ne kalıyor? Bazıları "Bu yolla Türkiye kalkına-cakmış," diyor. Türkiye bununla kalkınmaz. Senelerce
34

kalktıktan sonra onlar olmadığı zaman, yani şimdi senin dostların (...) olmazsa, ekmeğin olmazsa, o zaman öbürleri mühim değil. O zaman onlar yoktu, ama bunlar vardı.)
M. Bayraktar: Sizin geldiğiniz nokta su: Türkiye bu gidişle kalkınamaz, kalkınmanın önü kesilir ve tama­men yabancı sermayeyle dışarıya bağımlı hale gelir. Şunu soracağım hocam: Türkiye'de üniversiteler, bilim adamla­rı, profesörler, iktisatçılar var. Bir de kalkınmayan bir Türkiye var. Neden bunlar bir araya gelip de siyasetçilere bir model önermiyorlar? Niye hala milli gelirimiz kişi ba­şına 3 bin dolar da işte Amerika' nınki 30 bin dolar?
O. Sinanoğlu: "Kaç sene evvel milli gelir şu ka­dardı, şimdi 3 bin oldu aslında kalkındık,"diyorlar. Ancak, bugünkü 3 bin dolar, 30 sene evvelki 300 dolardan daha az değerdedir. Amerika'da da enflasyon oldu. Eskiden 2 bin dolarla en pahalı arabayı satın alabilirken, şimdi o araba 60 bin dolar. 25 bin dolara çok büyük bahçeli ev alıyor­dun, şimdi o evler 500 bin dolar. 3 bin dolan o zamanki değerlere çevirirsen 300 dolardır. "Yabancı sermaye gele­cek, küreselleşeceğiz, gümrük birliği yapacağız. Böylece kalkınıp, zenginleşeceğiz" edebiyatı doğru olsaydı. Bu edebiyat da 1950'lerde Atatürkçü siyasetin değiştirilme­siyle ve Amerika'nın buraya gelmesiyle başladı. Ama Ata­türk zamanında yabancı sermaye deyince herkeste bir tep­ki oluyordu."Gene kapitülasyon geliyor," diye bütün mil­let tepki gösteriyordu. Diyorlardı ki; "Ancak yüzde 49 payla yabancı sermaye gelebilir. Kontrol bizde olacak. İşte bununla kalkınacağız. Sanayiler kurulacak, teknoloji gele­cek." Peki, ne geldi? 50 senedir bu martavalları duyuyo­ruz, milleti uyutuyorlar. Anlatmıyorlar da kalıp gibi
37

bancılara satıyormuşsunuz. Doğru mu?" diye sordum. Bir de baktık doğruymuş, daha beş sene evvel.
Vatan topraklan yabancılara satılıyor
Arada gazetelerde de görüyoruz. Niğde'de, Kırşe­hir'de 50 bin dönüm (... .) şirketine satılmış, tek ürün ye­tiştirecekmiş. Kafadan uydurmuyoruz tüm bunları. Peki millete ne kalıyor? Millete ne kalır biliyor musun? Eğer sana izin verirlerse, şanslıysan, eline bir karne verirler Filistin'de Araplara olduğu gibi, o zaman sen kuyruğa girip o yabancı şirketin tarlasında en adi ırgatlığı ve çok düşük, süründürecek bir ücretle çalışmak için kuyruğa giriyorsun. Türkiye'de de olacağı bu. Birçok ülkede oldu. Kendi toprağında en düşük, köle seviyesinde ırgatlık yap­mak için adamların kapısında kuyruğa giriyorsun, yalvarı-yorsun.
M. Bayraktar: Bu kadar zengin imkanları, toprak­lan, arazileri olan bir ülke nasıl bu hale düşebilir?
O. Sinanoğlu: İkinci Dünya Harbi oldu, millet birbirini yedi, bütün Avrupa aç kaldı. Her iki tarafı birden Türkiye besledi ve hazinesi de altınlarla doldu. Ondan sonra Amerika geldi boşalttırdı.
M. Bayraktar: Şimdi bu kadar zengin bir ülke, etrafı denizlerle çevrili, yer altı zenginlikleri var.
O. Sinanoğlu: Türkiye'nin daha fakir olduğu bir dönemde, Türkiye'de açlık vs. olmadı. Türkiye paçayı kurtarıyordu. Niye? Çünkü herkes kendi yiyeceğini bahçe­sinde, tarlasında yetiştirebiliyordu. Tarımı ve hayvancılığı vardı. (... pringıl gittikten sonra, video CD'ler ortadan
36

anlatın Şu anda balıkçılar programa bağlamalar nasıl hün­gür hüngür ağladıklarını bize anlatsalar. Nasıl bu kadar dar düşünebiliyorsunuz?" dedim. Aradan 10 yıl geçti ve bir başka bilim adamıyla karşılaştım. Siz de "Üretim, üretim!" diyorsunuz, dünya çapında kimyada, fizikte, matematikte çalışmaları, ödülleri olan bir bilim adamı olarak.
Üretim; ama nasıl?
O. Sinanoğlu: Üretim deyince de, daha fazla araba üretelim. Yollan tıkayalım, havayı kirletelim. O anlamda değil. Üretim deyince "her türlü üretim" diyoruz.
Biz tarım ülkesiydik. Geleneksel binlerce senelik muazzam bir hayvancılığımız vardı. Yoğurt vs. icat eden millet biziz. Batı'da bile bu ürünlerin adlan Türkçe. Şimdi bunları bulamıyoruz, dışarıdan satın alıyoruz. Hem de eskiden tarımla hiç alâkası olmayan ülkelerden alıyoruz. Değil mi? Üretim deyince, eski usûl, aynen gitsin demedik tabii. Nitekim Atatürk bunların hepsini düşünmüş. Tarım için kurumlar kurulmuş, araştırmalar yapılmaya başlan­mış. Ama Amerika buraya geldikten sonra araştırma, ta-nmda, hayvancılıkta, sanayide, bilimde olsun hepsi kalktı. YÖK'ten sonra da iyice bitti. YÖK bu işler için kuruldu herhalde. Çünkü YÖK'ten sonra üniversiteler araştırma yapma yerine, bir dershaneye çevrildi. Hocalara "Ders verirsen para alırsın, saat başına. Araştırmalarını yabancı dille yayınlarsan doçent, profesör olursun. Türkçe yayın­larsan araştırmana daha az puan veririz, "denmeye başlan­dı. Onun için hocalar 40 saat ders veriyormuş. Araştırma­nın yapılmadığı dershane gibi üniversite olur mu?
39

söylüyorlar. Ne oldu söyleyin bakalım. 50 senedir hangi sanayi kuruldu? Mevcut sanayilerimiz söküldü, götürüldü, batınldı. Ondan sonra ne tarımımız kaldı, ne hayvancılı­ğımız kaldı. Şimdi ne fabrikan kalacak. Ne bir üretimin var. Sanayi diye ortalıkta dolaşanlar montaj yapıyor. Bu durumda Fransız malını boykot edemezsin, Ermeni yasa­sını kabul etti, diye. Adam makinanın bir parçasını gön-dermeyiverir. Senin Türkiye'de tüm işlerini bir anda dur­durur. Çünkü dışa bağımlısın.
M. Bayraktar: Tam bağımlı oluyorsun her şeyinle.
O. Sinanoğlu: Tamamiyle bağımlısın. Biz kalkınmadık, biz geriye doğru hızla gidiyoruz. Bu edebiyatta önemli olan şu: Eğer yeni .dünya düzeni, AB, küreselleşme, herkes İngilizce öğrensin, yabancı dille eğitim olsun doğru olsaydı 50 senede iyi bir sonuç görülürdü. Tamamiyle tersine gittiğine göre başka bir şey demeye lüzum yok. Bunların hepsi yalandı, millete yutturmaydı. Sadece alıştıra alıştıra yalanları söylüyorlardı. Şimdi birden söylemeye başladılar. Çünkü herkes yalanlara inanmaya başladı yavaş yavaş. Ve şimdi artık o kadar inanıldı ki her tarafta yapacak bir şey de pek kalmadı. Bayraktar: Özellikle üretimsiz bir kalkınma modelinin Türkiye'ye dayatılmaya çalışılması insanın ka­fasında çok soru işareti oluşturuyor. 1993 yılında TV'de yayın yaparken benzer programlar yapıyordum. Üç tane profesör vardı da; bir tanesi çok ilginçti. Makine bölü­münde profesör. "Trabzon nasıl kalkınır?," konuşuyoruz. Profesör, Trabzon'un balıkçılıkla kalkınacağını anlatmaya başladı. "Siz benim bildiğim endüstri, üretim profesörüsü­nüz. Ben isterdim ki, üreterek kalkınma modelini bana
38

O. Sinanoğlu: Birçok şeyi sıfırlamakta rekor far­dık. Bu alçakların dedikleri eğer doğru olsaydı, millet için faydalı bir şeyler düşünüyor, yapıyor olsalardı, azıcık bir şeylerde bir gelişme olurdu. Hepsi tersine gittiğine göre bunlar Batı'nın maşaları olarak Türkiye'yi batırmak için çalışmışlardır ve çalışmaktadırlar. Bunlardan kurtulmadık­ça Türkiye'de hiçbir şey olmaz.
M. Bayraktar: Tabii hocam dedikleriniz çok doğ­ru. Ayrıca bir çözüm önerisi de getiriyorsunuz. Siz bilim­sel çalışmaları olan, dünyaca tanınmış bir bilim adamısı­nız. Bir başka ülkede olsanız herhalde o ülke, "bu ülkeyi nasıl kalkındıralım?" diye bir çalışma yapmaya başlasa, heralde sizden faydalanmak ister.
O. Sinanoğlu: Kaç ülkede yaptık. Hâlâ da dış ül­kelerden diyorlar.
M. Bayraktar: Amerika'nın 300 yıllık tarihinde en genç yaşta profesör olan bir insansınız, Türksünüz, mu­azzam bilim adamısınız. Şu Türkiye'yi kalkındırma ham­lesi yapacağız, ne diyorsunuz, demediler mi size hiç? Ge­rek üniversitede gerek siyasette.
O. Sinanoğlu: Derler mi? Hayır efendim. Benim en kötü doktora veren Yunanlı (Buna Türk öğrencilerim­den daha fazla iyilik ettim. Evladım gibi davrandım. Ame­rika'da doktora yaptırdık Yale Üniversitesinde, ama en berbatıydı. Bir de ahlaksız çıktı, bizim gruptaki başka öğ­rencilerin çalışmalarını çaldı.) Adam Yunanistan'a dön­dükten sonra Yunanistan'da, hem de babamın memleketi Selanik'te, "Yunan hükümeti bunun adına "Atom Fiziğini Araştırma Enstitüsü" kuruyor. Bu üstelik öğrencilerimin en kötüsüydü.
41

Türkiye'de üretim dediğimiz zaman "bir şeyler ya-ratma"yı kastediyoruz. İster tarımda, hayvancılıkta, sana­yide olsun. İsterse fikir, bilgi, araştırma alanında üretsin. Hepsini kastediyoruz. Ama bunların hiçbiri bırakılmadı. Millet aptal da onun için mi yok? Hayır efendim. 50'lerde Türkiye'den çıkan dünyaca meşhur bilim adamları her konuda bir sürü işler yaptılar. 70'lerde bile birkaç gerçek bilim adamı yetiştirildi. Sağ-solla üniversiteleri batırmaya başladılar.
Milleti sağla solla oyaladılar
Milleti sağ-solla uğraştırmaktan bilimle uğraşamaz hale geldiler. YÖK kurulduktan sonra kimine "faşist" de­diler, kimine "komünist" dediler. Aslında ister sol, ister sağ olsun, ama milli gayelerle çalışan, bilime gece gündüz katkılar sağlayan gençler yetiştiren, Türkçe bilim dilini geliştirmeye çalışan sağdan soldan insanların hepsini har­cadılar, perişan eltiler. Kimi onun yüzünden öldü. İsimle­rini bile verebilirim. Bunları dağıttılar, sonra YÖK'ü ku­rup ve ondan sonra da işi iyice çığırından çıkardılar. Her gün geriye gitti. Bu yeni dünya düzencilerinin, İngiliz mu-hiplerinin, Amerikan mandacılarının bugünkü devamları olan ve devamlı böyle hakim mevkilere konulan her kuru­luşta oralara getirilen insanlar haklı olsaydı Türkiye ileri giderdi. Türkiye hangi konuda ileri gitti? İşte bir iki konu­da rekor kırdı. Gazetelerde yazıyor, herkes alay ediyor. Dünyada sıfırı en çok olan parada rekor Türkiye'de.
M. Bayraktar: Sıfırı bol olan adam da çok olduğu için.
40

"Bak şöyle yapalım, bak falancayla bu işi devam edin, bir şeyler kurulsun," derler. Üç hafta sonra ses yoktur. Mer­haba deriz, adamlar bizi tanımaz. Neredeyse merhaba demez. Yahut da en kötüsü telefona çıkmaz, konuşamaz­sın bile. Daha kibarı görürsün oturur iki saat çay içersin. O arada hemşerilerine, gelene gidene çaycılık, hademe işleri bulurlar. Bir iki saat sonunda dayanamazsın, dersin ki, "3 hafta evvel görüştüğümüzde bazı konularda talimatlar vermiştiniz. Şunları yapacağız demiştiniz," derim. "Ha öyle mi demiştim. Hayır, hatırlayamadım," vs. diyerek yumuşakça başlarından savarlar. Çünkü, bunlar benimle görüştükten sonra bir yerlerden emir alırlar. Belki de hakikaten, bir şeyler yapmak ister. Fakat bir yerden kulağına bir emir gelir. "Yeni veri varmış efendim," rektö­rün biri iki sene evvel bana böyle diyor. "Önce şu araştırmaları yapalım, bilimde atılım yapıp, bir Türk Üniversitesini meşhur edelim," dedi heyecanla. Bir ay sonra gittiğimde "Öyle mi dedim?" dedi. Nasıl insan bu kadar değişir söylediklerini hatırlamayacak kadar şaşarım. "Efendim yeni veriler var," derler. Nedir bu yeni veri? Yeni verileri söylemezler ama ben tahmin ederim. Bunlar tesadüfen olmuyor. Bunlar benim şahsımla da ilgili değil. Ben ne bir partideyim, ne partizanlık yapmışım, ne sağcılık solculuk yapmışım. Benim zaten bir tek partim var, o da bütün Türk milleti. Bütün millete hitap ediyorum ve bütün millet de Allah razı olsun, bizi sevgiyle kucaklıyor. Yoksa zaten insan duramaz buralarda.
"Efendim yeni veriler," derler. Ben size söyleye­yim yeni verileri. Söylemiyor da tabii. 40 senedir oluyor. Bakıyorlar, bu adam bir şeylere bulaşırsa yeni fikirler üre-
43

M. Bayraktar: Sizin adınıza yok mu Türkiye'de bir araştırma kurumu?
Gizli eller engelliyor
O. Sinanoğhı: 40 senedir Türkiye'ye gele gide uğraşa uğraşa her hükümet zamanında millet için bir şey­ler yapmak için yırtınıyoruz. Nereye gitsek eksik olmasın­lar her parti zamanında, hangisi olduğu mühim değil. Çünkü partilerin hepsi aynıdır. Efendim bize bir iltifat, hemen hepsi randevu verir, Başbakanından Cumhurbaşka­nına kadar. Önceki dönemlerden bahsediyoruz. Şimdi An­kara'da politika yapmaya niyetimiz yok. "Vay efendim medarı iftiharımız buyurun Oktay Bey" derler. Çay içeriz, çikolata yeriz kristal şekerlikten Bakan odalarında. Kaç kere bunları gördük. "Aman efendim, şöyle yapalım böyle yapalım," derler. Biz mevki istemiyoruz. Hükümet geli­yor, senelerdir konuşmalarımı dinleyip de benden duyduk­ları şeyler konusunda bari hükümete gelince "Gel de bir istişare edelim eğitim, bilim, dil konusunda," demezler. Daha geçen hafta Ankara'da oldu. "Galiba bu daha ciddi," dedim. Bir sürü iltifat şöyle yapalım böyle yapalım. Aman ne olur gel. Makam da istemiyoruz. Makamsız olsun, be­dava olsun. Sonra 3 hafta sonra gidersin -40 senedir başı­ma geldiği gibi o cemiyetlerle ilgili- aynı adam, bu üniver­site rektörü de olabilir. Meselâ birkaç sene evvel bir rek­törle oldu. Ondan önce bilmem ne bakanıyla, devletin çok önemli bir kuruluşunun başındaki adamla oldu birkaç haf­ta evvel. Her devirde her türlü yerde bu olur. Hatta yanım­da ikinci adamını çağırıp bir sürü talimat verdikten sonra
42

kanallara çıkıyoruz. Diyorlar ki "Vay efendim dinî kanala nasıl çıktın?" Cevabım "Televizyonun dini imanı mı o-lurmuş? Elektronik yayın aracıdır," oluyor. Sen benim dediğimi dinleyip muhakeme edeceksin. Hangi kanal beni davet ederse o kanalda konuşurum. Ayarlı basın yayın televizyonlarına da çağırın, orada da konuşurum. Ama davet etmezler. Çünkü söyleyeceklerim onlara dokunur, çıkarlarına ters düşer.
M. Bayraktar: Medyanın da çok ciddi zararları oluyor kamuoyuna.
O. Sinanoğlu: Medyanın Türkçe'si basın-yayındır. Medya ayrıca "orta, münasip, bir işe yaramaz" demektir. Durumuna göre bir şeyler derler, bir yerlerden emirler gelir. Cemiyet üyeleri herhalde bir yerlerden söylüyorlar. Bunun için paranoyak olmaya lüzum yok, mal meydanda­dır.
Vatan millet için çalışan bilim adamlarının başına gelenler
Bizim gibi vatan millet için bir şeyler yapmaya çalışan, başka bir dalda bir adamla tanışıyoruz. Adam soh­bet arasında konuşurken diyor ki, "İşte falancaya gittik. Sonra hiç ses çıkmadı." Adam çok büyük buluşlar yapmış. Çok eski yazıtları okumuş, dünyanın birçok yerinde en eski yazıtları okumuş, çözmüş ve Türkçe olduğunu keş­fetmiş. Çünkü dünyanın en eski kavmi ve en eski dili Türkçe'dir. Adam önyargısız çalışarak Batılıların bir türlü sökemediği yazılan okumuş. Nasıl okumuş? Çünkü sök­meye çalışırken her dille karşılaştırmış, Slovence dahil.
45

tir, bir şeyler yapar, gençleri de üniversitede heveslendirir. Millet kafayı çalıştırmaya, bir yerlere doğru yönelmeye, bir hedefler gerçekleşmeye, milli bir işler olmaya başlar. Kısacası, .bir gelişme olmaya başlar. Aman bu adamı bir yere bulaştırmayın. Zaten bir de "Türkçe eğitim-bilim" diyor, diye kulaklarına fisıldanır.
Tabii açık olarak "bu iş olmaz" diyemezler. Taktik kullanırlar. Mesela sağ sol davası varken konuştuğun a-dam solcuysa, -sağ sol hepsi palavra, hepsi Amerika'dan ithal lâflardır- veya solcu biliniyorsa, biri gider kulağına "Efendim bu faşisttir," der. Adam düşünmez "Bu adam faşist olmak için ne yapmış. Ne demek faşist, niye faşist" diye bir sorgulama yapmaz kafasından.
Ezberci eğitimle yetenekler köreltilmiş
Bu eğitim sistemiyle ezberci beyinler yetiştiril­diğinden millette sorgulama yeteneği köreltilmiştir.
Eğer adam sağcıysa, bu sefer de "Bu komünisttir. Rus­ya'ya da gitti geldi." -Oysa bilim akademisi davet etmişti bizi ve tüm bilimsel kitaplarımı Rusça'ya çevirmişlerdi. -Son beş altı yıldır bütün millete hitap ediyoruz. Her TV kanalına ayırt etmeden çıktık. Geçen haftada İşçi Partisi­nin televizyonundaydık. Fakat orada bir tuzak program hazırlamışlar. Tuzağı fark edip, üç dakikada milletin hayati önemdeki meselesi olan Türkçe eğitim konusunda söyle­yeceklerimi söyleyip, hemen ayrıldım. Meğerse en başarılı program olmuş. Herkes bana diyor ki,"3 dakikada şimdiye kadarki en iyi programını yaptın." Aslında o TV iyidir. Orada yanlış biri denk geldi herhalde. Ayırt etmeden tüm
44

lesef kamuoyu bilmiyor. Gizli bir hazine. Türkiye'nin şu anda yaşayan en büyük dil bilimcisi. Gerçekten büyük bir dilci ve Türk tarihinin yeniden yorumlanmasında çok ciddi buluşlar ve çalışmaları olan bir insan.
Kazım Mirşan, matematik
O. Sinanoğlu: Ben yeni tanıştım. Millet bunları duysun, uzmanlar tanısın diye, İstanbul'da bir konuşma düzenlediler. Hakikaten bir sürü uzman da geldi, dinledi. Adam 150 tane de saydam gösterdi yazıtlarla ve çözümle­riyle ilgili. Bu adamla bizim ortak noktamız ne? Üstünde çalıştığımız konuların ortaya çıkmasını, yayılmasını istemiyor ve çemberin dışına atmak istiyorlar. Örneğin, eskiden komünist olsaydım, bugün ayarlı basın yayında bir köşe yazan ve Tv'de sunucu olur, boğazda villada oturur­dum. Demek ki değilim ve değildim.
Bizim bir tek ortak noktamız var. Tüm bunlar ma­tematiktir. İki çizginin kesiştiği yerde bir nokta vardır. Matematiktir bu. Başka nokta yok. Nedir biliyor musun? Adam Türk tarihiyle uğraşıyor, ben Türk diliyle uğraşıyo­rum, Türk milli eğitimiyle, hedefleriyle, araştırmasının bir şeyler olması için uğraşıyorum. Ortak noktamız sadece bu millet için uğraşmamızdır.
Aforoz ediliyoruz
Biz ikimiz de aforoz ediliyoruz. Bunlar da paranoid lâflar değildir. Öyle diyenin de (....)!. . Öyle bir şey diyen ayarlıdır. Atatürk'ün kurduğu kurumlan Türk tarihiyle,
47

Baldılar bir tek Türkçe'yle karşılaştırmamışlar. Niye? Korkuyorlar, ya Türkçe çıkarsa diye. Bu adam da gitmiş Türkçe'yle karşılaştırmış. Çünkü, Türkçe'nin her lehçesini biliyor. Uygurca'sını, Çince'sini de biliyor. Bu dilleri kar­şılaştırınca yazının Türkçe olduğunu ispat ediyor. Kitaplar yazıyor. Adamı Türkiye'de aforoz ediyorlar. Başka ülkede olsa adamı madalyalara boğarlar. Heykelini dikerler. Tür­kiye'de de aforoz ederler. Niye? Türk tarihini ortaya çıka­rıyor, diye. Dünyanın tarihi değişecek bu yazılar okundu­ğu öğrenildiği zaman. Biz de Türkçe'yi ortaya çıkarıyoruz. Kendi memleketinde en büyük suçu işliyorsun. O Türk tarihini çıkarıyor ortaya, biz de Türk dilini ön plâna alıyo­ruz. Türk dilinin özellikle millete bilim dilinde ne kadar muazzam bir dil olduğunu dünyada anlatmamız, birilerinin işine yaramıyor.
Bu adam diyor ki, ".................. devlet dairesine götürdü­
ler, okuduğum yazılarla ilgili. Biz şöyle yaparız, böyle
yaparız, bütün işleri hallederiz. Sana gereken imkanları
sağlarız, bu araştırmaların yayınlanabilmesi için dediler"
diyor; "Birkaç hafta hiç ses çıkmadı, gene bir telefon ettik
sorduk, gittik. Adamlar benimle konuşmuyor. Birkaç kere .
aradım telefona çıkmıyorlar." diyor. Ben de "Günaydın,
aynısı bana 40 yıldır oluyor," dedim.
M. Bayraktar: Hocam yeni veriler.
O. Sinanoğlu: Günaydın, yeni veriler diyorlar. Türk dili, Türk tarihi, milli hedefler gibi işlerle uğraşıyor. Bazılarına da bu yeni veriler çok etkileyici olup menfi tesir yapar.
M. Bayraktar: Hocam, açıklayıcı bilgi vereyim müsaade ederseniz. Bahsettiğiniz kişi Kazım Mirşan. Maa-
46

lizce'ye bulaşmayalım, kendi dilimizi konuşalım, kendi dilimizde yazalım çizelim, bilim yapalım." Bundan niye korkuyorlar ki? Siz çok korkulacak bir şey mi söylüyor­sunuz?
O. Sinanoğlu: Çok önemli bir konuya geldik. Ka­zım Mirşan'ın Orhun Anıtları şöyledir veya böyledir de­mesi önemli değil. Türkçe matematik gibi bir dildir. As­lında bilim matematik gibi dil olan Türkçe'yle çok daha iyi oluyor. Bilim adamı olarak çok kolay ispatlayabilirim. Bir sürü İngilizce yayınımız, başka dillerden, Türkçe'den bilimsel makalelerimiz var. Türkçe ile bilim yapmak çok hârika oluyor. Buna karşı çıkacak adamın önce bir kere Türkçe, İngilizce veya ikisinden birden veya başka dilden araştırma yapmış olması lâzım. Önemli bir kuruluşun te­pesinde olanlardan bir iki ses çıktı. Onlar da araştırmayı ne Türkçe yapmış, ne İngilizce yapmış kişiler. Sadece bir şeyler söyleyip kafa karıştırıyorlar.
Rozet Atatürkçüleri
Söylediklerimin ayrıntısı önemli değil. Önemli o-lan bizim Türk kültürü, Türk dili, Türk tarihi, milli hedef­ler konularıyla uğraşmamızdır. Biz Atatürk'ün dediklerini söylüyoruz ve Atatürk'ün tarih ve dil konularında yaptık­larını ve dediklerini millete hatırlatıyoruz. Özellikle de Atatürkçü geçinenlere "Rozet Atatürkçülerine" hatırlatıyo­ruz.
M. Bayraktar: Karşı çıkanlar arasında Atatürkçü­ler de var. Siz dil dedikçe, tarih dedikçe onlarda başka şey söylüyorlar. O zaman burada bir kavram kargaşası oluyor.
49

Türk diliyle uğraşılsın, diye kurmuştu. Bu kurumların içle­ri boşaltılarak, amacın tam tersine çalışan kişiler basma getirildi. 80'den sonra YÖK kurulurken bir taraftan da bu kurumların sahteleri kuruldu. Bunların başına milliyetçi denen bir takım adamlar kondu. Bir tanesini duyduk, bak burada söylüyorum. İsim vermiyorum ama kim olduğunu anlayacaksın. Adamı ben hiç tanımıyorum, adını bile duymadım, şimdi vekaleten bir kurumun başında bulunu­yor. Bilkent'ten iki tane öğrenci gitmiş bu adama. Demiş­ler ki, "Biz Türk dili üzerine araştırma yapacağız. Türk dili deyince burası aklımıza geldi. Bilgi verin, destek olun, bize." Bu arade benim adımdan söz etmişler. "Oktay Sinanoğlu hoca da böyle böyle diyor, yazdı, onu okuduk," demişler. Bir de demişler ki, Türkçe'nin tarihi konusunda Kazım Mirşan isminde biri araştırmalar yapmış, eski yazıt­ları Türkçe'yle okumuş," demişler. Bu ayarlı adam oraya daha yeni geldi, adını hiç duymadım. Adam da beni şah­sen tanımaz. Bak ne diyor: -ibret olsun diye söylüyorum, şahsım hiç mühim değil- "Oktay Sinanoğlu'yla Kazım Mirşan'in lâfinı edecekseniz, biz sizle hiçbir şey yapma­yız," demiş, işte böyle bir memlekette yaşıyoruz. İçinden bu kadar fethedilmiş bir yerde yaşıyoruz. Ve Kazım Mirşan'ın ben o zaman adını da bilmiyordum. Ortak nok­tamız, ikimiz de bu milletin tarihi, dili ve milli menfaatleri için çalışır ve çırpınır oluşumuz. Başka ortak noktamız yok.
M. Bayraktar: Kazım Mirşan hoca diyor ki, Or­hun Yazıtları yanlış okundu. Doğrusu, budur, benim oku­duğum gibidir, daha önceki Rusların diğer filologların okuduğu yanlıştır. Siz diyorsunuz ki "Türk dili, aman İngi-
48

(Anatolya'dan;Roma'nın eski vilayeti olan Anatolya eya­letinden) Türk ve Müslüman mefhumunu silmek Batılının her birinin kafasında temel konudur. Onun için Batılılar için "Bunlar niye böyle yapıyor? Bir Ermeni soykırımı gibi konularda devamlı üstümüze çullanıyorlar?" diyebi­lirsiniz. Çünkü, adamların kafalarının- ardındaki düşünce buraları kurtarmaktır. Ortam hem içeriden hem de dışarı­dan hazır,. Yapmasın mı yani? Derdi bu. Her ferdi böyle diyoruz, niye diyorum? Bizde bilim adamı geçinen çok gerçek bilim adamı yok. Sosyolojide doçent olmuş, kimisi İslimi kesimden, kimisi milliyetçi kesimden bunları dinliyoruz konuşma yapıyorlar. Efendim işte Garoudy onu dedi, Max Weber bunu dedi, postmodernizm şunu dedi, bunları sıralıyor. Bilimsellik bu yolla oluyormuş. Peki, a-dam sen ne diyorsun? Tabii kendi fikri yok ki, kendisi bir fikir üretmiyor ki!
Şimdi ilginç bir misâl vereceğim. Bizde böyle bir şey yok. Biz bilim adamıyız. Biz kendi elimizde yaptığı­mız gözlemlere, eldeki deneylere bakarak oradan sonuçlar çıkarırız. Arada bağıntılar kurarız. Bilim adamlığı bu de­mektir. Yan yana bir şeyleri sıralamak bilim adamlığı de­ğildir.
Biz bunları söylerken neye dayanarak söylüyoruz? Her Batılı'nın kafasında bu gayet genel ve şiddetli, kuv­vetli bir fikirdir. Bunun arkasında durmak lâzım. Çünkü, bütün bu ülkelerde ta Cumhurbaşkanından bazı ülkelerde en üst kademesinden, sokaktaki adamına kadar, işçisine kadar hepsiyle senelerce haşır neşir olduk; onları içinden tanıyorum.
53

mazsa ne olur? Bir Batı ülkesi dinine, kültürüne sahip çıkmazsa, meselâ Almanya ne olurdu? Veya Amerikan toplumu ne olurdu? Böyle bir örnek var mı? Kendisine ait değerleri reddedip, çok yüksek bir düzeye gelmiş, kalkın­mış bir toplum dünyada var mı?)
O. Sinanoğlu: Tüm bu konulan sizinle yaptığımız başka programlarda da, başka kanallarda da çeşitli sağın, solun, o kesimin, bu kesimin her kesimin gazetelerinde, dergilerindeki yazılarda, mülakatlarımızla senelerce mille­te anlatıyoruz. Bir de Türkiye'nin her tarafında konuşma­lar yaparak anlatıyoruz Elhamdulillâh. Milletimiz zaten bazı şeylere susamış. Eksik olmasın, millet bu işlere baya­ğı ilgi gösteriyor.
Batı'nın Türk sorunu var
Batı'nın Rusya'sından Avrupa'sının her ülkesi, Amerika'sına kadar bütün Batı'nın bir tek derdi var Türki­ye ile ilgili. Bunu bileceğiz. Bunu bilmezsek temel varsa­yımı bilmiyoruz, sayılır. Oradan da matematik gibi sonuç çıkaramazsın, yanlış sonuç çıkarırsın, ıvır zıvırla uğraşır­sın. Bunu bileceğiz ve ona göre davranacağız. Bütün Ba­tı'nın bir tek derdi vardır, her ferdine kadar garanti ediyo­rum. Şimdi bir misâlini de vereceğim."Canım hepsi öyle değil, bak iyileri de var," diyecek olursa, şimdi ona da bir tane karşı misâl vereceğim. Bu işler matematik gibi yapı­lır.
Hepsinin kafasında şu vardır: Endülüs'ü sildik, bu­ralar hâlâ duruyor. Batı'nın kafasında önce Balkanlar'dan, şimdi de bu kalan kısımdan Türkiye'den, Anadolu'dan,
52

olmuş Amerikalıya programın sonunda son derece, tabii kendisi zaten çok kibar bir insan, çok edepli bir insan Al­lah razı olsun Engin Noyan Bey, buna böyle büyük bir iltifatlar, efendim böyle bir sürü güzel kitaplar, paketler hediye ediyor. Şükranlarını bildiriyor. Dedim ki "Allah Allah, bu programda ne oldu ki bizim arkadaş uyardı, a-man bunu gör diye?" Tekrar telefon açtım ona, "Progra­mın sonuna yetiştik. Ne demişti?" Efendim ne demiş bili­yor musunuz Ömer Faruk Beyefendi? Adam zaten küstah, kaba bir adam. Bir kere Müslüman olan adam mütevazı olur. Gözlerinde bir yumuşaklık, gönlünde, suratında bir nur olur. Böyle bir şey yok, görünüyor. Yanıldık diyelim. Bakın adam ne demiş programda: "Siz, Türkleştirilmiş Bizanslılar olduğunuzu unutmayın." demiş.
"Müslüman edilmiş Rumlar!" yalanı
Biliyorsunuz geçen hafta çok büyük bir işadamı, montaj sanayinin büyüklerinden, Türkiye'nin en büyükle­rinden, ayrıca Pontus'a çok meraklı olan bir işadamı. Bir iki gazete yazdı. Biraz tepki oldu da, tabii büyük gazeteler yazmaz pek böyle şeyleri. Efendim demiş ki, "İşte Güney Kıbrıs AB'ye girsin. Kuzey Kıbrıs'taki kendini Türk zan­nedenler, aslında bunlar Müslüman edilmiş Rumlardır," manasına bir lâf söylüyor; "Onun için," diyor, "Güney Kıbrıs AB'ye girince bunların hepsi tekrar Rum olur oraya gidip." diyor. Bak şimdi, lâf aynı, dikkat ederseniz.
M. Bayraktar: . Arkasındaki olayları nasıl yorum­luyorsunuz?
55

M. Bayraktar: Bize bunu diyen oldu mu, bilimsel bir toplantıda?
O. Sinanoğlu: Başka türlü düşünen, başka türlü bir tavrı olan, en insancılı, en iyisi, en canciğer arkadaşımı biraz kurcaladığım zaman altından bu fikirler çıkar. Şim­diye kadar çıkmayan bir tane Batılı görmedim. Yoktur.
"Türkleştirilmiş Bizanslılar!" yalanı
Geçenlerde, bir iki ay gibi oluyor. Kanal 7'de daha önce STV'de olan Engin Noyan Beyefendi, hatta benle de Türkçe konusunda gayet güzel bir program yapmıştı; sağolsun ve Türkçe'ye sahip çıkmıştı, o programla. Her şeyini çok takdir ettiğim Engin Noyan Bey bakıyorsun Kanal 7'de bir programda. Daha doğrusu ben görmedim de, hemen bir arkadaş telefon etti bana, "Aman Kanal 7'ye bak." dedi. Biz de açtık. Ama sonunu yakalayabildik. Şim­di hadise şu: Efendim bir İlahiyat profesörü müdür nedir bir adam Türkiye'den, yanına bir Amerikalı almış gelmiş Engin Noyan'ın programına. Kendisi sessiz oturuyor ya­nında. Bu Amerikalı iri yan, bir acayip sakalı var. New York'ta gördüğüm tiplere benziyor, New York'un Brooklyn semtinde. Efendim bu Amerikalı Müslüman olmuş. Adını da Ömer Faruk almış. Bu kelimeleri de iyi seçiyorlar, kulağa tekerleme gibi geliyor. Amerikalı adam Müslüman olmuş. Allah kabul etsin, Müslüman olmuşsa iyi tabii ne güzel. Ama şimdi ben sonuna vardım progra­mın. Yetişemedim. Ancak sonunda çok takdir ettiğim, sevdiğim Engin Noyan Beyefendinin programında, bu Brooklyn'h olduğunu kuvvetle tahmin ettiğim Müslüman
"54

Ama "Bir Çinli bilim adamı Müslüman oldu," desen kim­se yüz vermez. Niye? İngiliz, Amerikalı Müslümanlara yüz verir. Çünkü, milletin içinde aşağılık duygusu vardır.
"Müslüman edilmiş Bulgarlar" yalanı
Bakın buna benzer bir sürü olay oldu. Biliyorsunuz Bulgarlar Bulgaristan'da, sonra Yunanistan'da Yunanlılar, son 30 senedir oradaki Türkler için dediler ki, Bulgaris­tan'da "Siz aslında Türk değilsiniz, siz Türkçe zorla öğre­tilmiş, zorla Müslüman edilmiş, aslında Bulgarlarsınız." Tabii orada bir hata var. Bulgarların aslında kendisi Türk kökenlidir. Ama kimse Bulgarlara kendilerinin Türk kö­kenli olduğunu hatırlatmıyor. Neyse Bulgaristan'daki Türklerin kimliğini karıştırmak, Türk olma şuurunu yok etmek için bunları Bulgarlar oradaki Türklere söylüyor ve hatta biliyorsunuz sonra bunların tekrar Bulgarca isimler kullanılması için de zorladılar. Şimdi Bulgaristan'daki Türklerin durumu ve Bulgarlarla ilişkilerimiz biraz daha iyi çok şükür.
"Müslüman edilmiş Yunanlılar" yalanı
Yunanistan'da da aynı şeyi yapıyorlar. Batı Trak­ya'daki Türkler aslında Yunanmış, bunları Türkler gelmiş zorla Türk ve Müslüman etmiş. Hem Batı Trakya Türkle­rinin hem dünya kamuoyunun kafasını karıştırıyorlar. Batı Trakya'nın kuzeyindeki Türk köylerinde yeni öğrendik, kimsenin haberi yok. 67 senedir buradaki Türk köylerinde insanlar tehcir kampı hayatı yaşıyorlar. Etrafları tel örgüy-
57

O. Sinanoğlu: Bunlar münferit hadiseler değil. Aynı birkaç hafta içinde peşpeşe böyle bir sürü hadise oluyor. Bir Amerikalı sözüm ona Müslüman olmuş. Sahi­den Müslüman olsa böyle namussuzca konuşmaz. Adam biraz Müslüman olmuş olsa bir şeyler öğrenmiştir de ol­muştur. Biraz insanlığı öğrenmiştir. Sözlerinden demek ki, "Müslüman olmamış," sonucu çıkar. Türk halkına hakaret ediyor. "Aslında siz Bizanslısınız, Türk olmaktan vazge­çin." diyor. Aynı zamanda Türkiye'de bir işadamı da ben­zerini söylüyor.
M. Bayraktar: O adamın sözünden daha ziyade, eğer o adam bütün televizyonlara çıkıp da Türk milletine hakaret ediyorsa ve program yapımcısı ona kitaplar veri­yorsa bizim bunları konuşmamız, dikkat etmemiz gerek.
Sarıklı İngiliz casusları
O. Sinanoğlu: Neyse daha başka var. İngilizler 250 senedir özel, çok dehşet yetiştirilmiş bir İngiliz casusa sarık giydirir, Osmanlı ülkesine, Hint ülkesine, İran'a gönderir."Efendim bu Müslüman oldu." deyip, oralarda Vahabilik, Ahmedilik gibi sahte mezhepler kurdurmustur. İngilizler böylece içeriden bu Müslüman devletleri yemiş­tir. Sonunda da başarıya ulaşmıştır. Osmanlı'yı da, Hindi de batırmıştır, yemiştir, perişan etmiştir. Bu taktikler 250 senedir yapılan oyunlardır ve bugün hâlâ devam ediyor. Yalnız bu değil, ek olarak, Müslüman oldu bahanesiyle böyle adamlar gelip İslâmi kesimden 500 bin, bir milyon dolar para toplayıp götürüyor. Bunlar standart taktiklerdir. Bizim millet de bunları hep yutar. Ne yapsın, iyi niyet.
56

ayarlı adamlar konmuş. Şimdi daha fazla bunu yapıyorlar ve daha etkili oluyor. Ruslar eskiden bu kadarını yapama­mış, halk tepki göstermiş. Türkistanlılara sorun neler olu­yor? Buradakilerin aynısı orada oluyor. Başka bir kuvvetin işgali altında yaşamakta olan Türk kavimlerine bunlar ka­sıtlı olarak yapılıyordu eritmek için, Türk olduğunu unut­turmak için dünyaya ve kendilerine. Derken şu son beş-on yılda, bilhassa son birkaç yılda aynısı Türkiye'de Türklere yapılmaya başlandı. Kim tarafından? Bizdeki ayarlı basın yayının köşe yazarları tarafindan. Bir de arada bir yabancı gönderiyorlar ki, belki o daha da etkili olur diye. Bir de yöntem var.
Ayarlı basın-yayında Türk karşıtı yayınlar
Köşe yazarlarından bir tanesi, ayarlı basın yayın dediğimiz herkesin bildiği milletin kuyusunu kazıyor. A-yarlı-tekel basının gazetelerinden hiçbirini beş kuruş verip almam. Millet bundan şikayet ediyor, herkes "Tekel Ba­sın" diyor, ondan sonra da gidiyor bu gazeteleri alıyor. İnsaf bari gazeteleri almayın da, protesto edin. Neyse, a-yarlı basın yayındaki köşe yazarları, birkaç tane var. Bir­kaç tane de iyisi var da, onlar da orada zor bela tutunuyor. Ama asıl gözde olanlar, bu işle bilhassa çok zengin olan­lar, bakın ne yazıyor. Çok sıkıştırmanız adını da söylerim namussuzun. Birkaç tane, bir tane değil.
Adam daha geçen hafta ne yazıyor bu büyük gaze­telerin birinde, köşe yazısında? Efendim hanımı buna de­miş ki, izmir'den Bodrum'a arabayla giderken; "Buradan
59

le çevriliymiş, 67 senedir hapishane gibi ve bunlara ancak özel tezkereyle arada bir dışarı çıkma izni veriliyor, dışa­rıdan da başkası alınmıyor. Türkiye'den ise, tık yok. Tür­kiye'nin Kıbrıs sorunu varmış. Türkiye'nin Kıbrıs soru­nu yoktur. Yunanistan'ın Batı Trakya'da yaptığı bu mezalimin, alçaklığın, insan dışı davranışların yarattığı sorun vardır. Bunu Türkiye'den şimdiye kadar kimse dile getirmedi. Kıbrıs sorunuyla ilgili çok söz ediliyor, ama Batı Trakyalıların durumu hiçbir zaman konu edilmiyor. Selçuklulardan beri ana tarafından Ankara'nın yerlisiyiz. Baba tarafım da Batı Trakyalıdır. Şimdi, benden fazla Türk varsa çıksın bir tane ortaya. Sen benim babama nasıl olurda, "Sen aslında Türk değilsin de, Kumsun da, Yunan­lısın da," diyebilirsin. Bizim millet ne iyi dilci ve Türk-çüymüş ki buradakilere böyle güzel Türkçe öğretip Türkleştirmiş.
M. Bayraktar: Hocam televizyon kanallarında başka örnek var mı?
Sovyetler Türkleri nasıl böldü
O.Sinanoğlu: Bulgaristan'daki Türklere, Yunanis­tan'daki Türklere yapılıyordu. Yeni yeni öğreniyoruz eski Sovyetlerde Ruslar Türkleri daha 30'larda, ayrı ayrı ka­vimlere, devletçiklere, cumhuriyetçiklere bölüp de "Ayrı ayrı milletsiniz," diye birbirine düşürdü. Bunlara Ruslar "Siz aslında Türk değilsiniz, bambaşka bir kavimdensiniz, birazcık Türkçe öğrenmişiniz, Müslümanlık öğrenmişsi­niz," diyor. Sovyetler dağıldıktan sonra iş daha da kötü olmuş. Çünkü, bu ülkelerin de başlarına dağıldıktan sonra
58

birçok ülkeyi böyle perişan etmiştir. Önce bir ülkeye A-merikan Hıristiyan misyonerleri gelir. Sonra İngilizce öğ­retmeni gelir, ingilizce öğreteceğiz, diye. Arkasından "Ö-zelleştirme, küreselleştirme" ile her şeyini alıp götürürler. En sonunda da menfaatlerini korumak için Amerikan or­dusu gelir. Ondan sonra da orası bitmiştir, yerli ahali tü­kenmiştir, yok olmuştur. Bir sürü misâli var. Aynısı Havai adasında oldu. Havai adasının yerli halkının nüfusu çok azaldı. Eski kralın çocukları şimdi Amerikalılara çöpçülük yapıyor. Yatırım yapacağız diye, topraklarını almışlar. Bi? sürü Amerikalıyı getirip yerleştirmişler. Sonunda bir refe­randum yapıyorlar, "Amerikan Eyaleti olalım mı?" diye, oy çoğunluğu ile birden Havai Amerikan eyaleti oluveri­yor. Belediye Amerikan misyonerlere yer veriyor, gayet de düzgün bir yer. Oraya yaşh-başlı sakallı bir sürü köylü­leri doldurmuşlar, efendim bunlar İngilizce öğrenecekmiş. Köylü İngilizce öğrensin, köylü başka bir şey de öğrensin Fakat, öğrenecek başka bir şey mi kalmadı? Niye öğrene­cekmiş? Turist gelirse konuşmak için.
Bu misyonerler "İngilizce öğreteceğiz," diye gelir. Afrika'ya da sağlık işlerine yardımcı olmak pozunda gel mislerdi. Ama en başta "İngilizce öğreteceğiz," derleı. Fransız misyoner ise, "Fransızca öğreteceğiz," diye gelir. Çünkü Fransız misyonerlerine ve Fransız sömürgelerinde-kiler dünya dili Fransızca'dır, sanırlar. Bunlar bilinen o-yunlardır. Tipik misyonerler gelmiş, hem de Hıristiyanla­rın çok meraklı olduğu bir bölgeye, Göreme bölgesinde, ahaliye İngilizce öğretiyorum diye, Hıristiyan propaganda­sı yapıyorlar.
61

geçiyoruz bir de Türkmen köyü varmış. Gel şuraya gidip bakalım." diyor. Bizim köşe yazan da ne diyor biliyor musunuz?: "Çok fena kızdım. Hanıma döndüm dedim ki, hanım! Sen benim Türk lâfına ne kadar gıcık olduğumu bilmiyor musun? Hele bir de bunun sonuna -men- ekler­sen, "Türkmen" dersen ne kadar asabımı bozacağını bilmiyor musun ki bana bu lâfi ediyorsun?" diyor. Bak şimdi! Bunu Türkiye'de, hatta başlığının hemen altında da Türk lâfı hala geçen (eskiden kalma takiyenin sonucu ola­rak kalan) bir gazetenin köse yazan yazıyor. Sonra devam ediyor: "Bunu niye yazıyorum biliyor musunuz? Çünkü Irak'tan Talabani geldi, birileri kalkmış Kuzey Irak'ta Türkmen demiş," diyor. "Bari oraları rahat bırakın. Bir de Türkmenleri oralara mı bulaştıracaksınız." diyor. İhanete bak. Millet neredesiniz? Böyle bir adam bunları nasıl der?
Hıristiyan misyonerler cirit atıyor
Baktık STV'de yarım saat, hem de haber saatinde ballandıra ballandıra şu gösteriliyor. Nevşehir'in Orta Hi­sar köyünde belediye başkanı iki tane Amerikan Hıristiyan misyoneri, biliyorsunuz bunlar yeni değil Türkiye'de, hani biz lâikiz ya, ama misyonerler cirit atıyor. Dine karşıysan o zaman Hıristiyanlığa da mani ol. Müslümanlığa mani oluyorsan; dinin hangisine karşısın? Bir insan dinlerden haz etmeyebilir. Hatta "Ben dinsizim." der ve dinlere karşı olabilir, olsun. Bana ne? Ama eğer hele bir de resmi ideo­loji olarak bir lâiklik -ki din düşmanlığı demek değildir biliyorsunuz tabii. Lâiklik Türkiye'de biraz saptırılıyor-Herkes kendi istediğine inansın. Hıristiyan misyonerleri
60

çok büyük ağırlık verelim, nüfus artışını durduralım." diye öneriyor. "Hatta o da yetmez, bizi almaları için nüfusumu­zu azaltalım." diyor. Yani, "Türkleri keselim." demek istiyor. "Türklere hayat hakkı bırakmayalım." demek istiyor. Bunu İzmit'in kodaman adamı söylüyor. Her gün benzer şeyler çıkıyor karşımıza. Başka bir ülkede bunların bir tanesi olsa ülkede kıyamet kopar.
M. Bayraktar: Diyorsunuz ki bir televizyon kana­lında çıkarmışlar misyoneri konuşturuyorlar. Öbür televiz­yon kanalında bir yapımcı çıktı, bir Amerikalı misyoneri konuşturdu, "Sizin Türklerin aslınız Bizans'tır." Kısaca bu olaylar hangi ortak paydada birleşiyor? Yoksa tesadüfen mi oluyor?
O. Sinanoğlu: Tesadüfen olur mu? Ortak payda şu: Türk Müslüman lâfını buralardan silmek. Bunlar 50 senede olmuyor, üç senede de olmuyor. Son bir ay içinde 50 tane benzer olay birden oluyor.
M. Bayraktar: Hocam şunu söyleyeyim: Başka biri olsa karşımda, dese ki "Siz Türkler Bizanslısınız", o program o anda biter. Milli hassasiyetimden dolayı buna müsaade etmem.
Sakal-bıyık kültürü
O. Sinanoğlu: Bir Amerikalı bana bunu dese bu programda, "Sen kendi haline bak. Sen katillerin Avru­pa'nın hapishanelerinden çıkarılıp Amerika'ya gönderip, Kızılderililerin hepsini kesip, oraları yağma edip, ondan sonra Kovboy filmleriyle dünyayı fethetmeye çalışan bu katillerin, hırsızların, dolandırıcıların torunusun. Aynısı-
63


Misyonerlerin niyetini anlayıp da bir tedbir almak varken, belediye yer veriyor. STV'deki haber saatinde yarım saat özendire özendire bütün ayrıntılarıyla gösteri­yor ve "Köylü bak! İngilizce öğreniyor." diyor. Köylü her şeyi öğrendi de bir İngilizce kaldı. Acaba Türkçe ne kadar biliyor onu sormak gerek. Köylü tanını da unutmuş bir haldedir. Bunlar başka köylüleri de özendiriyor. Yeni mis­yoner faaliyetlerinin önünü açıyor.
Türklerin nüfusunu azaltmalıymış!
izmit'in belediye başkanı mıdır nedir, yanlış söylüyorsak özür dileriz. Ben öyle zannettim. Birkaç ay evvel televizyonda birkaç kişi ile açık oturum yapılıyor. Bir İzmit lâfi geçti. AB konuşuluyor. Kulak kabarttık. Ön­ce AB'ye girmekteki bazı mahsurlardan bahseder gibi ol­du. Hayret, ne iyi dedik. AB'ye girmenin götürdüklerini de söyleyen de varmış, dedik. Ama adam sonunda ne de­di? "Efendim AB'nin bütün toplam nüfusu 150 milyon." Bir kere cehalete bakın, çok çağdaş, okumuş yazmış görü­nen bir tip söylüyor, bunu. AB'in nüfusu 150 milyon olur mu, dalga mı geçiyorsunuz? 350 milyon. Hadi orada da atladı diyelim. Efendim Türkiye'nin nüfusu da 100 milyon olacakmış, bir de arka bahçemiz varmış, Azerbaycan. O da 150 milyon nüfusluymuş. Avrupa'nın kendisi 150 mil­yonmuş. Bunu dili sürçerek söylemiyor. Çünkü rasgele tekrar ediyor. Bence o kadar cahil de olamaz, kasıtlı olarak millet nasıl olsa yutar, diye ufak söylüyor. "Yakında Tür­kiye'nin nüfusu o kadar olacak, Avrupa seni alır mı?" diyor. Çare için ise, "Dolayısıyla biz doğum kontrolüne
62

yor. Yani Türkçe yok oluyor, millet anası babası çocuğuy­la Türkçe konuşamaz oluyor. Türkle Türkçe konuşamaz oluyor," diyorum. Eğer kendinizi ayrı sayıyorsanız, ben saymıyorum. Türkiye Cumhuriyeti sınırlan içindeki her­kes Türk milletidir benim için. Kafası karıştırılmış olanlar varsa ona göre tekrar düşünsün.
Kimsenin haberi olmuyor. Birkaç ay sonra birisi tesadüfen bilgisayarda, o sitede Talim Terbiye Dergisini okurken, hayati bir kararın çıkmış olduğunu görüyor. Bu karar Türkiye'nin yok edilmesi karandır. Türk adının ta­rihten silinmesinin karandır. Senelerdir de yazıyoruz, çizi­yoruz, bağırıyoruz, "Aman bunu da yaparlar, dikkat edin.," diyoruz. Kazakistan bağımsız olur olmaz ilk yaptığı iş ne biliyor musunuz? Anaokullarında Rusça eğitimi yasaklıyor. Türkiye'de ise bunlar yeni oluyor, bir sürü örnek var iken. Hiçbir yerden de ses seda çıkmıyor. Bir de diyorsunuz ki, "Türkiye'de 100 bin tane etki ajanı var." Bence az söyleniyor. Yoksa tüm bunları kim yapar?
M. Bayraktar: Bir de belediyeler bazı illerdeki mahalle adlarını değiştiriyorlar.
O. Sinanoğlu: Misâller yavaş yavaş çoğalıyor da kimse farkına varmıyordu. Bunların başından beri farkına varıp millete duyurmaya çalışıyorduk. Bunların nereye geleceğini 35 senedir söylüyoruz. Bunları söylemek ata­mızın, boynumuzun borcu. Başkaları kamuoyuna duyursa bizim bir şey dememize gerek kalmaz. O zaman ben de metamatik, kimya, fizik işlerimle uğraşırdım. Başkasından ses çıkmıyor maalesef. İste yeni yeni anlaşılmaya başlandı bazı şeyler derken bu sefer de hızlandılar. Az kaldı. Çün­kü, Türkiye'nin defterini dürecekler 2001'de. Bu arada
65

sın. Sen kendine bak, utanmaz," derim, adamı kovarım. Programa getiren de İlahiyat profesörüymüş. Bıyık tipin­den hangi takımdan olduğunu anlıyorsun. Çünkü biliyor­sunuz Türkiye'de bir sakal bıyık kültürü var 30-40 sene­dir. Adamın sakalına bıyığına göre ne. olduğunu anlarsın. Hatta şimdi bir şiir yazıyorum."Yağ satarım, bal satarım, sakal bıyık satarım, Kimilerine ucu kıvrık bıyık satarım, Kimilerine fırça bıyık satarım. Ondan sonra filanca cema­atte olanlara ortada bir parmak bıyık satarım. Her türlü sakal bıyık satarım." Millet kafa çalıştıracağına, sakalı bıyığı, başörtüsü ile uğraşıyor. Milleti kafa çalışamaz hale getirdiler. Bu millet böyle değildi. Bu millet 50'lerde de böyle değildi. Daha önce hiç değildi. 60'larda bile böyle değildi. 70'lerde bozulmaya başladı ama bu kadar da de­ğildi. Bu son 10 senede milleti bu hale soktular. Ne eğitim, kültür kaldı. Her gün milletin diline, kimliğine, dinine hakaret ediyorlar.
Türk dilini yok etmek için, anaokulundan itibaren İngilizce mecburi kılınıyor. Türk dilini, Talim Terbiye Kurulu Tebliğler Dergisi 22 Nisan 2000 kararıyla yok edi­yor. Bunu ne gazeteler yazıyor, ne Mecliste konuşuluyor, ne Hükümette tartışılıyor, ne Eğitim Şurasında tartışılıyor. Pat diye sessiz sedasız dört kişi imza atıyor, bir tanesi de imzalamıyor. Gerekçesini de milli eğitim hanlığı sitesinde belirtmiyorlar. Sessiz sedasız böyle bir karar alınıyor. Se­nelerdir yazıyoruz, çiziyoruz bağırıyoruz diyoruz ki, "Bir­çok ülkede İngilizlerin İrlanda'ya yaptığı, efendim Rusla­rın Kazakistan'da yaptığı tarihi misâlleri anlatıyoruz yakın tarihten, eski tarihten. Bir ülkede yabancı dille eğitim ana­okuluna kadar inerse bir nesil sonra o ülkenin dili yok olu-
64

yorlar. Bunlar o zaman tabii kocaman ciltli defterler elle­rinde geliyorlar. Köy köy dolaşıp bütün köylerin, derenin, tepenin her tarafin ismini İrlanda'nın kendi dilinden İngi­lizce'ye tercüme ediyorlar. Tek tek. Bak şimdi, buna dik­kat edin. Ey millet. İster sağcı olun, ister solcu olun, ister lâik olun, ne olursanız olun, eğer bu millete, bu ülkeye bağhysanız, buna kulak verin arkadaşlar. Bu memleket götürülüyor, haberiniz olsun.
İnanç turizmi bahanesiyle Yer adlan değiştiriliyor
Bak böyle götürülüyor. İngilizler bunu İrlanda'da yapıyorlar. Sonradan büyük bir İrlandalı meşhur sahne oyunları yazan piyes yazıyor. Yazarın Broodway'de pi­yesleri hâlâ oynanıyor. Bu piyesin adı "Tercümeler" Pi­yeste İngilizlerin İrlanda'da yaptığı hadiseyi sahnede gös­teriyor, millete "İngilizler bize böyle yaptı" diyor. Şimdi bunu anlatmamızın sebebi, 45'ten, hatta 50'den başlayarak önce Efes vs. diyerekten Türkiye'de turizm ayağına daha da coştular,"İnanç Turizmi" bahaneleriyle Türkiye'de yer isimleri tek tek yabancı isimlere çevriliyor. Eskişehir gibi Türkiye'nin kalbi olan bir yerde bütün sokak isimlerini bir kararla alay edici, tahkir edici isimlere çeviriyorlar. Abuk sabuk listeyi görseniz; ağlarsınız, gülersiniz. Parazit sokak gibi isimler vermişler. Bunlar sessiz sedasız oluyor. Tepki yok. Daha önce de Eskişehir'de "İyonya" diye bir dernek kurdular. İyonya Derneğini kuranlar da oradaki çeşitli par­tilerin U başkanlarıydı. Gazetelerde çıktı. Eskişehir'i
67

gene bir haber çıkıyor, kimsenin haberi olmuyor. Neyse birileri birilerine haber veriyor. Gazetenin biri de yarım ağız yazıyor özür dileyerek. "Yazmaya mecbur kaldım da yazdım" diyor neredeyse. Neyse Allah razı olsun bari o kadarını yazmış.
Türkçe sokak adlarını değiştirip yabancı adlar koyanlar
Eskişehir'de belediye başkam, daha önce de çok methedilen, benim hiç tanımadığım, ama çok methedildiği için, üniversitedeki hizmetlerinden dolayı, ne güzel Eski­şehir'e iyi bir belediye başkanı gelmiş, demiştim. Ama bu kadar marifetli, kültürlü adamın yaptığına bakın. Bu bele­diye başkanı, adını hatırlamıyorum, ama önemli değil. Çünkü şahıslar önemli değil, mekanizma, organizma mü­himdir. O olmasa başkasına yaptırırlardı. Belediye Mecli­sinde karar alıyorlar. Sessiz sedasız gene kimsenin haberi yok. Eskişehir'de üç binden fazla dört bin mi beş bin küsur mü, bütün Türkçe sokak adlarını bir kararla hep­sini yabancı dil bozuntusu ve milletle alay edici, tahkir edici birtakım yabancı isimlere çeviriyorlar. Listesi var. Bir kişi oradan karşı çıkıyor. Ne oluyor? Sonradan duyu­yoruz ki, beş bin de imza toplanmış. Ama hiç geri adım yok. Gazeteler yazmaz, tıs pis. Bizim beş altı sene evvel yazdığımız yazılan okuyun. Hepsini Otopsi yayınlarından "Bye Bye Türkçe" kitabında topladık."Bye Bye Türkçe" kitabında hepsini örnekleriyle anlattık. İngilizler İrlanda'yı işgal ettikleri zaman bir sürü ahaliyi kesiyorlar. Fakat on­dan sonra birkaç tane İrlanda'ya uzman memur gönderi-
66

giltere yerine AB ile "AB'ye üye olursak vs." hikayesi de Türkiye'nin tasfiyesi için uydurulmuş bir olaydır. Yugos­lavya'dan başladılar, Yugoslavya'yı bin parçaya bölecek­lerini daha 73'de anlamıştım. Çünkü, 1973'de ortalıkta hiç ayrımcılık yok iken, Yugoslavya sağlam dururken, CIA Yugoslavya'da bilimsel uluslararası toplantı düzenliyor üstelik komünist bir ülkede. Vay canına Yugoslavya'yı parçalayacaklar, dedim o zaman. Şimdi parçaladılar. Par­çalarını da parçalıyorlar. Bosna'dan sonra Kosova'da ola­cak dedik; o da oldu. Makedonya'dan buraya doğru geli­yor. Balkanlar'dan Türkleri attılar. Şimdi de Balkanlar'da kalan Türk mirasını atıyorlar. Balkanlardaki tarihimizi, eserlerimizi, kütüphanelerimizi yakıp yıkıyorlar, yok edi­yorlar. Sıra şimdi Türkiye'dedir.
Sevr'den de beter!
M. Bayraktar: Zaten hocam parçalanma ve Tür­kiye kelimelerini son dönemlerde söz edenler Sevr anlaş­masının uygulandığını ileri sürdürüyorlar.
O. Sinanoğlu: Sevr deyince, bir şey kastediyorlar Sevr derken hafif söylüyorlar. Sevr herkesin kafasında bit heyhula gibi durduğu için o manada, Türkiye'nin başına gelebilecek en kötü olayı kastederek, söylüyorlar. Ben diyorum ki, Sevr'i hafif söylüyorlar. Çünkü, Sevr'de Ana­dolu'nun ortasında ufak bir yere Türkiye demişlerdi. Şöyle ufacık bir Türkiye vardı Sevr haritasında. Şimdiki tasfiye plânında o da yok. Eğitim dilini İngilizce yapma oyunla­rıyla 45'de başlamış meğersem, 53 deyip duruyorduk, 45'de Amerika ile anlaşma yapılmış ve teslim edilmiş,
69

İyonya yapma projesi var. Ayrıca, Eskişehir'de tarım ara­zileri de zaten yabancılara satılıyor.
Ey ahali Türkiye'nin her tarafından Eskişehir'in belediye başkanına, üyelerine en azından yapacağınız bir tane faks göndermektir, bir tane elektronik posta çekmek­tir, mümkünse telefon etmektir. Elektrik postalarını kitlemektir. "Ayağınızı denk alın, burası kimin ülkesi?" demektir. Bu ülkeye biz Türkler sahip çıkacağız.
M. Bayraktar: Hocam bilhassa bazı böyle garip olayların AB'ye girmemizle ilgisi var mı?
O. Sînanoğlu: Bunlar garip değil. Bunlar millete ihanettir..
M. Bayraktar: Türkiye'nin AB'ye giriş sürecinde böyle gündeme gelmesi herhalde tesadüf değil. Bir olay­dan bahsettiniz.
O. Sinanoğlu: Bunlar hikayedir. AB'ye Türki­ye'nin girişi zaten hikayedir. AB'nin kendisi de hikayedir. Onu da geçen günlerde daha dünkü bir gazetede yazdık, bugün de yazdık. AB yeni dünya düzencilerinin bir masa­lıdır. Türkiye'yi de AB'ye almayacaklardır..
M. Bayraktar: Niye girmeyeceğiz?
O. Sinanoğlu: Giremeyeceğiz. Çünkü AB tarih boyu bir araya gelemeyen Kelt kavimlerinden ibaret bir yerdir. Avrupa ülkeleri dediğin her biri Konya'nın bir ilçe­si olamaz. Ufak tefek yerler, ortada bir şey yok. Ne varmış Avrupa'da? Türkiye AB lâfını bahane ederek nasıl ki İngi­liz Papazının kurdurduğu teşkilat olan İngiliz Muhipleri Cemiyeti "İngilizlerle bir olursak kurtuluruz," dediler, Kurtuluş Savaşına mani olmak için. Papaz kime kurduru­yor? Mollaya kurduruyor. Şimdi bugün de aynı oyun İn-
68

O. Sinanoğlu: AB'ye girme numarasıdır. AB'ye gireceğiz meselesi de bu oyunun bir parçasıdır. Onun yü­zünden olmadı, oyunun bir parçasıdır.
M. Bayraktar: Telefon haltımızda Doktor Ümit Emre var. İyi akşamlar Ümit Bey.
Ümit Emre: Efendim iyi akşamlar.
M. Bayraktar: İyi akşamlar
Ümit Emre: Programınızı bastan beri dinliyorum. Size çok teşekkür ederim.
M. Bayraktar: Bizi nereden arıyorsunuz Ümit Bey?
Küresel Kraliyetin gizil örgütleri
Ümit Emre: İstanbul'dan efendim, size teşekkür ederim. Ben bugüne kadar bu kadar açık, bu kadar Ata­türkçü, bu kadar vatan sevgisiyle dolu bir program hiç dinlemedim. Tekrar teşekkür ederim. Benim esas söyle­mek istediğim olay şu: Galiba programınızın başlığı şuy­du: "Türkiye Nereye Gidiyor?" Türkiye Cumhuriyeti tari­hinde Atatürk'ün telefon direklerine askerden kaçanları idam ettirmek mecburiyetinde kaldığı günler kadar kötü günler içerisindedir ve büyük bir badireyle karşı karşıya­dır. Bu bir kurtuluş savaşıdır, ama maalesef düşman demin bahsettiğiniz gibi çok açık olmadığı için, etki ajanları mil­yonları buluyor zaten bir kör doğuşu gibi oynanıyor. İm­kanlar çok fazla olduğu için imkanlar medya dedikleri bu basın yayın, insanlar bunun farkına varmıyorlar. Esas bu­nun önemi şudur efendim: Dünyada büyük zenginler ki, bunlara elit denir, bunlar dünyanın büyük şirketlerinin
71

İsmet Paşa yamanında. Onu da bilin. Belgesi meclis kü­tüphanesinde var. 1945'de Amerika ile yapılan anlaşmada ortak eğitim kurulu oluşturuluyor. Kurul 8 kişiden oluşu­yor. Bunların 4'ü Türk, 4'ü Amerikalı üye. Ancak, kurul başkanının daima Amerikalı olması ve 2 oy hakkı bulun­ması şart koşuluyor. Bu Türk Milli Eğitim sistemi 1945'den beri Amerikalıların dediklerine göre görev yapı­yor. Yani, Milli Eğitim gerçekten milli değil, eğitim de eğitim değildir.
Dil ve tarih bilincini yok etmekle, son birkaç yıldır bütün ayarlı, ne olduğu belirsiz, ne olduğunu kendisi de bilmeyen köşe yazarları Osmanlı'ya, atalarımızın hepsine, kültürümüze hakaret ediyor. Bunlar hızlandı. Maksat tarihi bilinci, dilini, kimliğini yok etmek, milletin kendisi hak­kında tereddüt yaratmak. "Sen Türk değilsin, aslında sen Rumsun, Ermenisin de, zorla Türkleştirildin, Müslüman-laştınldın," fikrini beyinlere kazımak, millette aşağılık hissi yaratmaktır. Nitekim misyoner faaliyetleri korkunç bir şekilde gidiyor ve güneydoğudaki, bir sürü ahali Hıris­tiyan olma havasına giriyor. Misyonerler Kore'de 30 sene içinde nüfusun yüzde 60'ını Hıristiyan yaptı."Ne oldu?" "Hıristiyan olunca Batı sana yardım edecek mi?" Hayır. Asıl o zaman görürsün başına gelecekleri. Endonezya, Filipinlerde olduğu gibi Hıristiyanla Müslümanı çarpıştı­racaklar. Sonra gelip bu bahaneyle kendi askerlerini yer­leştirecekler.
M. Bayraktar: Hocam misyonerlik faaliyetlerin­den biraz daha bahseder misiniz?
70

dünyaya resmen el koymak durumundalar. Şimdi bunların organizasyonu çok basittir. Amerika'da CFR (Counsil of Foreign Relation ) dedikleri Dış İlişkiler Komisyonudur Bir tanesi Japonya, Avrupa ve Amerika'yı içine alan Trilateral'diı. Bir tanesi Bilderberg'tir. Bütün bunlar bu­ralarda kotarılır ve dünyaya program olarak tatbik edilir. Şimdiki program şudur: 50 seneden beri dünyayı borç­landırma taktiğiyle borçlandırdıktan sonra IMF'nin yaptı­ğı iş şudur:
M. Bayraktar: Türkiye bunun için mi borçlandırı­lıyor?
Türkiye kasten borçlandırılıyor
Ümit Emre: Evet efendim. Mesela şimdi Federal Reserve adı verilen, halkın yanlış olarak Amerikan Mer­kez Bankası dedikleri banka, Amerika'nın Merkez Banka­sı değildir. Bu federal rezerv, bu meşhur elit dediğimiz çok zengin, fevkalade zengin bankerlerin bir araya gelerek kurdukları bir para organıdır. Bu insanlar aynı zamanda petrollerin de sahipleridirler. Dünyada bugün para, yani dolar petrole bağlıdır. Avrupa diye bir kıta yoktur, eskidir, ihtiyardır, tabii kaynağı yoktur ve yeni bir şey de ürete-memektedir. Bu Avrupa'nın motorunu birazcık Federal Almanya yapmaktadır. Şimdi onun da federalliği gitti, Almanyası var. Onun dışında bir ülke yoktur Avrupa'da. Biz zaten Avrupa'ya şu anda Gümrük Birliği'yle her şe­yimizi bırakmışız, AB sömürdüğü kadar sömürüyor. Ame­rika da bizi sömürüyor. Bu petrole sahip olan kişiler iste­dikleri zamanlarda petrol fiyatlarını artırarak yahut indire-
73

sahipleridirler. Mesela bunlardan üç tanesinin bir yıllık kazancı 48 dünyanın en fakir ülkesinin Gayrisafi Milli Hasılasından fazladır. Şimdi bunlar biliyorsunuz kendi aralarında tekrar birleşiyorlar. Amerika'nın meşhur bir Standard Oil'i vardı Rockefeller'in. Sonra Tröst Kanunu vs. meselesinden dolayı bunu parçaladılar Amerika'da. O da tabii gene bir oyunun sonucuydu, o parçalanmış olan Exxon'du, Mobil'di vs, bunlar tekrar birleştiler. Bunların kontrol ettikleri paraların haddi hesabı yoktur. Bu insanla­rın bir saniyede borsalarda döndürmüş oldukları paralar birkaç trilyon dolarla ölçülür. Şimdi olay şudur: Bazı Ba-tı'da kitaplar var, mesela bunlardan bir tanesi Türkçe'ye çevrildi ama onun Türkçe ismini ben size söyleye-yira,"Şirketler Dünyayı İdare Ettiği Zaman" diye bir ki­tap. Bu Batı'da çok sattı. Hakkında şu önemli açıklama­larda bulunuldu: "Eğer küreselleşmeyi birisi öğrenmek istiyorsa, mutlaka bu kitabı okusun." dendi. Şimdi bu şey 1944'ten sonra Britan Woods adlı kuruluşlar ortaya çıktı. Bunlardan bir tanesi IMF, bir tanesi Dünya Bankası'dır. IMF güya para politikalarım, Dünya Bankası ise ülkelerin ve yapılacak projeleri güya idare ederdi. Bunlar ilk 10 sene borç verecek insan bulamadılar. Ve ülkelerin bürok­ratlarını, hatta siyasilerini Washington'da eğittiler, zorla borç para verdiler. Mesela size bir örnek vereyim: Türki­ye'nin Hazinesinin para dolu olduğu dönemde bunlar getirip bize 10 milyar dolar borç verdiler.
M. Bayraktar: Kaç tarihinde?
Ümit Emre: Galiba İsmet İnönü döneminde, 47 senesinde olsa gerek. Şimdi söylemek istediğim şey şu: Bu elit dediğimiz insanlar, bu paranın sahibi olan insanlar,
72

Türkiye'de petrol arama yasak ve kısıtlamaları
Ümit Emre: Anlatayım efendim. 1956 senesinde Menderes üç kişiyle kanun yaptırdı. Bunlardan bir tanesi Max Ball'a yaptırılan Petrol Kanunu'ydu. Bu Petrol Ka­nunu'nda maddenin bir tanesi şuydu: Kars bölgesinde kuzeydoğu bölgesinde petrol aramak yasaktır. Nitekim bu bölgede petrol yerde akar. İki, Türkiye'de araştırma yapan her petrol şirketi 10 tane delik deler, 11'inciyi delemez. Türkiye'de bulunan her petrol kuyusuna çi­mento dökülmüştür ve bu elit dediğimiz büyük zenginler bunları kasten araştırtmamışlardır. Türkiye'yi kasıtlı ola­rak petrolden fakir hale getirmişlerdir. Çok önemli olan bir şey var: Bu depremde okudunuz. Manisa'da, Adana'da, Ceyhan'da vs. gaz çıktı, petrol çıktı dediler her gün med­yada, bunun üzeri kapandı. Olay tamamiyle petrol mesele­sidir.
Genelkurmay izniyle petrol araştırması
1974 ya da 1975 senesinde Genelkurmayın izniyle Türkiye üzerinde petrol araştırması yapıldı ve bu uyduyla yapılan petrol araştırmasında Türkiye'nin bütün her tarafı­nın petrol olduğu tespit edildi, bu Amerikan belgelerinde var efendim.
M. Bayraktar: Genelkurmay mı yaptı bu araştır­mayı?
Ümit Emre: Genelkurmay değil efendim. Bu pet­rol şirketleri müracaat ettiler, Türk Hükümeti bunu Genel-
75

rek, dolan da kontrol ettikleri için, bu Federal Reserve böyledir, nitekim bunlar şu durumu yapmışlardır: Ameri­kan dolan dediğimiz doların dörtte üçünün karşılığı yok­tur. Bu Federal Reserve'in tamamen elindedir. Amerikan devletinin kendisinin.
M. Bayraktar: Ümit Bey bizi ilgilendiren kısma gelelim.
Ümit Emre: Bizi ilgilendiren kısmı söyleyeyim efendim. Bizim Türkiye'mizin altı petrol doludur.
Türkiye'nin altı petrol kaynıyor!
M. Bayraktar: Bunu neye dayanarak söylüyorsu­nuz?
Ümit Emre: Birincisi Türkiye'de 20 sene Shell şirketinin araştırma müdürlüğünü yapmış bir adamın söy­lediği şudur: Bu ya Emin Değer'in "Oltadaki Balık Türki­ye " kitabında vardır yahut "Akrebin Kıskacında Türkiye " kitabında vardır, şimdi hatırlayamıyorum. Ama bu iki ki­tapta açılıp bulunabilir. Türkiye'nin altı petrol doludur, derindedir, beş bin metrededir. Bir yerden duydum, bir uydu merkezinde de bu söylenmiş. Türkiye'nin altında çok büyük petroller var, beş bin metrededir. Şimdi Türkiye'yi bu kadar sıkıştırmaların en büyük sebebi petroldür. Çünkü dünyada petrol bitmektedir ve Ortadoğu'nun rezervleri 10 metre içinde vardır.
M. Bayraktar: Peki Ümit Bey, Türkiye'nin şu andaki teknolojisi petrol arama imkanları çok güçlü. Bunu tespit edecek kapasitemiz yok mu?
74

edin." diye koştuğumuz zaman bize çok cömert davrandı­lar. Aslanlar, kaplanlar, siz çok iyi yolda yürüyorsunuz, size 10 milyar dolar vereceğiz, dediler.
M. Bayraktar: Anlaşıldı, size çok teşekkür ediyo­rum. Hocam bu da ilginç bir görüş, Türkiye'nin altı petrol kaynıyor.
O. Sinanoğlu: Her tarafı petrol demek doğru değil. Türkiye'de de petrol vardır, bu zaten senelerdir söyleni­yor. Çıkarttırmıyorlar, çünkü Amerika kendi petrollerini kullanmıyor, onları tıkıyor, Suudi Arabistan'ınkini önce bitirmek istiyor. Buradakileri çıkartmak istemiyor, vs. Türkiye kuvvetlenmesin, istiyor. Bunlar doğrudur da, bu­nun dışında Dr. Ümit Beyin telefonda dediği şeyler ara­sında çok önemli meseleler de var. Daha birçok şey söyle­di. Değil mi?
M. Bayraktar: Çok değişik konulara girdi. Şimdi hocam bir de şu var: Mesela benim önümde bu soykırım tasarısıyla alakalı kısmından okuyacağım bir not vardı. Siz dediniz ki Türkiye'yi işte Sevr'den daha beter edecekler. Ermeni soykırım tasarısı Fransa'da kabul edildikten sonra geçtiğimiz hafta İngiliz Ermeniler Patriği Londra'da ko­nuşma yaptı. Özetle şunu söyledi: "Soykırım vardır, Türk­ler bu tarihi gerçeği er geç kabul edeceklerdir. Tüm dünya bunu kabul ediyor, Türkler Avrupa'ya dahil olmak istiyorsalar bu soykırımı kabul etmek zorundadırlar. 1915-16 yılları arasında 1,5 milyon Ermeni'yi katlettiler." diyor. Bunu kabul edeceksiniz ki Avrupalı olacaksınız. Önceden Batılılaşmanın Avrupalılaşmanın başka kriterleri vardı; medeniyet, çağdaşlık vs. Şimdi Avrupalı olmanın
77

kurmay'a bunu devretti, "Genelkurmay karar versin," de­di, Genelkurmay da şart koştu. Bu araştırmaya Türk tek­nisyenler de katılacak, elde edilen bilimsel verilerden Ge­nelkurmay'a, daha doğrusu Türk Hükümetine verilecek ve bunlar verildi. Fakat biz bunları okuyamadık.
M. Bayraktar: Ümit Bey o konuda elinizde detay­lı bilgiler, dokümanlar geçerse iletebilir misiniz?
Ümit Emre: Ben size gönderirim efendim bu ko­nudaki bilgiyi.
M. Bayraktar: Efendim teşekkür ediyorum. Tür­kiye'nin altının petrol kaynadığını, Batı'nın bunu bildiğini, bunun için Türkiye'yi parçalara ayırmak istediğini söylüyorsunuz.
Tarımımızı ve hayvancılığımızı bitirerek bizi açlığa mahkum etmek istiyorlar
Ümit Emre: Efendim parçalamak değil. Bizi bir tür açlığa mahkum etmek istiyorlar. IMF'nin son karan sudur: "Buğday stoklarını çabucak tüketin," diyor. Dikkat edin tarımımız bitti. Topraklanınız gitti. Hayvancılığımız bitti. Bizi açlığa mahkum etmek istiyorlar ve bu açlığı altı ay içinde patlatmak istiyorlar. Aç kalmış bir millet, dizle­rinin üstüne çökmüş bir millet, çünkü bu milletin iç gücü çok fazla, çok yüce bir millettir. Atatürk'ün milletidir bu millet. Eğer bu milleti aç bırakmazsanız buna bir şey ya­pamazsınız. Ve sırf petrolü almak içirt. Bakın dikkat edin bize bir milyar dolar parayı vermiyorlardı. Bir manipulas-yon yaptılar borsada. Ne yaptılar? İki kişi parayı ani çekti­ği gecede faizler 2000'e fırladı. Biz "Aman bize yardım
76

madan evvel ne oldu? Lübnanlı bir Ermeni geliyor Ada­na'da dava açıyor. Diyor ki efendim şu arazi benim dede­mindi, orada da şimdi çimento fabrikası varmış yerinde. Dava açıyor, hak iddia ediyor. Türk mahkemesi sessiz sedasız bu davayı görmeyi kabul ediyor. Bu gençlerin ha­beri yok. Birkaç ay sonra bu dava bir celsede hallediliyor. Ermeni haklı çıkarılıyor. Sözde Ermeni soykırım taşanları çıkarmaya gerek kalmadı ki. Türkiye'nin içinden birileri zaten bu işi becerdi. Sen böyle bir davayı kabul ettiğin zaman ve bu davayı bir celsede kazandıran hakim de o davayı hemen bir celsede halletmiş. Ondan sonra da ha­kimlikten istifa etmiş, gitmiş çok pahalı avukat büroları açmış orada. İşlere bakın ve bunlardan kimsenin haberi olmuyor. Neymiş Fransa "Efendim 300 bin Ermeni seç­menin oyunu almak için soykırım tasarısı çıkarıyormuş." Bunu kime yutturuyorsunuz? Türkiye'den birileri Ameri­kan seçimlerinden evvel de böyle dediler. Efendim bunu Amerikan Meclisine getirmek istiyorlar, çünkü orada se­çim var Ermeni seçmen var, 500 bin tane. Koskoca Fransa 300 bin seçmenin oyu için bu kadar ciddi bir uluslararası ortamda bunu yapar mı? Kafanız yok mu? Kimi uyutuyor­sunuz? Bunu görevli birileri söylüyor. Yani devletten biri­leri söylüyor. Bunlara söyletiliyor. Böyle saçma bir şey olur mu? Bunların hepsi hazırlanmış. Ne diyoruz? İçinden hazırlanmış. Yüzlerce Ermeni, iki taşı kalmış, adı sanı kalmamış Ermeni kiliseleri turizm ayağına Türkiye'nin her tarafında devlet tarafından -hangi devlet? Ermeni devleti değil- bu devlet tarafından inşa edildi, yeniden ayine açıl­dı. Devamlı ayine açıldı. Ermeni bulamadılar, dışarılardan bir sürü Ermeni getirip ayine açtılar. İşte Kayseri'dekini
79



kriterinin Ermeni katliamını kabul etmek olduğu söyleni­yor.
O. Sinanoğlu: Kabul ediyoruz da, Ermenilerin Türkiye'de yaptığı katliamın görgü tanıklarının bir kısmı hala hayatta. Dinleyin. Bursa'nın bir köyünde ... kişi toplu halde imha edilmiş, hala bunları yaşayanlar var.
Ermenilerin Türklere yaptığı katliamlar
Rahmetli annem İsparta'nın bir yerlerinde Ermeni­lerin Türklere yaptığı katliamları anlatıyordu. Bunlar bili­nen şeyler, mesele hakikaten bir katliam yapıldı mı, yapıl­dı mı meselesi değildir. Demin de söylemiştim, Batı'nın derdi bu değil. Batı yalan da söyler. Amerikan lideri bir şey der, başka şey yapar. Bu çok iyi bilinir.
M. Bayraktar: Ermeni Patriği devamında şunu söylüyor: "Bir zamanlar Ermenilere ait olan o topraklar şimdi Doğu Anadolu olmuştur, yeniden eski haline döne­cektir. " diyor. Hatta Amerika'da çok enteresan New York'ta "Türk-Ermeni Diyalogu" adlı bir panel düzenleni­yor, Ermeni konuşmacılar diyor d,"Bizim nihai amacımız tazminattır ve toprak talebidir, Türkiye'den bunu alaca­ğa."
Lübnanlı bir Ermeni Adana'da dava açıp dedesinin arazisini tek celsede geri aldı
O. Sinanoğlu: Batı'nın insanları ortalığı boş buldu mu istediğini yapar. Bu işler zaten içinden hazırlanmıştır. Başka bir hadise var bu sene. Daha soykırım laflan çık-
78

ye'yi verecekler, tasfiye edecekler. Durum buyken, Fransa soykırım yasasını kabul edecek, ne yapmalıyız diye son dakika yasa çıkmadan bir gün evvel beş kişi gönderiyorlar Fransa'ya. Adamlar gülüyordur, "Günaydın, neredeydiniz şu ana kadar?" diyorlardır.
Bu işler senelerdir hazırlanan işler. İşin başından beri adım adım olurken neredeydiniz? Bakın ben size söy­leyeyim: Bunları biz senelerdir diyoruz da, bizden başka pek kimse demedi maalesef. Uluslararası diplomatik işler böyle yürümez. . Bu işleri böyle yapanlar ya çok cahildir, yahut da bile bile böyle yapıyordur, milletin düşmanıdır. Türkiye'nin kendi davaları vardır. Türkiye'yi uluslararası ortamda sanki şamar oğlanına döndürdüler. Gelen bir tokat atıyor,"Ermeni soykırımı" diyor. "Afedersiniz bir daha yapmayız ya da kınadık veya özür dilerim haklısın." diyor. Politikacın kendini savunmaya kalkıyor o da yalandan, yarım ağız. "İnsan hakları, Kürtçe eğitim" diyorlar. Kimse de kalkıp bizden başka "Türkiye'de Türkçe eğitim mi bı­raktınız ki, birtakım ufak tefek dillerin eğitiminden bahsediyorsunuz?" demiyor. Türkiye'de Türkçe eğitim yapacak okul kalmadı. Bulamazsın yakında. Bir tane bulamazsın. Dışarıdan dayatmalar ve hep özür dilemekten, "Düzeltiriz efendim, düzeltiriz de gözünüze gireriz efendim," demekle Türkiye bir yere varmaz. Bu kadar haysiyetsizlik, cehalet de olmaz. Herhalde bunlar ihanettir. Dışarıdan ayarlı 5. kol cemiyetlerin marifetidir.
Türkiye ne yapmalı? Türkiye ne yapmalıydı? Tabii araba devrildikten sonra yol gösteren çok olur da. Birazcık daha zamanımız var
81

hepiniz okumuşsunuzdur. Daha böyle bir sürü örnek. Bun­lar ötüyor. Ondan sonra bu davalar sessiz sedasız halledi­liyor. İçinden zaten iş halledilmiş. Niye dışarıda kanun çıkarıyor hepsi birden? İşte bütün bunların yani Türki­ye'nin Ermenilere, Rumlara verilmesi için, tasfiyesi için uluslararası kılıf hazırlıyorlar. Yoksa iş zaten içinden hal­ledilmiş. Sen dışarıdakini bırak, içerideki düşmana bak. içerideki düşmanla kim meşgul olacak. İçendeki düşmanla meşgul olması gereken millileri kovalamakla meşguller.
M. Bayraktar: Hocam şimdi burada önemli bir konuya geldik. Türkiye Ermeni soykırım tasarısı konusun­da uluslararası arenada suçlandı ve birçok konuda da hak­lı. Fakat bu haklılığını dışarıda anlatamıyor. Önümüze hemen "Soykırım Tasarısı" konuldu. Bu tasan 587 vekilin olduğu Fransa Parlamentosunda 50 tane milletvekilinin oyuyla geçti, bizimkiler şunu dedi: "50 tane adamımız da mı yoktu orada" Şunu öğrenmek istiyorum: Türkiye dışa-nda bu gibi hadiseler sürekli başına geliyor. Benzeri hadi­selere maruz kaldığı zaman Türkiye'nin derdini anlatacak konsoloslar, büyükelçiler, lobilerimiz ne yapıyor?
O. Sinanoğlu: İş temelinden sakat ve yanlış. Ba­ti'nın her ferdi, değil Meclisindeki her ferdinin kafasında buralardan Türk Müslüman lâfını silmek vardır. Temel varsayım bu olunca adam hele içerden de durumu hazır-iatmışsa, burada Türk demek neredeyse suç kaç senedir, bunları savunanlar aforoz edildiğinden bellidir. Plânın bir parçası olarak artık son perdeyiz. İşler içinden hallolmuş da zaten, uluslararası bir kılıf uyduracaklar. Ayrıca birileri de içeriden diyecek ki, "Ne yapalım uluslararası hukuk böyle diyor." Onun için tamam imzayı basacaklar, Türki-

Peki, niye Türkiye'de hedef yok? Hedef olsa siyaset olur. Atatürk'ten beri ne hedef, ne siyaset var. Gelen giden ka­kıştırıp, bir tokat atıyor. Sen de ona "Ay acıttı." diyorsun. Böyle siyaset mi olur? Bir ülke böyle mi idare edilir? Ata­türk gitti Türkiye'de her şey bitti.
Bizim kendi davalarımız, kendi hedeflerimiz var. Bunların olması gerekir milletçe. Dünya üzerinde, içeride ve dışarıda. "Efendim, Avrupa insan haklan" dedi. "Niye diyorlar?", "Düzeltiriz.". "Avrupa, Ermeni soykırımı" diyor. Siyasetçiler önce "Kınadık," sonra da "Ne yapalım. Kabul edersek AB'ye belki alırlar," diyor.
Kıbrıs'ı verin de gelin
Bizim kendi davalarımız var. Batı diyor ki, "Şu Kıbrıs sorununuzu halledin de öyle gelin." Aslında "İşte Kıbrıs'ı verin de öyle gelin" diyor. Buna karşı tepki gös­termek değil, daha Avrupa Kıbrıs lâfını etmeden bizim senelerdir kendi kamuoyumuza söylememiz, dünya kamu­oyunu devamlı meşgul etmemiz lâzım. Türkiye'nin Kıbrıs sorunu yoktur. Türkiye'nin babamın memleketi Batı Trak­ya'da Yunanistan'ın sorunu vardır. Batı Trakya'da yüzler­ce sene bizim vatanımız olan yerlerde kalan Türkleri tel örgüler içinde 67 sene tehcir kampı içinde yaşatmakta olan Yunanistan'a Avrupa insan haklan versin. Eğer vermiyorsa da ya Avrupa sana Kıbrıs'tan Ege sorunundan bahsetmeden, senin bütün dünya ortamlarında gece gün­düz bunları kafalarına vurman lâzım. Oralardan haklarımı­zı istemeliyiz. Sen niye devamlı savunmadasın? Senin bir suçun yok ki, savunmada olasın. Sen devamlı bu konulan

M. Bayraktar: "Ne yapmalıyız?" sorusunu ayrın­tılı olarak cevaplar mısınız?
Ne yapmalıyız?
O. Sinanoğlu: Ne yapmalıyız? Çok bellidir. İngiliz 250 senelik plân yaptıysa, Osmanlı'yı ve bağlı Türk dev­letlerini de batırmışsa, ben 100 senelik plân yapmışım az mı? Biz mütevazı insanız az söyleriz.
M. Bayraktar: Bu turda aslında neler yapmamız gerektiğini konuşacağız da, elimde "Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Plânı ve DPT'nin 40. Yılı Konferanslar Dizi-si"nde sizin yaptığınız bir konuşmadan bir iki cümle oku­mak istiyorum müsadenizle. Diyorsunuz ki, "Her ülkenin plânlan hedefleri var." Örnek vererek Amerika'nın hedef­lerinden bahsediyorsunuz. Her ülkenin bir plânı, hedefi varsa, Türkiye'nin bir plânı, bir hedefi yok mu? Ya da Türkiye'nin plânı, hedefi ne olmalı?
O. Sinanoğlu: Plânlama Teşkilatı'nın 40. Yıldö­nümü şerefine yapılan konuşmanın metninde ayrıntılı ör­neklerle anlattık. Hedef olmadan plân olmaz. Onun için hedeflen çok bahsettik. Hedef çok önemlidir. İnsan için de önemlidir. Millet için de, toplum için de önemlidir. Ame­rika'nın yaptığı telkini isimler vererek söyledik."Serbest piyasa ekonomisiyle hedef mi olurmuş?" Herkes bildiğini okusun deyip, Türkiye'de hedefleri dağıttılar. Şahsi tecrü­belerimi isim vererek yazdık. Kendisi böyle diyen Ameri­ka'nın bile ne kadar uzun vadeli, keskin hedefleri olduğu­nu, halkını, bilim adamlarım o tarafa götürdüğünü misalle­riyle anlattık. Başka ülkelerin hepsinin de plânlan var.

di bu işler. Oyuna bakın. Dünyanın hiçbir yerinde inanç turizmi diye bir lâf yoktur. Türkiye'de bu icat edildi. Önce 'Turizm" dendi.
Urfa Kebapçısı - Edesa Kebapçısı
Turizm ayağına önce Efes'ten başlayarak yer adla­rı, hatta bin sene evveli, hatta ismi olmayanları yabancılar uydurarak yabancı isimlere çevrildi. Örneğin, Urfa'yı Edesa yapmak istiyorlar. Oradan kötü niyetli birileri, ya­hut da cemiyet üyesidir, o dediğimiz cemiyetlerin üyesidir, Ankara'da otogarın orta yerinde koskoca bir kebapçı. Bi­zim bildiğimiz meşhur "Urfa Kebapçısı"dır. Üstünde "Edesa Kebapçısı" yazıyor. Sanki Edesa'da 2000 sene evvel kebapçı vardı. Kebabı Türkler Asya'dan getirdi. İnanmazsan git bak, aynısı Japonya'da var. Aynısı, adı da aynı. Edesa'da kebap mı vardı? Bir de Edesa Kebapçısı olmuş."
Millet aklını başına toplasın, birbiriyle, Müslüman ahaliyle uğraşacağına, yok sağcıymış, solcuymuş, şu tele­vizyona çıktın, çıkmadın, falanca gazeteyi okudun, oku-madın gibi abuk sabuk şeylerle uğraşacağına, gitsin Edesa Kebapçısına, Edesa Fotoğrafçısına, "Kardeşim afedersin. Niye bu ismi koydun? Ne demek? Yani sen Urfa'yı Edesa mı yapmak istiyorsun?" diye kibarca ikaz etsin. Vatanını sevenler varsa bu oyunları bilsin, ondan sonra bu gençlerin her türlüsü, emperyalizme karşı eskiden sol geçinen sol gençler, milliyetçi geçinen ülkücü gençler gitsinler de bu işlerle uğraşsın millet. Buralardan Türkiye götürülüyor.
85

gündeme getirmelisin. Türkiye'de Kürt sorununu halledin de gelin, dedikleri zaman, Türkiye'nin Kürt sorunu yoktur, 1000 sene de olmamıştır, 1100. senede de olmamıştır, şim­di de olmamıştır, diyeceksin.
Ne Kürt sorunu?!
Ne Kürt sorunu? Diyarbakır'a gittim. Diyarbakır buradan daha Türk olan bir yer. Ahalisinin hepsi iyi, hep­sini çok sevdim. Allah razı olsun. Ankara'dan, İstan­bul'dan daha fazla kendimi memleketimde hissettim. Her taraf Selçuklu, Osmanlı eserleriyle dolu. Ama Diyarba­kır'da turizm ayağına otobüste bizi geziye götürdüler. Ü-niversite çok güzel bir bilimsel toplantı yapmıştı, kimya konusunda. Bir seyahat şirketine işi havale etmişler. Di­yarbakır'ın içinde bir hafta bize muazzam harika Selçuklu eserlerini, kervansarayları, Osmanlı eserlerini, iftihar ede­cek dünya medeniyetinin zirvesinde olan eserlerin hiçbiri­ni göstermediler. Onun yerine bizi otobüse bindirip 5 saat dağ bayır bir yere götürdüler. Dağ bayırın ortasında bir tane ne bir mimari değeri olan, ne bir tarihi değeri olan, devlet tarafından tamir edilmiş, inşa edilmiş daha çimento­lar yerde duruyor, bir manastıra götürdüler. Çirkin kaba bir şey. Hiçbir değeri yok. Başka türlü bir şey mi yoktu? Tamam bunu da görelim de. Öbürlerinden haber yok. San­ki orada Türkler hiç yaşamamış. Türk sanatı, Türk mima­risi, Türk tarihi hiçbir şey yok, bir tek burası var. Bir beş saat daha gittik, emin olun abartmıyorum, bir tane daha manastır, hapishane gibi bir şey. Hiçbir sanat değeri yok. Devlet yeniden inşa ettirmiş. İnanç Turizmi ayağına yapıl-
84

M. Bayraktar: Hocam Salih Tireli Ankara'dan. "Dış kaynaklı ve iç destekli bu anlattığınız Türkiye üze­rindeki projelere karşı halk olarak neler yapabiliriz? As­lında biraz önce bahsettiniz. Geniş anlamda soruyorum." diyor. İsmail Doksanbir'in Almanya'dan arayıp sorduğu bir soru. "Vaktinde bankayı soyup, sonra ülkemi özledim bahanesiyle aftan yararlanan hortumcular hangi yüzle or­tada geziyorlar." diyor. Cotarelli'ye de bir eleştirisi var. Bir izleyicimiz de, "Türkiye'den önemli miktarda dışarıya beyin göçü olduğundan" bahsediyor. "Bunu nasıl yorumluyorsunuz?" diyor. Beyin göçünden istifade edip dışarıya giden Türk gençlerinin orada nasıl yetiştiğinden de bahsediyorlar.
O. Sinanoğlu: Bu soruya ben güldüm. Kusura bakmasınlar bayağı güldüm. Hangi beyin göçü? Bir kere millet kendi kendine beyin oluyor da, ondan sonra Türki­ye'de beyin yetişiyor da, gidiyor göç ediyor, öyle bir şey yok. Devlet, yani Milli Eğitim Bakanlığı bir taraftan, adı milli, YÖK dediğin İngilizlerin İrlanda'da kurdukları MEYÖK'ün herhalde benzeri bu kuruluş. Binlerce öğren­ciyi birkaç sene evvel rakamına göre Amerika'da 60 bin tane öğrenci okuyor. Binlerce öğrenci rastgele, plânsız, programsız, ne okuyacak, ne hedefliyor? belli olmadan milyarlarca dolar harcayarak dışarı gönderiliyor. "Ne için gönderiliyor?" Bu öğrencilerin bir kısmı da oralardaki misyoner, papaz yetiştiren adı "Üniversite" olan yerlerde okuyor. İyi yerlerde okuyanlar da var. Bu niye yapılıyor? Çünkü bu kuruluşun, yani öğrencileri gönderen kurulusun başındaki bir adam, "Milliyetçiymiş, yani anti-komünistmiş," diyorlar. Allah Allah, nasıl milliyetçilikse.
87

M. Bayraktar: Zaten gelen soruların bir kısmına böylece cevap vermiş oluyoruz.
O. Sinanoğlu: Gençlere "Hadi gidin bunları asın kesin," demiyoruz. Ama hiç olmazsa beş on kişi gidip bunlara "Bu nereden çıktı," deyin. Benzeri işleri yapanlara fakslar çekin, medeni yollarla. Bizi silah gücüyle fethet­mediklerine göre kafa oyunlarıyla, iletişim yollarıyla fet­hettiklerine göre bunun mücadelesi de bu yollarla olur. Faksla olur, bilgisayarla olur, ikaz etmekle olur. Küçük ayrıntılarla bir ülke gider ve bu ayrıntılarla uğraşarak bir ülke kurtarılır. Onun için bu şekilde yapılacak bir kurtuluş savaşına bütün milleti davet ediyorum. Bütün milleti, sağ­cısı, solcusu, Alevi'si, Sünni'si, Kürt'ü neyse. Bu memle­keti, bu ülkeyi seven, bu tarihe, bu kültüre bağlı olan her­kesi bu yeni kurtuluş savaşına ve milli değerlerimize ve tarihimize ve milletimize sahip çıkmaya davet ediyoruz. Aksi takdirde bu millet çok perişan bir köle yapılmak is­tenmektedir. Ama bizim millet buna müsaade etmeyecek­tir.
M. Bayraktar: Hocam izleyicilerimizden gelen soru ve notların birkaç tanesini söylemek istiyorum. Mehmet Karakoç aramış, İngiliz devlet adamı C hurcil'in bir sözünü aktarıyor."Dünya stratejisinde Türkiye'nin ö-nemli bir ağırlığı olduğunu" söylemiş Churchil, "Bu ağır­lığı çok fazla olduğundan bir şekilde ağırlığın düşürülme­si, hafiflediğinde de güç verip biraz yukarı kaldırmak lâ­zım, demiş. Bugün Türkiye'ye herhalde bu strateji uygu­lanıyor." diyor.
O. Sinanoğlu: Bu hakiki tabii. 50 sene bu politika uygulandı. O da bitti. Şimdi artık defteri duruluyor.
86

sem, en dehşet üniversitelerine, eskiden değil, şimdi de gitsem yanına misafir olarak uğrasam, "Nasılsınız?" de­sem, adamlar orada beni profesör yapıyor. Hemen. Çeşitli büyük üniversitelerin kimlik kartlarını topluyoruz söyle­mesi ayıp. Bizim kırık dökük dünyanın her tarafına yetiş­tirdiğimiz doktora öğrencilerim bile hepsi meşhur adam oluyor. Avrupa ülkelerinde, Amerika'da, Japonya'ya ka­dar. Nerede görülmüştür öğrencilerin ve hocaların talebi üzerine Gebze Teknoloji Üniversitesi'nde (yalansa yalan deyin karşıma çıkıp) rağmen birkaç senedir "Bize fizik, kimya, matematik teorilerini anlat, konuşma yap, her yer­de yaptığınız gibi" diyorlar, rektörü olan adamsa buna mani oluyor. Nerede görülmüştür böyle rezalet? Adamı tanımıyorum. Adını da bilmiyorum. Ama Kemal Pürüz-cü'ymüş efendim. Çünkü ben üniversitesinde bilimsel konuşma yaparsam Kemal Pürüz ona kızar diye korku-yormuş. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey görülme­miştir. Millet aklım başına alsın, böyle adamlara da haddi­ni bildirsin. Yeter artık.
M. Bayraktar: Peki hocam, bilimsel çalışma yap­mak isteyen bir bilim adamının konuşma isteğine konulan bir engel olarak bunu izleyicilerimize aktarıyoruz. Tabii yine geliriz.
Millet haddini bildirmelidir
O. Sinanoğlu: Bir de uygarlıktan, AB'den, insan­lıktan, demokrasiden bahsediyorlar. Bu kepazelik dünya­nın en ilkel ülkelerinde bile görülmemiştir. Bunları yapan­lara devletin başındakiler, o da olmazsa millet haddini bildirmelidir.
89

Diyor ki "Efendim, ben Türkiye'yi 21. Yüzyıla taşıyorum. Dünyanın başka yerlerinde çalışacak adam yetişmesi için uğraşıyorum," diyor. Adama bakın. Bir de Atatürkçüyüm diye de numara çekiyor. Atatürkçü, milliyetçi, Atatürk milliyetçisi, bu milletin kültürünü, dilini, tarihini, kalkın­masını, ilerlemesini, haysiyetli olmasını, dünyada itibarlı bir yeri olmasını, köle edilmemesini savunacak olan ma­nada bir milliyetçi olan adam bu lâfı der mi? Utanmıyor musun? Ben seni biliyorum, sen beni biliyorsun, tanışmıyoruz, konuşmadık ama. Arkamdan bu ülkede bir kimya, matematik, fizik araştırması konuşması yapamaya-yım diye uğraşan adam olduğunu biliyorum. Atatürkçü olan adam bu lâfi eder mi? Senin birinci vazifen Türkiye Cumhuriyeti' ni korumak, kurtarmak, bu milletin kalkın­ması için çalışmak. Ondan sonra insanlığı düşünmektir. Sen kendi aileni kurtarmazsan, kendi çevrendekilere fay­dalı olmazsan, kendi milletini, ümmetini, insanını düşün­mezsen, bu adam yeni dünya düzencisidir. İşi dünya için deyip Türkiye'yi yok etmek. Bunlar oluyor. Bunlar aynı cemiyetin üyeleridir. Bunlar talimatla çalışan adamlardır. Kendileri bu kadarını düşünemezler, birileri emir veriyor.
M. Bayraktar: Hocam, fizik, kimya, matematik konusunda siz dünya çapında; kendi adında teorileri olan bir bilim adamısınız. Sizin bilimsel konferans vermenize engel mi olunuyor?
Millet gerçekleri bilmelidir
* O. Sinanoğlu: Dünyanın neresinde görülmüştür.
Mîllet gerçekleri bilmelidir. Ben dünyanın neresine git-
88

tim kaldı, ne üniversite kaldı. Adım adım bu hallere gel­dik. Tüm bunların hepsi kendiliğinden bir günde olmadı.
Bıçak kemiğe dayanmıştır
Bunun karşısında yapacağımız tek şey şudur: Bu­gün artık bıçak kemiğe dayanmıştır. Bundan sonra bu işle­ri de Türkiye'de konuşmak zorlaşacaktır bakın size haber veriyorum. İnşallah olmaz ama gidiş budur. Şimdi son fırsat millet ülkesinin elinden alınıp götürülmesine, dilinin, tarihinin her şeyinin sökülüp, atılıp, Türk adının tarihten silinmesine müsaade etmeyecektir.
Büyük meseleler küçük adımlarla çözülür
Buna müsaade etmek istemeyen bu ülkeyi düşü­nen, bu millete sahip çıkacak olan her vatansever, ister komünist olsun, ister sağcı solcu, ister dinci, dindar, Alevi, Kürt, Sünni olsun fark etmez. Bu kesimlerin hepsi Atatürk zamanında ve daha önceki atalarımız zamanında da oldu­ğu gibi bu 1-ülkenin elimizden alınmaması konusunda, 2-ülkenin mayası ve harcı olan Türk dilinin yok edilmemesi için, 3- kimliğinizin edilmemesi, adımızın tarihten silin­memesi için üç konuda görüşleri, tavırları ne olursa olsun bütün Türk millet aynı dava uğrunda birleşecektir ve birle-şebiliyorlar. Türkiye'nin her tarafında görüyorum. Bu ya­pılanlara artık "dur" demenin zamanı gelmiştir. Büyük olaylar, büyük meseleler matematikte olduğu gibi çok küçük adımlarla çözülür. Bu yüzden "Biz ne yapalım? Bak işte ülke içinden fethedilmiş. Atatürk'ün Gençliğe
91

M. Bayraktar: Hocam son olarak şunu soracağım. Türkiye'nin bir ulusal birliğe ihtiyacı var. Türkiye içeri­den, dışarıdan, diline, tarihine, kültürüne, inancına yönelik bütün bu saldırılara karşı ulusal birliği nasıl tesis edebilir?
O. Sinanoğlu: 50'lerde, 60'larda bile bu millet 60'lann başlarına kadar tek vücuttu. Herkes Atatürk milli­yetçisiydi, böyle olmayan da, içinden pek ses çıkarmıyordu. Ama genel hava buydu. Benim neslim bunu biliyor. Zaten oradan buradan direniş yapanlar var. Bazı savcılar ve cumhurbaşkanımız dahil Allah razı olsun. Bun­lar zaten bizim nesil. Çünkü biz Atatürk ruhuyla yetişen son nesiliz. Atatürk'ü ben görmedim ama yetişemedim ama Atatürk ruhunun olduğu son nesiliz. Türk milleti Ata­türk ilkeleri doğrultusunda çağdaş uygarlığın da önüne geçeceğiz ruhuyla bir şeyler yapıyordu. Biz bilim yaptıy­sak onun için yaptık. O sayede yaptık.
'Sahte sağ* x 'sahte sol' 'sahte dinci' x 'sahte lâik'
Amerika'nın kültür ve toplum mühendisleri gelip Türkiye'de didik didik sahte sağ, sahte sol, sonra sahte dinci sahte lâik ayırımcılığım yaratmıştır. Bunu birçok ülkede yapmıştır. Biz bunları kendimiz uydurmuyoruz, j Gidin okuyun. Orta Amerika'da, Güney Amerika'da, As-j ya'nın herhangi bir ülkesinde bunların hepsini yapmışlar-J dır. Sahte birtakım şeyler kurarak, gerçek ideolojilerin, I gerçek fikriyatın içini boşalttılar. Sonra ahaliyi böyle kafa-j sız bir halde bırakıp birbirine düşürdüler. Bu arada ne eği-f
90

M. Bayraktar: Peki hocam teşekkür ederiz. Tabii aslında Türkiye'nin milli hassasiyetleri konusunda çok sayıda insan var, biz de yazıyoruz, çiziyoruz, televizyon­larda yayın yapıyoruz. Siz de konuşuyordunuz. Bilim a-damı, dünyayı görmüş bir insan olarak hassasiyetlerinizi ortaya koyuyorsunuz. Size teşekkür ediyoruz. Kaç saatten beri birlikteyiz. Benim önümde bu arada sizin bir kitabınız var, "Bye Bye Türkçe", Otopsi Yayınlarından çıkmış. Kitapevlerinden izleyicilerimiz bunu temin edebilirler. Bir de, DPT'de yaptığınız konuşmanın kitapçığı var. Bunu da izleyicilerimiz DPT'den temin edebilirler.
(Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu'nun bahsi geçen DPT Konuşma-a'nın tam metni "Hedef Türkiye" kitabında yer almaktadır, yn)
93

Hitabesinde dediğinin hepsi olmuş daha da beteri olmuş. Peki ne yapacağız?" demesin. Daha ne yapacaksın? Ufak ufak yerlerden başlayacaksın. Eğer, ülkeni, milletini sevi­yorsan, ne olursan ol, o zaman ilkönce ufak şeyleri yapa­caksın. Örneğin, Eskişehir'de biri çıkıp da, bütün sokak isimlerini yabancı isme çevirip de millete hakaret edecek olay yaptığı zaman binlerce ahali bu adamlara en azından faks çekecek. Bu milletin sırtından geçinip palazlanan büyük ayarlı gazetelerin köşe yazarı, bu milletin diline, dinine, tarihine, kimliğine, hatta cenine, soyuna sopuna her gün hakaret ettiği zaman, (50 senedir bu işler yavaş yavaş oluyordu, şimdi çok hızlı oluyor.) tepki gösterecek­siniz. Bunlara fakslar, elektronik pastalar yağdıracaksınız. Bu gazeteleri almayacaksınız, boykot edeceksiniz, hakla­rında suç duyurusunda bulunacaksınız. Bu gazetelerden birinde adı çok büyük kendisi çok aşağılık köşe yazarla­rından birisi sülalece bunlar, Türkiye' nin her şeyine küf­rettiği gibi Türk ordusuna bile küfrediyor. Hasan Celal Güzel ordu hakkında bir iki söz etti diye, (ne dedi tam bilemiyorum da) sekiz ay hapis yatıyor, kaç kere bakan olmuş adam. Peki niye buna bir şey yapılmıyor? Buna suç duyurusunda bulunun haddini bildirin.
Bunlar her gün oluyor. Hızla da artıyor. Çünkü or­talığı boş buldular. Nasıl ki düşrnan Türkiye'yi orasını burasını 1919'da işgal ettiği zaman bir sürü cemiyetler ortaya çıka. İngiliz Muhipleri Cemiyeti, mandacılar, yüz­lerce cemiyet çıktı. Türk düşmanları hepsi kafalarını kal­dırdı Türkiye'ye hakaretler ettiler. Şimdi Türkiye yine öyle bir zayıf durumlara geldi ki, (unlar coşup, hepsi orta­ya çıktılar. Ama o zaman "dur" diyenler çıktı.
92

geleceğiyle yakından bağlantılı olduğunu konuşmuştuk. Yabancı dille eğitimin ise, dünyada sadece sömürgelerde uygulandığını siz bizlere örneklerle anlatmıştınız. Türki­ye'de eğitim sürekli gündemde olan bir konu;. 2001 yılının son haftalarını da basın ve yayında Milli Eğitim Bakanlığı­nın bir karan üzere yapılan tartışmalarla geçirdik. Bu karara göre, edebiyat derslerinde sadece Cumhuriyet Dönemi te­mel alınarak günümüz popüler yazarları da yer alabilecek ama Cumhuriyet öncesi Türk Edebiyatı sanki yok sayılıp artık okutulmayacak. Sayın Sinanoğlu sizin bu tartışmaya bakışınız nedir?
Oktay Sinanoğlu: Önce 2001 yılından başlamak istiyorum. 2001 yılı Atatürk'ten beri en önemli yıl olarak tarihe geçecek. Bunun iki nedeni var: Birincisi, Atatürk'ün vefatından beri yıllardır, Türkiye üzerinde oynanmakta o-lan, iç ve dış hainler tarafından yürütülen derin oyunlar 2001'de son derece yoğunlaştı; adetâ yaylım ateşi haline geldi. Her gün S acı havadis alıyoruz. Zaten yıllar önceden, iç ve dış düşmanların 2001'de Türkiye'nin işini bitirme ni­yetlerinin olduğunu her yerde söylüyor ve yazıyorduk. Bu saldırılar çok yoğunlaşınca tabii başka bir şey daha gerçek­leşti. Yavaş yavaş yapılırken; gündem de sahte sorunlarla saptırılırken, halk bunları fark edemiyordu. Sivrisinek sokar gibi olup bitiyordu her şey. Ama 2001'de hızlanmaları işi­mize yaramıştır. 2001 yılı Atatürk'ten sonra bütün Türk milletinin yeniden uyandığı, gerçekleri kavramaya başladığı yıl, ve tepki gösterdiği yıl olarak da tarihe geçecektir. [Yıl­lardır konuşmalar yapıp duruyoruz Türkiye'nin her köşe­sinde, ve halkı iyi tanıyoruz. Nihayet "Büyük Uyanış" aydın sınıfa da yayılmağa başladı.]
95

'BÜYÜK UYANIŞ" ve İKİNCİ KURTULUŞ SAVAŞI
Etv, 30 Aralık 2001
Semra Topçu: Merhaba Sevgili İzleyiciler,
Bir yılı daha kapatıyoruz. Bugün 2001 yılının son programını yapacağız. 2001 yılı boyunca Türkiye'de ve dünyada yaşadıklarımızı farklı pencerelerden sizlere yan­sıtmaya, sizleri düşündürmeye çalıştık. 2001'de kesin ola­rak yeni bir yüzyıla girdiğimizi hissettik. 2001 yılını değer­lendirmek için stüdyomuzda önemli bir konuğumuz var. Türkiye'nin gurur isimlerinden Sayın Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu daha önceki programlarımızda konuk olarak bizlere ışık tutmuştu.
Efendim, hoş geldiniz. İzleyenlerimize hemen hatır­latmak istiyorum. Geçtiğimiz hafta "Türkiye'nin Halk Kahramanı" seçildiniz. Ayrıca, Türkiye'de ve dünyada tüm bilimsel hayatınızı anlatan "Türk Ayştaynı", ayrıca "Bye-Bye Türkçe" ve "Hedef Türkiye" kitaplarınız en çok satılanlar listesinde aynı anda yer alıyor. Türkiye'de size karşı son derece büyük bir ilgi var. Sizi kutlamak istiyorum.
2001 yılını değerlendirirken başlamak istediğim nokta, sizin bıkmadan usanmadan yıllardır anlattığınız Türkçe konusundaki tespitleriniz. Gerçi, "Bye-Bye Türk­çe" kitabınızda ayrıntılı olarak anlattığınız meselelere daha önceki programlarımızda değinerek Türkçe Eğitim konu­sunun yüzeysel, basit bir konu olmadığını, aksine bir ulusun
94

çası olduğunu anlarsınız. Milli Eğitim Bakanlığının ilgili genelgesinin son maddesinde Türkçe sözcüklerin kullanıl­masıyla ilgili bir madde var. Bu maddeden Milli Eğitim Bakanlığının Türkçe konusuna meraklı olduğu, Atatürk'ün fikrinde olduğu, Türkçe'nin korunmasında dış yaptırımlara karşı olduğu mânâsı mı çıkar? Hiçbir şey bilmeyen için bu mânâ çıkabilir. Kesinlikle bu böyle değil. Çünkü aynı Milli Eğitim Bakanı ve Bakanlığı zamanında 22 Nisan 2001 ta­rihli Talim Terbiye Kurulu Karan (gündeme hiç gelmedi kamuoyunda; hiç duyulmadı. Çok önemli bir mesele olma­sına rağmen ne Meclis'te görüşüldü, ne Bakanlar Kurulun­da; basın-yayında lâfı edilmedi) neydi? Yabancı Dille Eği-tim'in milletin adım tarihten silmek için yapılan son darbe olarak anaokullanna kadar indirilmesi kararıydı. Yıllardır yazıyorduk, ikâz ediyorduk ki: "Bunu da yaparlar ha!"diyorduk. Yakın ve eski tarihten birçok örnekler vere­rek kendi resmi dilinde eğitimin önemini anlattık. Bir ülke­de Yabancı Dille Eğitim anaokuluna kadar indirildi­ğinde 1-1,5 nesil sonra o ülkenin dili yok oluyor; kısa bir sürede de o milletin adı tarihten siliniyor.
Semra Topçu: Sayın Sinanoğlu bir şeyi vurgula­mak istiyorum. "Yabancı Dille Eğitim" deyince eğitimin başka bir ülkenin dilinden yapılmasını kastediyoruz. Yok­sa, kişiler, öğrenciler resmî dille eğitim yaparken istedik­leri yabancı dili takviyeli yabancı dil derslerinde öğrene­bilirler diyoruz.
Oktay Sinanoğlu: Çok şükür milletimizin çoğu bu ayrımı öğrenmeye başladı. Dünyanın hiçbir ülkesinde, bir iki sömürge hâriç, Yabancı Dille Eğitim yapılmıyor. Yaban-
97

2002 yılı ise, "Büyük Uyanış"ın, Edirne'den Van'a kadar Türkiye çapında kitleleri sardığı, bu uyanma­nın sonucu olarak ikinci Kurtuluş Savaşı'mızın hedeflerine doğru yürümeğe başladığı yıl olarak da tarihe geçecektir.
Semra Topçu: 2002 yılında Yeni Kurtuluş Sava­şı'nın zemini oluşacak diyorsunuz.
Oktay Sinanoğlu: Zemin 2001'de sessiz sedasız oluşmağa başlamıştı; 2002' de daha da sağlamlaşacak. So­nuçlarının belirdiğini de göreceğiz inşallah. Ama, bu du­rumdan rahatsız olan iç ve dış hainler de elbet boş durma­yacaklar, Türkiye Cumhuriyeti'ne, yangından mal kaçırır gibi bir hızla, ağır darbeler indireceklerdir. Yılmayacağız. Onların mel'un hızı, kendi sonlarının yaklaştığının da tez habercisidir.
Bilimci ve araştırmacıda olması gereken en önemli özelliklerden birisi, ayrı ayrı olayları yan yana koyarak bun­ların arasındaki bağıntıyı kurabilmektir. Araştırıcı kişiliğin, ayrıntıları görebilmesi, ama toplu olarak da olayı bir çerçe­ve içine oturtabilmesi gerekir. Eğer gerçekten bilim adamı ise.
Derin oyunlar arasındaki bağlantı
Türkiye'de birçok derin oyun oynanıyor. Nadiren bu oyunlarla ilgili konular gündemde tartışılıyor. Milli Eği­tim Bakanlığının 1923'e kadar olan Türk edebiyatını müf­redattan kaldırma konusu da bu oyunlardan biri. Fakat, tek başına bir olay da değil. Adım adım yapılmakta olan işlerin hepsini görürseniz ve aradaki bağıntıları tespit ederseniz olayın çok daha köklü olduğunu ve bunun sadece bir par-
96

rilmesi Türkiye'nin ve Türk gençliğinin geleceği, bekası için son derece tehlikelidir.
Yabancı dille eğitimi ortaokullarına soktular
Talim Terbiye Kurulunun sessizce toplanıp yabancı dille eğitimin anaokullarına kadar indirilmesi kararını
tesadüfen 'örütbağ'dan ("internet") öğreniyoruz. Kararda 4 kişi "olur" oy kullanmış, 2 kişi karan onaylamamış. Örütbağ sitesinde "İki kişinin neden onaylamadığı gerekçesi aşağıdadır." diyor. Ancak, bu gerekçeler yer almıyor sitede. Türk Milletinin tarihten silinmesine yol açacak bir olay olu­yor. Türk Milletinin kuyusu kazılıyor. Kimsenin haberi yok. "İmzayı basan bu 4 kişi kimdir? Niye bunlar bu karan imza­lamıştır? Kim imzalattırmıştır?" Şimdi de Orhun Kitabele­rinden ve daha öncesinden de gelen Türk Edebiyatı (zaten ders saatini fazlasıyla azaltmışlardı) son darbe olarak, ta­mamen müfredattan kaldırılıyor.
Türkiye'de yapılanlara toplu olarak baktığımızda oyun çok daha iyi anlaşılır. Ayrıca bu işi Türkiye'de yapan­ların da (ucu dışarda gizli cemiyet üyelerinin) bu işi niye yaptıkları da çok iyi anlaşılır.
1.Yabancı Dille Eğitimi, ana okullarına kadar indir­
me
2. İlkokullarda bütün dinleri birden öğreteceklermiş
ki; çocuk kendisi seçecekmiş kendi dinini. Dünyanın hangi
ülkesinde (örnek alınan Avrupa ve Amerika dâhil) böyle bir
uygulama var? Hiçbirisinde benzeri bir uygulama yok.
99

cı Dille Eğitim kesinlikle yasaktır. Eğitim açısından da son derece yanlıştır. Çünkü, bir dili yarım buçuk bilen birisinin, gene o dili yarım buçuk öğrenmekte olan bir öğrenciye, fizik, matematik gibi Türkçe anlatılsa bile kavramlarının zor anlaşılacağı konulan "öğretmesi" imkânsızdır. Yabancı Dille Eğitim ancak o ülkede hiçbir şey öğrenilenlesin, ya­bancı dil de dosdoğru öğrenilemesin, insanlar düşünemez bale gelsinler diye yapılır. Gerçek yabancı dil öğrenme tek­niği de bu değildir. Yabancı dil, kendi dilini kaldırıp atıp tüm dersleri yabancı dille yapmakla öğrenilmez. Yabancı dille eğitim, kişi kendi kimliğini, kültürünü, tarihini unutsun; kendi dedesini İngiliz huliganı zannetsin, yaratıcı bir işler yapıp da kendi geleceğine sahip çıkmasın diye yapılır. Onun İçin her ülkede her mesleğe gereken yabancı dil öğretilir ve bu yabancı dil bir tane de değildir. Birçok dile ihtiyaç var. Her dilde, her meslek gurubuna hizmet için birçok tercü­man ve uzman yetiştirilir. Kendi mesleğini iyice öğrendik­ten sonra gereken yabancı dili de herkes öğrenir. Kurslarla, görsel-işitsel tekniklerle yabancı dil öğretmek ayrı bir uz­manlık dalıdır. Yarım buçuk Tarzanca ile ne fizik öğrenilir, ne de yabancı dil.
Öyle okullarımız var ki, (tabii ağız alışkanlığı ola­rak "bizim okullarımız" diyorum) yerli misyoner okulları-dır. Bu okullarda Türk Edebiyatı, Türk Tarihi dersleri yok. Veyahut varsa bile; Türk'ün tarih boyunca en büyük düş­manı olan, bilimsel tarafı olmayan, İngiliz'in düşmanca yaz­dığı kitaplardan öğretiliyor. Özel üniversitelerin bazılarında İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü var; Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü yok. Üniversitelerde durum bu hâle gelmişken, bu çürük, milli eğitime ters sistemin ana okullarına kadar indi-
98

Eylül Acaba 11 Eylül ile bir bağlantı mı kurmak lâzım? 11 Eylül'e "Milât" diyebilir miyiz?
Oktay Sinanoğlu: Hayır. Türkiye'de olanların hep­si adım adım (en az 200 yıllık) plân üzerine olan işlerdir. 2001 yılında yalnız Türkiye'de değil, Batı ülkelerinde de işler hızlandırıldı. Önceki programda 11 Eylül'ü uzun uzun konuşmuştuk. O konu, Hedef Türkiye, (Otopsi Yayınlan, İstanbul, 2001) kitabımızda da yer alıyor. "Batı" deyince, "Vay Amerika böyle yaptı? Avrupa şunu dedi." demek yan­lıştır. Batı'nın kendi ülkelerinde de benzeri işler olmaktadır. Orada da. tarım, hayvancılık yok edilmekte, herkesin elin­den arazisi alınmakta, birkaç banka ve şirkete verilmekte­dir. O ülkelerin ahâlileri de olanlardan şikâyetçi. Hepsini 11 Eylül'den hemen sonraki programınızda ve Hedef Türkiye kitabında ayrıntılı anlattık. 11 Eylül olayı ülkelere yapılan hainliklerin dışa vurmuş bir tepkisiydi. Bugünkü programı­mızda 11 Eylül'ün dışında başka şeyler konuşmak istiyorum. Aksi takdirde zaman, diğer anlatmak istedikleri­me yetişmeyecek. Kesin olan, '11 Eylül oldu da ondan son­ra değişiklikler başladı' zannının yanlış olduğu.. Birçok şeyler yapılmaktaydı; 11 Eylül olayı sadece hızlandırdı. 11 Eylül; Dünya milletlerinin, halklarının köle edilmesi, küresel kıraliyetçilere teslim edilmesi için ortaya çıkarılmış büyük bir bahanedir. Bu suretle, "terör" (tedhiş) adını taktıkları hayalî bir düşmanla savaşıyorlar. "Terör"ün de tam tarifini yapmıyorlar. Kendilerine uymayan herkes "terörist". Afga­nistan'ın, İran, Irak ve Sudan'ın sırada olduğunu Ameri­ka'nın kendi yetkilileri söylüyor. Tabii Irak'a bir saldın olursa Türkiye'nin başı yanacak.
101

Bu iki madde ile Batı, Türk Dilini yok edip resmi dilin İngilizce yapılmasını ve Türkleri Müslümanlıktan u-zaklaştınp Hıristiyan yapmayı hedeflemektedir. Hıristiyan misyonerleri, Batı'nın öncü emperyalizm kuvvetleridir. Misyoner kuruluşlar, Batı'da gizli teşkilâtlarla işbirliği için­de çalışır. Zaten diğer insanlara kendi dinimizi öğretelim de, daha iyi olsunlar diye bir düşünceleri de yoktur. Hangi din daha üstündür diye de bir tartışma olamaz. "Batı Hıristiyan­lık vasıtasıyla mı kalkınmış?" Bilâkis, Batı, Rönesans'dan itibaren, Doğu'dan (yâni bizden) öğrendikleri sayesinde ve Hıristiyanlığın düşünmeden kabul etme felsefesinden uzak­laşmakla ilerleyebilmiş.
Sonuçta, bu oyunlar ve benzerleri her bir taraftan yürüyor. Türk Edebiyatından Cumhuriyet öncesi edebiyatı­nın çıkarılması da sadece oyun içindeki adımlardan biri. Coğrafya dersinde Anadolu'nun Türk olmadığı izlenimi verecek kitapların okutulması isteniyor. Bölücülük faaliyet­leri Atatürk'ün vefat ettiği günden beri adım adım arttırılı­yor. 2001'de Türkiye'nin işini bitirme plânı üzerine hare­ketler, oyunlar hızlandı, ama bu hız, dönen ihanet dolapla­rının fark edilmeye başlanmasına da yol açtı. Türkiye'de bu işleri yapan veya başını çekenlere baktığınızda karşınıza hep aynı şahıslar çıkıyor. Bu kişiler bir yerlerden kumandalı, görevli insanlardır. 2002'de bu kişiler ve kimlere çalıştıktan halka ifşa edilecektir. Böylelikle, Türkiye'nin Kurtuluş Sa­vaşında çok önemli bir adım atılmış olacaktır.
Semra Topçu: 2007 'de Türkiye 'de iktisadî buh­randan da kaynaklanan olumsuz bir hava seziyoruz. 2002 yılında insanların içinde artık bir şeyleri değiştirme güdü­sü oluşacak sanıyorum. 2001 'in en önemli olayı da 11
100

Oktay Sinanoğlu: Avrupa ile tek taraflı imzaladı­ğımız Gümrük Birliği anlaşmasından Türkiye'nin 60 milyar dolar zararı olmuştur [Şimdi, Ekim 2002 'de 180 milyar dolardan söz ediliyor. Bkz. Turgay Tüfekçioğlu, ORKUN Dergisi, 56.Sayı, Ekim 2002, sf.18]. Hepimiz bu vatan ge­misinin içindeyiz. Eğer Türkiye batacaksa vatan hainleri de batacaktır. Herkes iktisâdi bunalımdan söz ediyor. Çünkü ucu herkese dokunuyor. Belki de bazdan iktisâdi buhranı şöyle görüyordur: "Dünyada zaten bir iktisâdi buhran var, işte Türkiye'de de oluyor. Biz zaten iktisâdi işleri becere­medik". Tabii, bu düşünce yanlış.
Türkiye'yi tasfiye planı
İki yıl öncesine kadar Türkiye'deki iktisadî gidişat iyiydi. Bir gün Sultanahmet'ten geçiyordum. Yabancı gez­menler (turistler) vardı. Bir de onların gözüyle baktım Tür­kiye'ye. Türkiye'deki iktisadî hareketlilikten tedirgin ola­caklarını düşündüm. Demeğe kalmadı, Türkiye'de iktisâdi bunalım dışardan düğmelere basılarak birkaç günde çıkarıl­dı. Türkiye'nin tasfiye edilmesi plânı, Batı'nın yüzyıllardır hiç değişmeyen ana gayesidir. Kimse Batı'dan medet um­masın. Bu sözleri Batı insanını en tepedekinden sokaktaki insanına kadar haşır neşir olarak tanımış olduğum, onların ciğerini bildiğim için söylüyorum. En hoşgörülü, en insancıl olanının bile, biraz kurcalasan, zihninin arkasında "Endü­lüs'ü bitirdik; burası hâlâ duruyor" düşüncesi yattığını gö­rürsün. Yularca yaşadığımız şeyler bunlar. Bu demek değil­dir ki, Türkiye Batı'ya sert çıksın, Batı'ya arkasını dönsün.
103

Semra Topçu: Irak'a karşı bir saldırı istenmiyor sanırım.
Oktay Sinanoğlu: Sahici aydınlan nü (milletini dü­şünen, az sayıdaki) kastediyoruz? Yoksa bir yerlerden tâyin edilen, verilen talimatları yerine getirenleri mi kastediyo­ruz? Belli değil.
Semra Topçu: Her şekilde savaş istenmeyen bir şey.
Türkiye savaşa gerek kalmadan Düşmanlar için hazır edilmiştir
Oktay Sinanoğlu: Türkiye'de savaş olacağını hiç zannetmiyorum. Çünkü, pek çok şey Türkiye'de savaşa gerek kalmadan düşmanlar için hazır edilmiştir. Bir şeyleri kılıfına uydurmak açısından bir kargaşa yaratılabilir. Neyse, bunlar işin acı tarafları. 2002 yılında tüm bu oyunlardan kurtulma gayretlerinin başlayacağını, dünyada isyan başla­mış olduğunu söylemiştik. 1. Kurtuluş Savaşı ile nasıl sö­mürgeciliğe karşı diğer milletlere örnek olduk ise, 2. Kurtu­luş Savaşı ile de yine dünya milletlerine, başlarındaki "Kü­resel Kıraliyetçiler"den (en korkunç sömürgecilik, tüm halkları köle etme) kurtulmanın öncülüğünü de Türkler yapacaktır. Dünyadaki tüm milletleri yakından tanıyoruz. Bu işin başını yine Türkler çekecektir.
Semra Topçu: 2001 yılını, bilim adamı bakışıyla, iktisadî anlamda değerlendirebilir misiniz? Dünya çapında hatta Amerika'da bile üretimin yavaşlamasından vs. söz edildi.
102

Oktay Sinanoğlu: Avrupa ile tek taraflı imzaladı­ğımız Gümrük Birliği anlaşmasından Türkiye'nin 60 milyar dolar zararı olmuştur [Şimdi, Ekim 2002'de 180 milyar dolardan söz ediliyor. Bkz. Turgay Tüfekçioğlu, ORKUN Dergisi,56.Sayı, Ekim 2002, sf.18]. Hepimiz bu vatan ge­misinin içindeyiz. Eğer Türkiye batacaksa vatan hainleri de batacaktır. Herkes iktisâdi bunalımdan söz ediyor. Çünkü ucu herkese dokunuyor. Belki de bazdan iktisâdi buhranı şöyle görüyordur: "Dünyada zaten bir iktisâdi buhran var, işte Türkiye'de de oluyor. Biz zaten iktisâdi işleri becere­medik". Tabii, bu düşünce yanlış.
Türkiye'yi tasfiye planı
İki yıl öncesine kadar Türkiye'deki iktisadî gidişat iyiydi. Bir gün Sultanahmet'ten geçiyordum. Yabancı gez­menler (turistler) vardı. Bir de onların gözüyle baktım Tür­kiye'ye. Türkiye'deki iktisadî hareketlilikten tedirgin ola­caklarını düşündüm. Demeğe kalmadı, Türkiye'de iktisâdi bunalım dışardan düğmelere basılarak birkaç günde çıkarıl­dı. Türkiye'nin tasfiye edilmesi plânı, Batı'nın yüzyıllardır hiç değişmeyen ana gayesidir. Kimse Batı'dan medet um­masın. Bu sözleri Batı insanını en tepedekinden sokaktaki insanına kadar haşır neşir olarak tanımış olduğum, onların ciğerini bildiğim için söylüyorum. En hoşgörülü, en insancıl olanının bile, biraz kurcalasan, zihninin arkasında "Endü­lüs'ü bitirdik; burası hâlâ duruyor" düşüncesi yattığını gö­rürsün. Yıllarca yaşadığımız şeyler bunlar. Bu demek değil­dir ki, Türkiye Batı'ya sert çıksın, Batı'ya arkasını dönsün.
103

Semra Topçu: Irak'a karşı bir saldırı istenmiyor
sanırım.
Oktay Sinanoğlu: Sahici aydınlan mı (milletini dü- : sünen, az sayıdaki) kastediyoruz? Yoksa bir yerlerden tâyin edilen, verilen talimatları yerine getirenleri mi kastediyo- ruz? Belli değil.
Semra Topçu: Her şekilde savaş istenmeyen bir şey.
Türkiye savaşa gerek kalmadan Düşmanlar için hazır edilmiştir
Oktay Sinanoğlu: Türkiye'de savaş olacağını hiç zannetmiyorum. Çünkü, pek çok şey Türkiye'de savaşa gerek kalmadan düşmanlar için hazır edilmiştir. Bir şeyleri kılıfına uydurmak açısından bir kargaşa yaratılabilir. Neyse, bunlar işin acı tarafları. 2002 yılında tüm bu oyunlardan kurtulma gayretlerinin başlayacağını, dünyada isyan başla­mış olduğunu söylemiştik. 1. Kurtuluş Savaşı ile nasıl sö­mürgeciliğe karşı diğer milletlere örnek olduk ise, 2. Kurtu­luş Savaşı ile de yine dünya milletlerine, başlarındaki "Kü­resel Kıraliyetçiler"den (en korkunç sömürgecilik, tüm halkları köle etme) kurtulmanın öncülüğünü de Türkler yapacaktır. Dünyadaki tüm milletleri yakından tanıyoruz. Bu işin başını yine Türkler çekecektir.
Semra Topçu: 2001 yılını, bilim adamı bakışıyla, iktisadî anlamda değerlendirebilir misiniz? Dünya çapında hatta Amerika'da bile üretimin yavaşlamasından vs. söz edildi.
102

olduğu için Avrupa senden bir şey almak zorunda da değil. Dokuma sanayi köpüğüne dayalı iktisat ta ikinci gün bitiril­di; "Türkiye'den dokuma ürünü almayacağız" dediler oldu bitti. İhtiyaçları yok ki.
Hortumlama, hortumlatma
3. Bankaların içinin boşaltılması olayı: "Hortumla­ma". Sanki adını koyunca iş hâlloluyormuş gibi. Hep aynı kişiler "hortumcu" diye karşımıza çıkıyor. Bu kişiler aynı zamanda basın-yayını da ellerinde tutan kişiler. "Bu adam­lar çok becerikli adamlar mı ki tüm bankaları aynı anda hortumlayabiliyorlar?" 80 milyar dolara çıkan rakamlardan söz ediliyor. İnsanların rakamları gözünün önüne getirmesi zordur. 80 milyar dolar öyle büyük bir miktar ki Ameri­ka'dan 2 milyar dolar hortumlansa Amerikan iktisâdı çöker (bir ara oldu Amerika'da böyle bir olay). İkinci olarak, 80 milyar dolar öyle bir miktardır ki, azıcığını bile dünyanın her hangi bir ülkesinde saklamak kolay değildir. Bu para bir ülkeye gittiği zaman o ülkenin iktisâdı, parasının değeri alt­üst olur.
Uluslararası anlaşmalara göre o paranın gittiği yer bulunursa oralardan para istenir devlet tarafından. Götürü­len paraların yerini bulma işi ile görevli kişilerden bir kaçı l yıl 3 ay uğraşarak 80 milyar doların her kuruşunun hangi ülke ve bankada olduğunu tespit ediyorlar. Devletin üst makamlarına da paraların yerini bildiriyorlar; zaten görevle­rinin de gereği bu. Peki ne oluyor biliyor musunuz? Bu kişiler görevden alınıyorlar. Bu işe "Hortumlama" değil, "Hortumlatma" demek lâzım. Batı, Türkiye'nin tasfiyesi
105

Türkiye'nin Asya, Avrupa, Amerika, Afrika ve diğer tüm ülkelerle her türlü ticarî ilişkileri olmalıdır.
Birilerinden medet ummak, yabancı dille eğitimle gençlere aşılanan aşağılık duygusunun, o derin hastalığın belirtisidir. Senin kuyunu kazanlardan yardım beklemek kadar ahmakça bir şey olamaz. Dışardan güdümlü, içeride görevli, İngiliz Muhipleri Cemiyeti'nin güncel uzantısı gizli cemiyetlerin üyesi, bir yetenekleri, vasıflan olmadığı, ciğer-siz oldukları için belli mevkilere konmuş vatan hainleriyle bu işler yapılıyor. Her gün basın-yayında topluma aşağılık duygusu aşılanıyor. Yıllarca Amerika'ya yalvardık, Avrupa Birliği için Avrupa'ya yalvarıyoruz, illâ da oralara yamanma hastalığı içinde.
İktisadi bunalım 3 günde çıkarılmıştır
1. Gezim (turizm) bir günde batırıldı. "Nasıl batırıl-
dı?" Amerika, Almanya, İngiltere hükümetleri kendi millet­
lerine beyanname yayınlayarak, "Türkiye'ye gitmeyin, teh­
likedir." dediler. "Bunu da nasıl yaptılar?" Ajanlar bir yer­
lerde bomba patlattılar.. Ertesi gün kimse gelmediği gibi
tüm ayrılan yerler de iptal edildi. Karaköy limanında her
gün büyük gezmen (turist) gemileri olurken birden bire
aylarca gemi gelmez oldu İstanbul'a.
2. Türkiye dışardan dokuma tezgâhlan satın alıp
Avrupa'ya kumaş dokuyordu. Avrupa daha ucuzunu
Çin'den, Singapur'dan, Afrika'dan, Malezya'dan alır. Şim­
diye kadar dokuma tezgâhlan için dışarıya verdiğimiz dö­
viz, tüm sattığımız dokuma ürünlerinden kazandığımız dö­
vizden daha fazla imiş. Zaten Gümrük Birliği tek taraflı
104

Semra Topçu: İkinci Kurtuluş Savaşından söz et­tiniz. Atatürk 'le birlikte Kurtuluş Savaşından sonra birçok yenileşme hareketleri geçekleştirildi.
Oktay Sinanoğlu: O yıllarda hiçbir şeyimiz olma­masına rağmen çok kısa sürede Atatürk önderliğinde Tür­kiye çok büyük hamleler yaptı. Hatta Osmanlı'dan kalan borçlan bile ödedi. Şimdi herkes Onuncu yıl marşını caz-laşmış biçimiyle söylüyor. Ama bir de bugünkü duruma bakın.
Türkiye'nin sorunu, suyumuz yok büyümüz yok so­runu değildir. En önemli sorun Türkiye'de, kafa ve gönülle­rin götürülmesidir. Kafası ve gönlü sağlam birçok insanımız vardır ama onlar da hiçbir işe, mevkiye bulaştırılmaz. Dı­şardan kumanda ile Atatürk öldüğü günden beri önce yavaş yavaş, sonra hızlı, şimdi de son sürat, Türkiye'nin tasfiyesi içerdeki hainler ve gafiller aracılığıyla yürütülmektedir. Son noktası konulmak üzeredir. Şimdiye kadar herhalde IMF' nin dayatmalarını harfiyen uygulayan bir ülke, Türkiye'den başka, olmamıştır. Buna rağmen Türkiye gittikçe batıyor. Çünkü gaye, Türkiye'yi batırmaktır. "Peki, IMF'den iktisâ­di durumunu kurtaran kim olmuştur?" Malezya ve birkaç ülke kurtulmuştur. Malezya, IMF tarafından borç batağına batırılmağa başlanırken, arkadan da IMF stajyerlerini gön­derip "Şöyle yapın." dediği zaman, Malezya IMF'yi ülke­sinden kovmuştur. Sınırından içeri adım artırmamıştır; "Si­zin yüzünüzden battık zaten, ne yardımı yapacaksınız?" demiştir. Hemen arkasından da, iktisâdi bunalımdan çıkıp %8 büyümeye geçebilmiştir. IMF'yi sepetleyen paçayı kur­tarır. Çok kolaydır demiyorum. Bunu engelleyecek iç ve dış pek çok düşman mevcuttur.
107

için son düğmeye bastığı zaman her yönden çökertiyor. Eğitim, kültür, kimliğin hızla götürülmesi; bir taraftan da iktisâdı çökertip milleti aç bırakma. Sadece bankalar soyu­larak iktisât çökertilmiyor.
Tek taraflı Gümrük Birliği anlaşmasından 60-180 milyar dolar zararımız var. Avrupa Birliği bu zararın karşı­lığında bizim için hiçbir şey yapmıyor. 80 bankalardan 180 gümrük birliğinden; bu meblâğlar birçok ülkenin bütçesin­den fazla olan miktarlar. Eğitim konusunda öğrencilerimiz perişan durumda iken, 200 bin öğrenci Amerika'da, İngilte­re'de eğitim görüyor. Öğrenci başına senede 30 bin dolar­dan birçoğunu da devlet kendisi gönderiyor. En az yılda toplam 6 milyar dolar da oradan kaybımız var. Sonra Tür­kiye'deki eğitim ve araştırma için de 5 kuruş bulunamıyor. 6 milyar doların %10'u Türkiye üniversitelerinde harcansa üniversiteler ihya olur. Bunlar gibi bir sürü peş peşe zarar kalemi var.
IMF'nin (hakiki adı KKMF olmalı (Küresel Kıraliyet Para Fonu)) kuruluşundan beri bulaştığı her ülke batmıştır. En son Arjantin örneği. IMF'nin bulaştığı ülke önce borçlandırılır, üretimi kendi sanayi ve kalkınması, ta­rım ve hayvancılığı da yok edilir. Topraklan elinden alınır. Hatta kendi milletlerine de bunu yaparlar. Sonunda da o ülkeler batar. "Önce kafaları köleleştirirler, sonra tarım ve sanayi'yi yok ederler, sonunda da topraklarını alır­lar" diye yıllar önce yazıyorduk; açıp bakabilirsiniz, "Bye-Bye Türkçe " kitabımızda (OTOPSİ Yayınlan; 10. baskı).
106

yatırım bahanesiyle veriliyor. Endüstriyel Bölge Yasası
kılıfında.
Kendi temel değerlerimize dönmemiz gerekir. Hem eğitimimiz kurtulur, hem iktisâdımız. Azgın bir iştahla tüke­time alıştırılmış millet kanaatkârlığa tekrar döner. Her taraf moloz araba yerine onuncu yıl marşında söylendiği gibi tren ve tramvayla donanır. Neden demir ağlan gerçekleştirecek baskı gurupları oluşturulmuyor? Türkiye'nin her tarafı en yeni tarzdan hızlı trenlerle donatılı olmalıydı. Şehir içi tramvaylarla. Türkiye şimdi moloz araba ve neft (petrol) için çalışıyor.
Türkiye kadar cep telefonuna meraklı bir ülke yok. Amerika'ya gitsen cep telefonu teknolojisi orada icat edil­diği hâlde, sokakta pek cep telefonuyla konuşan kimse gö­remezsin. Görürsen kullanan ya tamircidir, ya ufak mütahit. Öyle cep telefonu merakı yoktur. Bizde çoluk çocuğun herkesin elinde cep telefonu. İyi tarafı, bizim millette hâlâ kişiler arasındaki ilişkiler sıkı ve samimiyet, sohbet var. Peki, devletin görevi yabancı şirketler için dünyanın en iyi pazarını mı oluşturmak olmalı. O işin yerli teknolojisini, sanayini kurmak olmalı. Aslında bu teknoloji ve sanayi ku­rulmaya başlanmıştı. İlk o engellendi.
Özal dönemi
Yeni teknolojileri takip edip, kendi araştırmalarımızı da ekleyerek Türkiye'de kendi sanayimizi kurmak gerekli. Bilgisayar teknolojisinde de aynı şey oldu. Rahmetli Turgut
109

Semra Topçu: Çözüm Atatürk dönemindeki ulu­sal yapılanmaya tekrar dönmek mi?
Oktay Sinanoğlu: Arjantin'de hükümet düştü. Ama isyan çıkıp ortalık yıkıldıktan sonra. Yeni hükümet IMF'ye "Borcumuzun faizi ödemeyeceğiz." dedi. Türki­ye'de milli gelirin hemen hepsi, faizin faizinin faizine gidi­yor zaten. Türkiye'de de şu sıralar pek çok fırka (parti) kuruluyor. Yakında yeni seçim olabilir iştahıyla [Bunu
2001 'in son günü demişiz. İşte oldu (şimdi Ekim
2002 'deyiz; kitabın son tashihi yapılırken]. Ama, bilhassa
1946'den beri hangi fırka geldiyse aynı şey olmuştur. O
parti bu parti fark etmez. Yeni gelen Arjantin Başbakanı
"Faizi de ödeyemiyoruz." dedi. Halkına da faiz parasıyla
üretimi artıracağım, sosyal hizmetleri artıracağım sözü ver­
di. "Bu suretle kurtulacağız." dedi. TV'de hemen arkasında
da halka sordular. "Sizin yeni başbakanınız, "Böyle böyle
diyor. Siz ne diyorsunuz?" diye. Arjantinde'de halk çok
çekmiştir, bilinçlidir. TV'deki Arjantinli dedi ki: "Her gelen
bir şeyler vaat ediyor. Dediklerinin %25'ini yapsa bile bizim
için iyi,"dedi.
Endüstrici Bölge Yasasıyla topraklarımız yabancılara gidiyor
Tarihte, Osmanlının son zamanlan dâhil topraklar hiçbir zaman yabancıya peşkeş çekilmemiştir. Cumhuriyet Döneminde de 1980'e kadar. Şimdi ise, ya topraklar ucuza veriliyor, ya da bedavaya. Yalnız Güneydoğu'da değil; Kırşehir, Niğde, Eskişehir, Trakya,... Bir kısmı da yabancılara yatırım bahanesiyle veriliyor. Endüstriyel
108

da basıyorlar) Orada gören bizim için "Bu adam MHP'li" diyor. Başka sefer yeni tanıyan birisi Aydınlık dergisinde mülakatımızı görüyor "Ha bu solcu" diyor. Başka birisi dini kesimin bir yayınında tam sayfa mülakat gördüğünde "Bu dinci" diyor.
Hindistan'da bir hikâye vardır. Aslında bizden Hin­distan'a oradan da İngilizlere geçmiş. Körler ormanda bir file dokunduğunda, bir tanesi ayağına dokunuyor "Bu ger­gedan", bir tanesi hortumuna dokunuyor "Bu yılan", bir tanesi kuyruğuna dokunuyor "Bu fare" diyor. Aslında orta­da bir fil vardır. Bizim durumumuz da bunun gibi.
Sahte sağ, sahte sol, sahte Atatürkçü, sahte çağdaş, sahte dinci, sahte tarikat
Yıllarca özellikle 1960'dan sonra, -Amerika deme­yelim de halkına haksızlık olmasın- Amerika'da üs kurmuş toplum ve kültür mühendisleri tarafından her ülkede olduğu gibi Türkiye'de de çok yoğun bir şekilde her şeyin sahtesi­nin kurulduğunu gördük. Küresel Kıraliyetçiler her yerde yapmıştır bu işi. Güney Amerika ülkelerinde sahtesinin ol­duğunu sokaktaki insan bile bilir. Sahte sağ, sahte sol, sah­te Atatürkçü, sahte çağdaş takımı, sahte dinci takımı, sahte tarikat vs. hepsini yapmıştır. Çok ustalıklı bir oyundur bu. Bu suretle, sahtesine, oraya eğilimi olanları toplayıp hem gözlem altında tutarlar, hem de hakikisindeki kavramların içini boşaltır, biter kelimeye indirgerler. 60'lardan sonra çok bariz yapılmıştır. "Milliyetçilik", 60'lara kadar, Ata­türk'ün milliyetçiliği, İsmail Gaspıralı, vs gibi kendi kültü-
111

Özal "Her okulda her öğrenciye bir bilgisayar" demişti. Milyonlarca bilgisayar.
Rahmetli her gördüğü yerde bana iltifat ederdi ama hiçbir işe bulaştırmazdı. Biz bilgisayarı icat edildiği günden beri kullanıyoruz; 1950'lerdeki IBM'in ilk 701 modelinden başlayarak. Dışardan büyük miktarda bilgisayar alırken bu şirketlere dersin ki, bilgisayar fabrikasını da Türkiye'ye kuracaksın. Hayır bu denmedi. Çok güzel bilgisayar pazarı, ardından da cep telefonu pazarı olduk. Türkiye rekor üze­rine rekor kırıyor. Meselâ; şifin en bol olan para, eğitimin, araştırmanın sıfır olduğu ülke. Bir rekor daha yeni eklendi. Bira tüketiminin en hızlı artığı ülke. Özellikle ortaokul ve lise çocuklarında. O parti, bu parti, seçim oldu olacak diye milleti oyalar dururlar, hiçbir şey değişmez. Çözüm temel­den olmalıdır.
Semra Topçu: Siyasete bir yakınlığınız var mı?
Sağcı, solcu, dinci
Oktay Sinanoğlu: Bizi yıllardan beri bilenler var. Dönem dönem ortaya çıkıyor, arada bir inzivaya çekiliyo­ruz. Aynı zamanda Türkiye meselelerine koşut bilimle uğ­raşıyoruz. Türkiye'nin başına yıllardır içerden dışardan ge­lenleri görüp de, sahte gündemlerle oyalandırılıp duran hal­kımıza duyurmamak büyük mânevi suç olurdu. Dolayısıyla bu meselelerde de uğraşıyoruz. Bizi yeni yeni tanıyan ke­simler de diyelim ki; milliyetçi olarak bilinen bir gazete veya dergide bizim bir yazımız basıldı ise (zaten bir yerde yazı­mız yayınlandıktan sonra başkaları da alıp kendi yayınların-
110

Oktay Sinanoğlu: Tabii. Psikolojik savaş yani ruh­sal savaştır bu. İşin temeline inmeden bu kargaşanın içinden çıkamazsınız. Meğerse Doğu blokundan yeni çıkmış ülkele­re de aynı seçim kanunları konmuş. Kendileri öyle diyor. "Bizim seçmediğimiz ama biz seçtik gibi gösterilen birileri başımıza oturtuluyor ve onlar da halklarının, ülkelerinin aleyhine işlere imzayı basıyorlar." diyorlar. Tabii, en yoğun olarak da Türkiye'de oluyor bu. Çünkü, Batı'nın hedefinde, nişangâhında en başta Türkiye var. Biz Allah'tan daha 1962'de akıl ettik. "Nasıl ettik?" Çünkü Tarzan İngilizcesi yerine Türkçe ile çok iyi matematik öğrenmiştik. İkinci sebep de; dünyanın her tarafından olanları gözlemledik. Baktık ki sistem şudur, formülünü çıkardık. Dolayısıyla bu oyunları yutmadık. Gördük ki, sahte kuruluşlarla hiçbir şey olmaz. Ayrıca millet birer kelimeye indirgenmiş kavramlarla yıllarca birbirine düşürüldü. Haklı olduğumu zaman göster­di. O zamanlar düşündüm ki, gerçek bir bilim adamı kesin­likle sucu, bucu olamaz.
Tüm vatanseverler birleşiyor
Hangi kesimden olduğuna bakmaksızın, halkın tü­müne çeşitli illerde, hattâ köylerde yıllarca konuşmalar yap­tık. Biz Batı'nın oyunlarını, bizim ne yapmamız gerektiğini anlatırken bana soruyorlardı: "Hangi parti söyle, oy vere­lim." diye. Bizim derdimiz, aman bir yere seçilelim, mevki olsun, köşeyi dönelim değil. Hepsine, "Benim bir tek fir-kam (partim) vardır, o da bütün Türk milletidir" diyorum. Türk milletinin her ferdi hiçbir ayrım gözetmeden Türk

113

nine, kimliğine sahip çıkmak mânâsında idi ve bir yandan Batı'nın da çağdaş düzeyinin önüne geçmek demekti. Yıllar sonra "milliyetçi=antikomünist"e indirgeniyor. Hakiki solun bir felsefesi, sistemi vardır değil mi? Bunlar da boşal­tılmış, solculuk=antifaşist'ten ibaret kalmış. "Atatürkçü­lük" neye indirgenmiş? Atatürk'ün birinci ilkesi (Bkz. "Bye-Bye Türkçe" kitabımızdaki bir makaleye. Orada Ata­türk'ün bilim dili, eğitim dili Türkçe konusunda dediklerini toplayıp, eğitimin milli olması için son yıllarını bu işe harca­dığını hatırlatmıştım.) "Eğitimin de milli olması için lisanı­nın her dalda Türkçe olması tartışılamaz." diyor. Kendisi de örnek olarak geometri kitabı yazıyor. Türkçe terimler türe­tiyor. Çünkü matematik kafalı bir insan. Türk dilinin özel­liklerini de iyi bilir. Türkçe matematik gibi bir dildir. "Ba­ğımsızlık benim karakterimdir." diyor. Hâl böyle iken, 1960'lardan sonra Atatürkçülük, "Atatürkçülük = Lâiklik = Müslüman düşmanlığı" formülüne indirgeniveriyor. Oy­sa, Atatürk'ün kastettiği bu değil. Dolayısıyla her kesim, her eğilim için benzeri saptırmalar yapıldı. Şimdi de ayarlı takımın tümü, tahkimci, küresel kıraliyetçi, sahte AB'ci oluverdiler.
Böyle takımların arasında siyasete girmek hiçbir zaman aklımızın köşesinden geçmedi. Benim fırkam, Türki­ye'deki her ferdi kapsayan Türk Milleti'nin tümüdür.
Ruhbilimsel (psikolojik) savaş
Semra Topçu: Kelimelerin anlamları değiştirerek toplum yönlendiriliyor.
112

GENERALLER 'DÜŞMAN KİM?' DİYE BİRBİRİNE SORUYOR
Mektup Dergisi, Nisan 2002
300 Yılın Bilim Adamı
Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu ile
Mülakat Yaptık
Emine Şenlikoğlu
Gençlik yıllarımda bir söylenti yayılmıştı. "Ameri­ka'nın en büyük bilim adamı bir Türk'müş. 26 yaşında profesör olmuş." Bu söylentiye kimse inanmazdı. "Hadi canım, Türkiye'den öyle biri nasıl çıkar?! Bu bir yalan­dır." diyenler olurdu. Verilen aşağılık duygusu sonucu, Türkiye'den düşünen beyin, önemli mucidin çıkabileceği, (hem de üç yüz yılın tek bilim adamı) kimseye inandırıcı gelmiyordu. Aradan yıllar geçti. İlginç bir bilim adamı ismi duymaya başladım. Türkiye'nin aldanışını anlatıyor­muş. "Türkçe giderse ülke de gider" diyormuş. Çok açık sözlüymüş, vb. Önceleri ilgimi çekti ama ilgilenemedim. Bir gece, Ahmet Hakan Coşkun Bey'in sunduğu İskele Sancak isimli programda bir bilim adamı öyle ilginç ko­nuşmalar yapıyordu ki, adetâ ekrana abanırcasına izledim. Türkiye lehine konuştuğu her şey çok güzel ve önemli noktalardı. Fakat beni en çok ilgilendiren yönü, bu şahsın psikolojik (ruhbilimsel savaş) savaş kurallarını bilmesi. Bilmesinden daha önemlisi, bunu uygulayarak konuşma-
115

milletidir. Biz bu ilke üzerinde yıllardır yürüyoruz. Derin meseleleri milletimize anlatmak gereğini gördüm. Çünkü başka anlatan pek yoktu. Dışardan gelen sahte sağ, sahte sol, sahte Atatürkçü oyununa düşmeyip her kesime hitap etmişimdir; her kesimin dergisinde, gazetesinde TV'sinde. Türkiye'nin her tarafından konuşma yapmak üzere çağrıl­dığımda bir tek şart koşarım: "Sizin şehrinize gelip halka konuşma yaptığım zaman o salonda her kesimden herkes bulunacak." derim. Şunun bunun malı olmayacak, sucular bucular olmayacak. Ve, çok şükür, hep de öyle oldu. Te­mel dâvalarda herkes birleşti.
Ruhsal Kurtuluş Savaşı
2002'de başarıya ulaşacak olan ruhsal kurtuluş sa­vaşı önce kafalarımızın, gönüllerimizin kurtulması savaşın­da birinci ilkemiz budur. Oculuk suculuk buculuk, ayrımcı­lık yoktur. Bütün Türk milleti bu savaşa katılmak istiyor; yıllardır görüyorum. Hangi kesim olursa olsun ciğeri sağ­lam olanlar, kafası hâlâ yerinde duranlar, ayarlı olmayanlar, sahte maskelerle dolaşmayan herkes bu mücadeleye sahip çıkıyor. Bu çok büyük bir gelişmedir.
Semra Topçu: Çok teşekkür ediyoruz. Programı­mızı da önemli bir sonuçla kapatmış olduk. Gelecek yılın hayırlı bir yıl olmasını diliyorum. Sizin anlattığınız çerçe­veden bütünsel olarak olaylara baktığımızda yeni yıla gi­rerken Türkiye için de yeni bir dönemin başlamış olduğu­nu anlıyoruz.
114

diyorum- Lütfen hocam, yarım saatlik de olsa beni geri çevirmeyin." Bu ricamdan sonra "Eh, hadi bakalım, Salı günü gelin" dedi ve onun hayranları olan Fatma Öztop ve Sevim Yıldız'la evine gittik. Çok sorularım vardı ama, Sayın Sinanoğlu o kadar dolu bir bilim adamı ki, bir soru­nun cevabına bir dünya sığdırınca, öteki dünyalara pek sıra gelmedi. Buna rağmen mülakattan son derece mem­nun kaldım. Yararlandım. Ve dostlarımın da yararlanacağı umuduyla, "Gençlik Köprüsü "nden önce, Mektup Dergi­si'nde yayınlanmasına karar verdim.
Emine Şenlikoğlu: Hocam öncelikle bizimle mü­lakat yapmayı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ediyoruz. Allah razı olsun. Sizi kısmen takip edebildik, inşallah bü­tün eserlerinizi de okuyacağız. Dikkatimi çeken bir şeyle başlamak istiyorum: Siz (pisikolojik) ruhbilimsel savaşın kurallarını fevkalâde bilen, Türkiye 'de bunun bayraktarlı­ğını yapmaya çalışan ilk isimsiniz. "Yamyamlar" diyorsunuz; "Tarzanca" diyorsunuz İngilizce için. Halbu­ki Türkiye'de İngilizce hayranlığı var. "Aşağılık duygu­sundan" diyorsunuz. Çalışmalarınızı yıllardan beri de yürütmüşsünüz. Şu anda nasıl görüyorsunuz? Çalışmala­rınızdan semere almaya başladınız mı?-
Kavram kargaşası ve psikolojik (ruhbilimsel) savaş
Oktay Sinanoğlu: Burada birkaç şey var da, bir tanesi; bu psikoloji lâfı hiç hoşuma gitmiyor. Pisi pisi der­ken aklıma kediler geliyor. Onun için ben buna "ruhbilim-
117

siydi. Yıllardır ruhbilimsel savaşın kurallarını bilen bir bilim adamı arıyordu gözlerim. Nihayet görmüştüm. Bu şahıs Atatürkçüydü, ama sahte Atatürkçülerden, Ata­türk'ün arkasına geçip kendi fikirlerini zorla dayatan bir Atatürkçü değildi. Ona göre Atatürkçülük, ülkeye sahip çıkmak, bağımsız devlet olmak, devlet şahsiyetini koru­mak gibi erdemlerle ilintiliydi. Böyle bir Atatürkçülükten kimin şikâyeti olabilirdi ki? İskele Sancak"ta hayranlıkla dinlediğim bu bilim adamı Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu idi. Hemen onunla yapılan röportajları aradım, bir kısmını okudum. Bir de Emine Çaykara Hanımefendi'nin söyleşi tarzında hazırladığı "Türk Aynştaynı" (İş Bankası Kültür Yayınları, 2001-2002) isimli kitabı okudum. Hemen hazır­lamakta olduğum "Gençlik Köprüsü " isimli dizi-yazı için onunla röportaj yapmak istedim. Telefon açtım. İlk sözü "Röportaj değil, mülakat. Ama benim vaktim yok, yurt dışına gidiyorum" oldu. Hem de birkaç güne kadar gide­cekmiş. Ben de sanıyordum ki, bir ay sonraya gün alırım. Bu arada ona ait eserlerin hepsini okurum. Şimdi ben ne yapayım? Gün vermedi, verse bile süre kısa. Böylesine önemli kişinin eserlerim okumadan onunla nasıl mülakat yapayım? Sonra aklıma geldi; ben ona sadece ruhbilimsel savaşın kurallarına ait sorular soracağım. O halde onu ta­nıdığım kadarı da bana yeterli olabilirdi. Ahmet Hakan Bey'in "İskele Sancak"ta açıcı sorularına gelen cevaplar­dan da çok yararlanmıştım. O halde ısrarla gün almalıy­dım. Üç gün içinde bile olsa."Hocam" dedim. Ruhbilimsel savaşın kurallarını bilerek uygulayan bir bilim adamına rastladım diye bu kadar sevinç yaşadım. Şimdi mülakat teklifimi reddediyorsunuz. -Tabii çekindiğim için mülakat
116

bir evrenkent (üniversite) açmışlar. Adı "Özel Harekât ve Ruhbilimsel Savaş Evrenkenti" Ama bu evrenkente öyle herkes gidemez. Ordu için, ordu mensuplarından kişilerin araştırma yapacağı, uzmanlaşacağı bir yer. Şimdi kurum-laştırdılar bunu, ama aslında hep vardı. Amerika'nın ahali­sinin de haberi yoktur bunlardan. Çünkü aynı oyunlar kendi halkına da oynanır. Kendi halkı da sömürgedir za­ten. Her kelimenin bir çağrışım bulutu vardır. O kelimeyi duyduğun zaman aklına bir sürü şey gelir. Bu kültüre bağ­lıdır. Mesela bardak kelimesini duyunca benim aklıma "Elifin elinde bardak" diye Karacaoğlan türküsü gelir İngiliz'in aklına viski bardağı gelir. Kelimelerin çağasın? bulutlan çok önemlidir.
Psikolojik (Ruhbilimsel) Savaş'ta
sözlerin çağrışım gücü: "kızıl tehlike" gitti, 'Yeşil tehlike" geldi
Emine Şenlikoğlu: Zaten ruhbilim onun için kul­lanılır herhalde.
Oktay Sinanoğlu: Çağrışımları bilip, çağrışım bulutlarını değiştirmek. "Müslüman" deyince, Amerika­lı'nın çağrışım bulutu yok gibi bir şeydi. "Düşman kim?" derken, hemen buldular '91'de. Dediler ki: "Kızıl tehlike gitti, yeşil tehlike geldi." Ve bunlar İslam dünyasını düş­man ilân ettiler. Orada da ayarlı olan basın-yayından biz bunları öğrendik. Altı ay içinde Amerikalıların, sonra dünyadaki diğer ahalinin kafasında bir çağrışım bulutu oluşturdular. Formül şu: "Müslüman eşittir fundamental-ist, eşittir terörist." Tak diye herkesin kafasına yerleştiri-

sel savaş" diyorum. İkincisi; ben bunun kurallarını Ame­
rika'da filan öğrenmedim. Zaten öğretmezler de. Fakat
yıllardır bazı olayları görüyoruz, izliyoruz ve bunların ne
yaptığını anlıyoruz. Yâni onlar orada kurallar çıkarmışsa,
evvelallah bizim de aklımız eriyor. Hem onların yaptığını
fark ediyoruz, hem de ona karşı tedbir alıyoruz. Farkına
varmadan zaten tedbir alamazsın. Ama siz orada bir şeye
parmak bastınız. Sizi de tebrik etmek lâzım. Meselâ he­
men bu kelime oyunlarını îmâ ettiniz. Bu çok önemli. Yâ­
ni bu savaş bazı kelimelerle oynanıyor. Örnek: Ameri­
ka'da 1991'e dek, "Müslüman" deyince, çok koyu Hıristi­
yan yobazları hâriç, hiç tepki vermezlerdi. Türkiye'nin
nerede olduğunu bilmez bunlar. Öyle câhil bırakılmışlar.
Sonra ne oldu? 1991 ABD'sinde, "Kızıl tehlike bitti, ko­
münizmi yıktık. Şimdi düşman kim?" diye, generaller bir­
birlerine soruyor. Amerika'nın daima bir öcüye ihtiyacı
vardır. Yoksa iktisatları çalışmaz. Çünkü Amerika aslında
yıllardır pek bir şey üretmez. İçinden çöken bir toplumdur.
Amerika iki şey üretir: Biri silah, biri filim. Amerika'nın
asil ürettiği önemli silah, fiziki silah değil, filimdir. Beyin ,
yıkama silahıdır filim, ("film" değil, "filim"; Türkçe'de
öyle deriz.)
Emine Şenlikoğlu: Amerika ruhbilimsel savaş .
konusunda belirli tabakaya özel dersler mi veriyor?
j
Amerika'da Psikolojik (Ruhbilimsel) Savaş
Okulu ı
Oktay Sinanoğlu: Uzmanlar var, araştırmalar de- j vamlı yapılır. Hatta şimdi Florida'nın kuzey kısmında yeni
118

tin kendisi yapıyor; kültür bakanlığı, gezim (turizm) ba­kanlığı; ilahiyat fakültelerinde de bazı etkinlikler. Ne de­mezsin? Diyanet İşleri bile Türkiye'nin her köşesinde, üstelik Hıristiyan ahalisi bulunmayan yerlerde kilise açılış­larıyla iştigal eder oldu.
Emine Şenlikoğlu: Bunların içinde bilinçli, ina­nan Müslüman yok mu?
Oktay Sinanoğlu: Gerçekten inananlar barınamaz. Kenarda köşede kalırlar. Başına gelmedik kalmaz.
Emine Şenlikoğlu: İkiz kule saldırısını Amerika yapmış olabilir mi?
Oktay Sinanoğlu: Bunların hepsi "Hedef Türkiye" (Otopsi Yayınlan, İst. 2002) kitabımızda var.
Enline Şenlikoğlu: Hocam siz kendinizi merak ettiniz mi hiç? Kendi hakkınızda bir araştırma, bir incele­me...
Oktay Sinanoğlu: Evet, bizde çok eski, aslında Müslümanlıktan da önce, binlerce yıldır Türklerdeki gele­neklerden bir tanesi, "önce kendini tanı"dır. En zor şey kendini tanımak. Kendini tanımayan, başkasını hiç tanıyamaz..
Emine Şenlikoğlu: Hocam, benim ruh bilimi üze­rinde çok merak ettiklerim var.
Ruhbilimsel (psikolojik) Savaş ve sözlere yeni anlamlar yüklemek
Oktay Sinanoğlu: Evet ama bu olaylarda asıl olan yeni kelimelerin mânâsını yıpratıp, yeni mânâlar yükle­mektir. Müslümanlık misâlini verdim. İçeride ve dışarı-
121

verdiler bunu. Orada Pakistanlılar var, çeşitli Müslümanlar var. Bunlar altı ay içinde "Ben Müslümanım" demeye korkar oldular. Halbuki gene aynı insanlardılar; bir günah­ları da yoktu. Biz bunu öğrendiğimiz zaman daha '91'de, dedik ki: Bak şimdi Türkiye'de neler olacak!
Emine Şenlikoğlu: Okumaya gerek yok, fiiliyat gösteriyor diyorsunuz.
Oktay Sinanoğlu: Nitekim oralarda çıkarılan ma­sallar birdenbire bu tarafa geliyor ve burada o tuti-i garbi­ler, ayarlı basın-yayınla başlıyorlar "car, car, car..." ötme­ye. Arkasından bir sürü hikâye oluyor. Müslümanlık yavaş yavaş adetâ yasak hâle getiriliyor Türkiye'de. Bu sorunu yaşıyorsunuz durup dururken hâdise hâline getirilen başör­tüsü konusunda. Ondan sonra bir takım yerler kapatıldı. Ve adetâ yasak hâle geliyor Müslümanlıkla ilgili ne varsa. Ben burada (Kadıköy) senelerdir birkaç ayrı ezan sesiyle uyanırdım. Son yıllarda hiç yok. Arada bir de çan sesiyle uyanıyoruz. Çünkü iki kademeli bu iş. Bir; kendi dinini ezmek, yok etmek, gözden düşürmek. Arkasından yaratı­lan boşluğa, Amerikan Gizli Teşkilat mızrağının sivri ucu olan misyonerlerin gönderilmesi. Önce onları gönderir. Ondan sonra bakıyorsun her tarafta bir misyonerlik faali­yetidir gidiyor ve bu çağdaşlık sayılıyor.
Emine Şenlikoğlu: Demek ki Türkiye 'de de psiko­lojik, afedersiniz, ruhbilimsel yöntemler konusunda eğiti­lenler var, değil mi hocam?
Oktay Sinanoğlu: Hayır canım, eğitilmeye lüzum yok. Bunların düğmesine basıyorsun, şunu yap diyorsun, yapıyor. Yâni şimdi bu işleri kimler yapıyor? Bazıları dev­letle de bağlantılı misyoner teşkilâtlan yaptığı gibi, devle-
120

l

deyken de, daha sonra da bir süre (yaklaşık 1960'a dek), "milliyetçi" denince akla ne gelirdi? Herkesin aklına aynı şey gelirdi: Kendi milletini sevmek, kendi dinine, kültürü­ne, diline sahip çıkmak, ülkenin menfaatlerini korumak, onun bunun kölesi olmamak için çalışmak... Bunlar gelir­di. Ama başkasına düşmanlık gelmezdi akla. Irkçılık da gelmezdi. Hiçbir zaman yoktu Türklerde böyle bir şey. İnsan ailesini sevmez mi? Önce aileni seversin, milletini seversin, ondan sonra ümmetini seversin, ondan sonra insanlığı seversin. Bunlar sırayla gider. Herkes bunu böyle bilirdi. Sonra geldiler, bu anlayışı bozdular.
Ruhbilimsel savaşla kavramların nasıl değiştiril­diğini özetleyeyim:
1) "Milliyetçi" eşittir sadece "anti-komünist"e in­
dirgendi. Tabii biri anti-komünist olur da Yunan
milliyetçisi de olabilir. Türkiye'de örnekleri gö­
rüldü.
2) "Solcu" eşittir "anti-faşist". Peki toplumcu fel­
sefeye, emperyalizm karşıtlığına ne oldu? Onlar
gitti.
3) "Atatürkçülük" eşittir "laiklik" eşittir "Müslü­
man düşmanlığı" konumuna getirilmek istendi.
4) Dindar kesime "ümmetçilik" ve de "Türk düş-
manhğı" telkin edildi. Müslüman Türk'e, Türk
Müslüman'a düşman edildi. Halbuki yakın za­
mana dek halkın kafasında (dış dünyada da oldu­
ğu gibi) "Türk demek Müslüman demek; Müs­
lüman demek Türk demek" inancı vardı.



123

da..."Müslüman" kelimesine "terörist"'(tedhişçi) çağrışımı yüklendi. Bütün dünyada bunu yaydılar. Türkiye'de de. Milli bir eğitim görmemiş olanlar, ailede de boş kalmışlar­sa, rahatlıkla Müslümanlığı öcü gibi görür oldular. İşte böyle bedbahtlar, Hıristiyan misyonerleri için bulunmadık Bursa kumaşı.
Emine Senlikoğlu: Bu terörist (tedhişçi)" kavra­mını nasıl yıpratabiliriz?
Amerika el attığı her ülkede her şeyin sahtesini kuruyor
Oktay Sinanoğlu: Şimdi ben lisedeyken Türki­ye'de sağcı-solcu kavranılan yoktu; herkes milliyetçi idi, Atatürk gibi, Osmanlılar gibi." Sağ", "sol" laflan dışarıdan gönderildi. Amerika gönderdi. Milleti on parçaya böldüler. Milli birliği bozdular. Amerika her el attığı ülkede her şeyin sahtesini kurmuş, hiçbir tarafı boş bırakmamıştır. Burada da öyle. Sahte din takımları da kurmuştur. Sahte Atatürkçülük takımları da kurmuştur. 'Hepsinin sahtesini. Ve bunların başına da o ayarlı adamları tâyin etmiştir. El altından, gizli cemiyetler vasıtasıyla. Bir tarafa doğru meyledenleri o tarafın sahtesine toplamıştır. Hakikîlerini ezmiş, sahtelerini öne çıkarmıştır.
Ruhbilimsel (psikolojik) savaş kavramların içini boşaltır
Ve kavramların, mefhumların da içini boşaltmıştır. Şimdi örneğin milliyetçi kavramını ele alalım: Ben lise-
122

T

Ümitsizliğe kapılmayın
Emine Şenlikoğlu: Çözüm ne? Böyle mi gideceğiz hocam?
Oktay Sinanoğlu: Hayır, böyle gitmiyoruz. Hain­ler öyle gitmeğe çalışıyor. Biz başka tarafa gidiyo-ruz."Herkes gider Mersin'e, biz gideriz tersine" sözü, kötü mânâda söylenir. Herkes bilmeden, uyutulmuş olarak "Mersin"e gidiyorsa, biz tersine gideceğiz. Sonra görecek­siniz, bir süre sonra "Mersin"e gidenler de dönüp, bu sefer onlar da tersine gelmeye başlayacaklar. Şimdi işi anlayan çevreler gittikçe büyümektedir. Ümitsizliğe kapılmayın. Bakın, bu yıl Türkiye'nin her tarafında, ve aydın kesimde dâhil, uyanış başlamıştır.
Emine Şenlikoğlu: Bunu Atatürk adına mı başlat­tınız?
Oktay Sinanoğlu: Türk Milleti kendisi başlattı. Atatürk, Atatürk'ten önceki atalarımız, binlerce yıldır, bâdireli ahlarda güçlerini Türk Milleti'nden almışlardır.
Emine Şenlikoğlu: Hocam tabii siz her sorunun arkasından birkaç kitaplık cevaplar veriyorsunuz. Siz dün­ya tarihine kaydı geçmiş, bizim için gurur verici bir bilim adamısınız. Dünya tarihine yazıldınız. Siz dünyayı nasıl yazıyorsunuz hocam?
Oktay Sinanoğlu: Dünyayı nasıl mı görüyorum?
Emine Şenlikoğlu: Nasıl görüyorsunuz da var tabii. Bir de nasıl not ediyorsunuz dünyayı? Dünyayı terk ettiğinizde birisi sorsa, "Gittiğiniz dünya nasıl bir yer­di? "dese, hiç iyi tarafı yok mu? Ne diyeceksiniz?
125

Tabii bütün bunlarda, yaratılmış sahte kesimlerden
bahsediyoruz. Ama çok şükür, bütün oyunlara rağmen yurdumuzda hâlen solun da, milliyetçinin de, dindarın da,. Atatürkçünün de hakikîsi bol bol var.
Atatürkçülük'e bakalım: Atatürk'ün dediği, yaptığı çok şey, gerçek milliyetçilik, Türk milliyetçiliği kavramı­na girer. Dinine, diline, tarihine, ülkene, bağımsızlığına, halkına sahip çıkmak, yabancıların buradaki oyunlarını engellemek. Atatürk'ün esas dâvası, gerçek Atatürkçülük bunlardır.
Deprem günlerinde tahkim yasası
Emine Şenlikoğlu: Millet bu kadar nasıl uyur ho­cam?
Oktay Sinanoğlu: Daha gece yarısı, deprem yeni olmuş, tahkim kanunu çıkarılıverdi. Ertesi gün dedim ki: Atatürk lâfını bundan sonra fazla duyamayacaksınız. Za­ten duyduğumuz da dediğim saptırılmış anlamdaydı. Müs­lüman düşmanlığı için kullanırlardı sahte Atatürkçüler Atatürk'ü. Atatürk'ün gerçek dâvalarından bahsetmiyorlardı. Ama tahkim lâfı çıkınca o kadarım bile duyamaz olduk. Dikkat edin, 19 Mayıs'ta bile duymuyoruz Atatürk lafını.
Emine Şenlikoğlu: Nasıl duymuyoruz hocam?
Oktay Sinanoğlu: Hayır efendim, Atatürk lâfı
bitiriliyor. Gerçek Atatürkçü bazı aydınlar, "Tahkim olur
mu? Bu kapitülasyondur. Yine o günlere mi dönüyoruz?
Atatürk'ün temel ilkelerine aykırıdır" demeye başlayınca,
birilerinin işine gelmedi. j
124

var. Dünya çok önemli, hayat çok önemli. Size göre hayalı en önemli kılan nedir hocam?
Oktay Sinanoğlu: Bir kere ben insanın yeni bir tarifini yaptım naçizane. Çünkü toplumbilimcilerin yaptık­ları tariflere baktım ki, artık hiç biri tutmuyor, sökmüyor. İnsan, kendisinin dışında hedefleri olan yaratıktır. Bütün hayvanlarda basit hedef vardır: Yesin, içsin, çiftleşsin. İnsanda da bunlar var elbet, ama gerçek anlamda insanın bunların dışında da hedefleri olmalı.
Külli İrâde, cüz'i irâde
Emine Şenlikoğlu: İnsana Yaradan 'm da göster­diği hedefler var.
Oktay Sinanoğlu: O da ayrı. Biz yaratılmışlardan bahsediyoruz. Külli irâde var, cüz'i irâde var. Biz cüz'i irâdeden bahsediyoruz. Bu cüz'i irâde verilmiş ki insanla­ra, kendilerinin dışında bir hedef bulsunlar diye.'Toplum için, millet için, vatan için, ondan sonra ümmet için, ondan sonra da insanlık için hayırlı işler yapın" denilmiş. Kendi kendine ye, iç, onu bunu kazıkla, ülkeni, vatanını sat... Hayır! Onun için yaratılmadık.
İnsanların bir takım hedefleri olması gerek. Bu hedeflerin hayırlı hedefler olması için de, insanların bir gönül terbiyesi almış olması lâzım. Akılla birlikte gönül tarafının gelişmiş olması lâzım. Çünkü o olmazsa, hedefini de şaşırırsın.
Emine Şenlikoğlu: Çok önemli ve biraz da tasav-vufi bir tespit Hocam, sizce aydınlar sizi anlıyor mu?
127

Oktay Sinanoğlu: Olur mu? Dünya güzellikler, envai çeşit nimetlerle dolu. Ne kadar da çok iyi insanlar var. Ama, dünyanın başına musallat olmuş bir-iki milyon insan bozuntusu da var. Bunlara biz "küresel kıraliyetçi-ler" ve onların aşağılık kuyrukları diyoruz.
Emine Şenlikoğlu: Bir-iki milyon mu diyorsunuz hocam?
Oktay Sinanoğlu: Tabii, tabii. Maddî güç bunların eline geçmiş. Üç beş banka, bir kaç uluslar-ötesi şirket. Ama nasıl banka? Devletleri batırıp çıkaran cinsten banka. Öyle gidip de çek hesabı açtıracağın banka değil. Birkaç banka, birkaç şirket, ulus-devletleri yıkma yolunda ülkele­rin gidişatını belirliyor.
Emine Şenlikoğlu: Kavram size mi ait?
Oktay Sinanoğlu: Lâfı, naçizane, bendeniz icat etti. Ama bunların insanları nasıl perişan ettiklerini Avru­pa'da, Amerika,'da bir takım kültürlü insanlar biliyor. Şimdi bilenler Türkiye'de de var.
Sessiz kurtuluş savaşı
Emine Şenlikoğlu: Aydınları bir araya getirip, bir akım başlatmayı düşünüyor musunuz?
Oktay Sinanoğlu: Akım, kendiliğinden, önce yur­dun her yerindeki halkla başlamış, sonra aydınlar da ka­tılmıştır. Bu bir sessiz kurtuluş savaşıdır..
Emine Şenlikoğlu: Hocam, "Dünya küçük, insa­nın gönlü büyük "diyorsunuz bir mülakatınızda. Bu sözü­nüzü çok beğendim. Çünkü benim dünyamda da dünya çok büyük değil. Fakat bu dünyayı bazı önemli kılan unsurlar
126

okumaktadır. Gambiya'dakilerin aklı-fikri Londra'ya git­mektir. Bizdekilerin aklı-fikri Amerika'ya gitmektir. Ne­den? Söylemeye gerek yok; belli değil mi?
Dolayısıyla sahte aydın sınıfı yetiştirilmiştir. Bun­lar aslında işe yarayacak bir şey de bilmezler. Bu sahte aydın sınıfı, kendi milletinin başına belâ edilmiştir. Bunlar istediği kadar halkçılık edebiyatı yapsın, aslında kendi halkına yabancılaşmışlardır, hatta ondan tiksinirler. Ama çok şükür, elhamdülillah, vatanımızda hâlâ, halkına, mille­tine, vatanına bağlı gerçek aydınlar da varmış. Onlar hal­kımızla bütünleşiyorlar; böylece kurtuluş savaşımız güç ve hız kazanıyor.
Emine Şenlikoğlu: Kurtuluş Savaşı'yla kurtulma­dık mı?
Oktay Sinanoğlu: Bugün Türkiye'nin toprakları bile (yâni vatan) yabancılara teslim edilmektedir-. Millet Hıristiyanlaştırılıyor, Tarzanlaştırılıyor, cahil bırakılıyor; ve şimdi de aç bırakılıyor. Bunlar kasıtlı, dışarıdan yapılı­yor. İçerideki sahte aydın sınıfıyla birlikte yapılıyor bu işler. Onun için bu mücadeleye halk, taban, en nihayet düzgün kalmış aydınlar da katılmaya başladı. O bakımdan bu "Kurtuluş Savaşı"nda öyle silahlan alıp dağa çıkmak filan yok. İnşaallah gerek kalmaz öyle şeylere. Şimdi si­lahla mı bizi kuşattılar? Hayır. Ülkeyi öyle bir fethettiler ki bu ruhbilimsel savaş teknikleriyle, milletin kafasını, ciğerini öyle kuşattılar ki, Türkiye kendi eliyle imiş görün­tüsünde teslim ediliyor; uzun süre kimseden gık çıkmıyor. Tarihte eşi görülmemiş bir durum.
Emine Şenlikoğlu: Kazandığımız savaşı kaybetti­riyorlar.
129

Oktay Sinanoğlu: Mesela bir bilim adamı çetrefil konularda araştırma yapıyor. Bunları anlamışsa kendisi, tabii işin yalnız ıvır zıvırını değil de, temelde yatan ana unsurları anlamışsa, okul çocuklarına bile anlatabilir. Anlatamıyorsa, kendi anlamamış demektir.
Meselâ televizyonda çok örneğini görüyorsunuz. Adamı çıkarıyorlar programa; adam bir sürü büyük lâflar ediyor, ingilizce kelimeler de karıştırıyorsa konuşmasına, daha büyük adam oluyor. Tabii benim gözümde şerefsiz olur. Halk için değil mi bu televizyon programlan? Her­halde üç-beş kişi seyretsin diye değil. Halkın bir şey anla­ması mümkün değil. Ben de halkım ve ben de anlamıyo­rum. Sonra bakıyoruz ki, meğer kendi de anlamıyormuş.
İktisadî konulan, kedi, ciğer, bakkal, bakkalın bor­cu gibi benzetmelerle anlatabilirsin. İşin esası bunlarla anlatılır; bir takım meslekî lâflar paralayarak, araya İngi­lizce bozuntusu lâflar sokuşturarak değil. Amaç sahte bir hava atmak değil, konunun esasını kavramak, halka da anlatmak olmalı.
"Gerçek aydın" x "sahte aydın"
Emine Şenlikoğlu: Bu cevabınızdan, sizi aydınla­rın anlamadığını mı anlamalıyız?
Oktay Sinanoğlu: Hayır. Aydının da hakikîsi var, sahtesi var. Her sömürgede sömürgeciler bir sahte aydın sınıfı yetiştirmişlerdir. Her sömürgede gençleri, akılları fikirleri, sömürgeci ülkeye gitmek olacak şekilde yetiştirir­ler. Mesele Tunuslular "Biz Amerika'ya gidelim de, orada doktora yapalım" demezler. Hepsinin aklı-fîkri Paris'te
128



SÖMÜRGE MUAMELESİ ALTINDAYIZ
Finans Dünyası, Mayıs 2002
Küreselleşme olarak adlandırılan, yeni dünya düze­nini büyük bir aldatmaca olarak nitelendiren Türk Aynştayn'ı Oktay Sinanoğlu, Türkiye'de yaşanan krizleri, sıkıntıları büyük bir planın parçalan olarak yorumluyor. Dünyada tek devlet, tek millet, tek dinden oluşan bir dün­ya krallığı için İngiliz istihbarat teşkilatlarının, Türkiye'de 50 yıldır faaliyet gösterdiğini belirtiyor. Sinanoğlu, Ana­dolu liseleri ve kolejlerde eğitim dilinin İngilizce olmasın da bu planın bir parçası olarak değerlendiriyor. Dünyada sadece sömürge ülkelerinde, yabancı dilde eğitimin veril­diğine dikkat çeken dünyanın harika çocuğu Profesör Ok­tay Sinanoğlu, iki kuşak sonra Türkçe'nin yok olacağını anlatıyor. Sinanoğlu, bir ülkeyi işgal etmenin, en modern yolu olarak gösterdiği dilin yok edilmesine Türkiye'de aydınların neden bu kadar sessiz kaldığına hayret ediyor Türkiye'de "kolej" adı altında yabancı dilde 1953'ten bu yana eğitim verildiğini ve bu tarihten sonra da ülkede bi­lim adamı yetişmediğine işaret ederek, şöyle konuşuyor, "l953'de Türk Milli Eğitimine, İngiliz ve Amerikan gizli teşkilatlarının el atarak, eğitim dilinin İngilizce yapılması ile derslerin Türk hoca tarafından Türk öğrencisine İngi­lizce olarak anlatılması zorunlu kılınmıştır. Bu en büyük, en sinsi ve en tehlikeli sömürgeleştirme oyunu hızlanarak devam etmektedir." Avrupa Birliği'ne uyum süreci içeri-
131

Oktay Sinanoğlu: Bir şeyler kazandık, bir şeyler kaybettik. Neyse, o ayrı bir konu. Türkiye'nin şimdiki kurtuluş savaşı, kafaların, gönüllerin yeniden bizim olması savaşıdır.
Emine Şenlikoğlu: Bu savaşı inşallah kazanırız.
Oktay Sinanoğlu: Kazanıyoruz ve mutlaka Al­lah'ın izniyle kazanacağız.
Emine Şenlikoğlu: Sizin bir sözünüz var: "Türki­ye, Japonya'dan daha zengin olabilirdi" diyorsunuz.
Oktay Sinanoğlu: Geçen geçmiş artık. Bundan sonra olacak.
Emine Şenlikoğlu: "Çalışana veririm " diyor. On­lar çalışıyorsa, onlar kazanacak hocam.
Oktay Sinanoğlu: Türkiye inşallah kurtulacaktır. Kafalar ve gönüller kurtulduğu zaman insanlarımız, canla başla, geleceğe ümitle bakarak, ulusal hedeflerimize doğ­ru, refahlı, itibarlı, şerefli günler için çalışacak.
Emine Şenlikoğlu: Çok teşekkür ediyoruz hocam.
130

İngiliz Muhipler Cemiyeti
Gizli, cemiyetlerde piramit sistemi kullanılıyor. İngi­liz Muhipleri Cemiyeti Kurtuluş savaşını baltalamaya kal­kan örgütün, birleştirilmiş devamı. Alttaki üsttekini bilmiyor, üstteki herkesi biliyor. Sesi- en fazla çıkan en alttaki grup, aslında en tepede ne olduğunu ve nereye hiz­met ettiğini bilmez. Genellikle kullanır. Önde yan gizlisi, ardında daha gizlisi ve en arkada hakkında hiçbir şey bi­linmeyen en tepedekilerin yer aldığı örgüt şeması kullanı­lır. Bu örgüte üye olmayanların devlete kademelerinde yükselmesi mümkün değil.
Aynı operasyonu Rusya'da uygulamış. Özbekis­tan'da, Özbek okullarının yanına Rus okulları kurmuş. Ve tüm imkanları Rus okullarına sağlarken, yine Rus okulu mezunlarına iş vermiş. Yine öyle bir hava yaratılmış ki Rus okulu okumayan işsiz kalır havası estirilmiş. Rusça'ya anaokulunda başlayan Kazak çocuklar, dilini unutmuş Türkiye'de de bu eğitim anaokuluna indikten bir iki yıl sonra Türkiye'de Türkçe unutulmaya başlar.
Çocuklarınızın anadiliyle eğitim yapan iyi bir okulda okurken, ayrıca yabancı dilde bilmesini, isterseniz buna izin verilmiyor.
Türkiye'de operasyonla birinci safhayı tamamladılar. Türk Eğitim Derneği'ni Atatürk tam tersi gaye ile kurmuş, ancak bugün gelinen nokta farklıdır. Ayrıca yabancı dil öğretmek için eğitimini yabancı dilde yapmak diye bir yöntem yok. Bu yöntemin sonuçlan, halkların kendi kim­liklerim unutmasının yanı sıra, yabancı dili iyi öğreneme­mesi, bilimi ise hiç öğrenememesidir. Amaç, bu okulların
133

sinde öğretildiği savlanan ingilizce'nin de ingiltere dışında hiçbir Avrupa ülkesinde kullanılmadığına dikkat çekiyor. Sinanoğlu, Yunanistan'ın Latin Alfabesini bile kabul et­meyip, kendi değerlerini koruduğunu kaydediyor. Türki­ye'nin AB'ye aday ülke statüsünde tutularak, IMF ve A-merika'nın desteğiyle iradesiz hale getirildiğini savlayan Sinanoğlu, Atatürk'ün yaptığı gibi dünya ülkeleri ile eşit mesafeli bir denge politikası yürütülmesini öneriyor. Türk Aynştayn'ı Oktay Sinanoğlu'nün, Türkiye'ye Türkçe'ye, AB, Amerika ve IMF'ye dair yaklaşımları, bu konulara farklı pencereden bakış açısıyla hemen dikkatleri çekiyor.
Soru: Son 50 yıldır uygulanan planlı politikalarla Türkçe 'nin yok edilmeye çalışıldığını söylüyorsunuz, ingi­lizce dilinin, Türkçe üzerinde etkili olmasında, Türkçe 'nin eksikliği söz konusu mu; Türkçe 'nin yok edilmesini kimler, niye istiyor?
r
İşgal Türkçe'ye Saldırıyla Başlatıldı
Oktay Sinanoğlu: İngiltere İrlandalı Keltler'de işgal ile yapamadığını, eğitim dilini İngilizce yaparak başarmış­tır. Türkiye'de de 1953'te, üstelik Atatürk'ün kurduğu TED'i "kolej" haline getirerek başlatılan operasyon son 50 yıldır devam ediyor. Zaten kolej sözcüğü misyoner okulu anlamına geliyor. Bu operasyona, ayarlı basın yayın , der­nek, cemaat ve gizli cemiyetler marifetiyle gerekli kamuo­yu yaratıldı.
132

bazı ekonomik sıkıntılar yaşanınca IMF yardım vaadiyle kapılarına geliyor. Ancak Malezya, Endonezya sömürgesi olduğu günlerin deneyimiyle, "sizin yüzünüzden batıyo­ruz. Aman gelmeyin" diyerek IMF'yi ülkeden içeri sok­mamış, Malezya'nın kalkınmasının nedeni de IMF'yi kovmasıdır. IMF'yi kovduktan sonra büyüme hızlan yüz­de sekize çıktı. IMF yeni sömürgeciliğin önemli araçların­dan birisidir. Faizinin faizim biraz erteleyeceğim diye. İMF senin anayasanı değiştirir, topraklarının yabancılara verilmesine yol açar. Tarımını da , sanayiini de yok eder. Birkaç tane uluslar ötesi şirket ve banka için, sizi satın alınmaya hazır kelepir mal haline getirir.
Soru: Türkiye 'nin GB ile AB 'ye ekonomik anlamda verebileceğini zaten verdiğini belirterek AB 'ye alınmaya-çağan belirten bir görüş var. Yine rakip pozisyonlarında yer alan AB 'ye Türkiye 'nin girmesi için Amerika 'nın ne­den destek verdiğini sorgulayan bir başka grup da var. Sizin değerlendirmeniz nasıl?
Oktay Sinanoğlu: Hiç kimse numara yapmasın Türkiye 1947'den beri Amerika'nın malı mı, değil mi? Türkiye'yi Amerika'ya vermişler. Doğu Avrupa ülkelerini de Sovyet'lere vermişler. 1947' de zaten Türkiye Ameri­ka'nın askeri işgaline uğradı. Harbe girmemiş, harp kay­betmemiş bir ülkenin başkentinde, Ankara'da koskoca Amerikan üssü ve bütün sokakları Amerikan askerleriyle dolu. Altüstü oldu Türkiye. Harbi kaybetmiş Almanya'da bile bu kadar görünmediler. 1947'den beri, yavaş yavaş, halkı uyuta uyuta bugüne geldiler. Hatta bir ara Amerikalı askerleri, askeri kıyafetlerle dolaşmayın diye uyardılar.
135

mezunlarını Türk kültürüne yabancılaştırıp, özgüvenini ve kimliğini kaybettirerek sömürgeleştirmek. Dünyada, sö­mürge olmadığı halde eğitim dilini ana dili dışında uygula­tan Türkiye dışında bir ülke bulamazsınız. Türkiye'de ha­len kolej adı altındaki okullarla başlatılan, Anadolu liseleri ile devam eden, günümüzde üniversitelerde de görüldüğü gibi eğitim dili İngilizce'dir. Ve bu durum Türkiye Cum­huriyeti Anayasası'na da aykırıdır. Benim mezun olduğum dönemde, İngilizce eğitim karan alarak birden zenginleşen Ankara TED'de çok başarılı bir kimya öğretmeni yabancı dili İngilizce değil de Fransızca diye okuldan uzaklaştırıl­dı. Onun yerine İngilizce bilen, ancak kimya bilmeyen bir öğretmen getirilerek, operasyonu başlattılar.
Türkiye'nin son 50 yıllık tarihini incelerseniz, Türkçe eğitimde görülen Cahit Arf ler, Yaşargüler, Sinanoğlu gibi dünya ölçeğinde bilim adamının bıçakla kesilir gibi bitiril­diğini görürsünüz.
Soru: Joseph Stiglitz 'in IMF'ye yönelik sert eleştiri­leri biliniyor. Türkiye 'nin ÎMF, ÂB ve Amerika ile ilişkile­rini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Oktay Sinanoğlu: Joseph Stiglitz'in İMF ile ilgili görüşlerini biliyorum. IMF'in "hastalarını birer birer öldü­ren doktor" benzetmesi doğrudur. Televizyonlarda şişiren­ler değil ama içeride gerçek iktisatçılardan tamamı da bun­ları yazıyor. Türkiye'de 1947'den sonra hazine altınla dolu ve hiç ihtiyaç yokken IMF zorla borç verdi. Harpte Türki­ye iki tarafı da beslemişti. Ve o gün bugündür her gün biraz daha battık. IMF kurulduğundan bu yana hangi ülke­ye bulaşmışsa o ülke batmıştır. Batmayan bir ülke var. Malezya. Ekonomide en ileri Müslüman ülke. Malezya'da
134

AB'ye yamanırsak Türkiye elden gider. Aklı başında bazı isimler Atatürk'ün dış siyasetini anımsattılar.
Türkiye'nin yapması gereken isi tüm dünya ülkeleri ile bir denge siyaseti yürütmesidir. Türkiye'ye hangi hü­kümet gelirse gelsin, sağ-sol "AB'ye gireceğiz" dedi. An­cak hiç biri AB'ye girersek, bunun Türkiye'ye sağlayacağı faydayı ya da zararları anlatmadı. Zaten bilmezler de Tür­kiye'yi AB'ye almazlar. Bir taraftan IMF aracılığı ile bir taraftan AB aday adaylığı ile zaten Türkiye'ye yaptırmak istedikleri her şeyi yaptırıyorlar.
Topraklar gidiyor!
Sessiz sedasız IMF'in istediği dört beş tane kanun çıkardılar. Endüstriyel Bölge Yasası'nı çıkardılar. Birkaç tane yabancı gelip, "Biz burada yatırım yapacağız" derse, istediği araziyi, orman ya da madeni araziyi iki hafta için­de, üstelik bedava vermek zorundalar. Bu sene bu kanun­lar çıktı, ancak kimseye duyurmuyorlar. Büyük çapta Türk Topraklan da verildi. Yalnız güneydoğuda değil Orta A-nadolu'da hatta Trakya'da büyük çapta toprakların tapusu verildi.
İngilizce Türkçe Karşılaştırması
İngilizce'de belli kurallara göre yeni terim türetme yeteneği hemen hemen yoktur. Buna karşılık, Türkçe bin­lerce yıldır matematiksel yapısını, sözcük türetme yetenek ve kurallarını aynen korumuştur.
137

Son zamanlarda da ülkenin her şeyine el koydular. Sanayi­sine, kuruluşlarına, ya el koydular ya da yok ettiler.
Amerika'nın denetiminde olan bir ülkeyi, eğer AB buna rakipse ki o da şüpheli. Sözde rakibi olan AB'ye Türkiye'yi Amerika niye versin. Çünkü AB'nin kendisi hikaye. Bunu Türkiye'de bilen de pek yok.
AB'ye üye ülkelerin vatandaşlarının çoğu AB'ye karşıdır. Ve şundan şikayet ederler: Bizim seçmediğimiz ama seçmişiz gibi gösterilen birileri tepemize oturtuluyor. Ülkemizin aleyhine, üretimi yok etmeye yönelik bir takım kanun değişiklikleri yapıyorlar. Doğu bloğundan yeni çı­kan bu ülkenin insanları acayip seçim kanunlarından bah­sediyorlar.
AB'yi anlamak için, haklarının bu oluşuma karşı ol­duğunu ve AB'nin kimler tarafından, nasıl kurulduğunu bilmek lazım. Bu aslında uzun süredir devam eden, son dönemlerde açığa çıkan amaçlan seslendirilmeye başlandı.
Yapmak istedikleri küreselleşme sözü ile insanları uyutup, üç beş şirket ve banka ile dünya kaynaklarım eline geçirmiş ve gittikçe de geçirmekte olan küçük bir zümre­nin küresel kraliyetini kurmak. Şu an ki uygulama, ulus devletlerin bağımsızlıklarım yok etmeye yöneliktir. Bazı kaynaklara göre, BM'nin kuruluşu da, Dünya Bankası da, IMF'de bu amaca hizmet ediyor. AB ise tek dünya devleti küresel kraliyetin bir ara namesi, ilk kademesidir. Olaya böyle baktığınız zaman Amerika'nın da AB'nin de aslında aynı taraftan olduğu ortaya çıkıyor. Ve Amerika'nın, ne­den Türkiye'nin AB'ye girmesini istediği gibi bir soru ortadan kalkıyor. Geçmişte İttihat Terakki Almanlara ya­mandı. Osmanlı İmparatorluğu elden gitti. Şimdi de
136

olunca yine dil bilimcilere göre dünyanın en güçlü dili Türkçe'dir. Her konuya ve duruma göre karşılık vermeye en müsait dil de yine Türkçe'dir.
Alman dil bilimcilerinin yayınladığı gibi Türkçe, a-deta matematik uzmanlarınca tasarlanmış kadar zengin ve türetilmeye açıktır. Türkçe'deki bu özellikler Latince'de biraz vardı, ancak bu dil ortadan kalktı. İngilizler, modern işgal tekniklerinde; bir ülkeye dilini yerleştirdiğinde, bu­radaki insanların kraldan çok kralcı olduğunu tespit ettiler.
Bugün sokakta konuşulan İngilizce'nin yüzde 60'ı, yine İngilizlerin araştırmalarına göre Latince'nin bozuğu­nun bozuğu. İngiltere'de 1066'da Norman istilası oldu. Normanlar Fransızlaşmış Germen kabilesidir. İngiltere'de muazzam bir sınıf ayrımı vardır. Üstteki ile aşağıdakinin konuşmadığı. Normanlar bugün İngiltere'nin üst tabakası­nı teşkil ediyor.
İngiltere'deki 'kast' sistemi o boyuttadır ki, aristok­rat olmayanlara, profesörlük unvanı bile verilmiyor ve insanların sınıf atlayarak bir yerlere gelmeleri halen müm­kün değildir. Aralarında benim de arkadaşlarımın bulun­duğu, zeki çalışkan bir grup bu unvanı almak için Kanada, Amerika, Avustralya gibi ülkelere gittiler.
Profesörlük gibi unvanlarsa asilzadelere veriliyor. Amerika'da konuşulan İngilizce ise İngiltere'dekinin de sulandırılmışıdır. Amerika'daki sistemde ise 'parayı veren düdüğü çalar' mantığı hakimdir. Özel okullar 25 bin-35 bin civarındadır. Devlet okullarında ise eğitim verilmez. Amerikan devlet okullarında liseden mezun bir öğrenci okuma yazmayı dahi bilmez. Tabii iş doktora düzeyine gelince ABD'deki eğitim birden çok ciddileşir. Yabancı
139

Bilgisayarda, "ana bellek"e RAM diyorlar. Bunu tü­retmek için "Randam Access Memory" sözcüklerinin baş harfleri alınmış. Bilgisiz bir Türk'e bellek derseniz, belle­mekle, hafızayla ilgili olduğunu en azından tahmin eder. Buna karşılık cahil bir Amerikalı'ya da İngiliz'e 'RAM' deseniz, hiçbir şey anlamaz.
Dilbiliminde, baş harflerinden yapılmış sözcüklere "Akronim" denir. Batılı bilginlere göre, bir dilde bunların başlaması o dilin yozlaşıp gücünün kalmadığı anlamına geliyor. Ayrıca akronim, üst sınıfla, halk arasında, farklı bir dil yaratarak uçurumun gitgide büyümesine neden olu­yor. Oysa, Türkçe'nin türetme yeteneği, matematikçileri şaşırtacak düzeyde zengindir.
Kazakistan Türkleri' nin sözlüğünde 240 binden fazla Türkçe kelime bulunurken, Türkiye'de son 50 yılda Türk­çe kasıtlı olarak baltalanıyor. Türkçe'de bir kelimeyle ifa­de ettiğiniz bir durumu İngilizce'de bir cümleyle zor söy­lersiniz. Ayrıca Türkçe, yazıldığı gibi okunması özelliğiy­le de gıpta, edilen bir dildir. Amerika'da İngilizce ortalama 250 kelimeyle konuşulur. Sokakta konuşulan İngilizce'nin yüzde 60'ı Latince'nin bozuğunun bozuğudur. İngilte­re'deki aristokratlar ise Fransız kökenli Germen ırkından olan Normanlardır.
Türkçe, türetebilen güçlü dil
Türkçe, 10 bin yıllık tarihi, l milyon kök kelime ile dünyanın en eski ve köklü iki dilinden biridir. Dilimizi bozan İngilizce ise 500 yıllık tarihi ve kelime türetme ye­teneği olmayan yapısı ile zayıf bir dildir. Konu türetmek
138

TÜRKİYE'NİN SORUNU AŞAĞILIK DUYGUSUNDAN KAYNAKLANIYOR
Finans Dünyası Dergisi, Nisan 2002
Atatürk'ten bu yana Türkiye'de hedef lafı duyulmaz olmuştu. Forum İstanbul'da 21 yıllık bir hede­fin konulması Türkiye'de bir şeylerin değişeceğini göster­mektedir. Davos'ta düzenlenen toplantılara, ben de ara­nızda bulunan pek çok kişi gibi katılırım. Burada yapılan şahsi temaslarla dünya yönlendiriliyordu. Forum İstan-buFu Davos toplantılarından daha zevkli ve yararlı bul­dum.
Forum İstanbul, yelkensiz ve dümensiz bir gemi gibi sallanan gemiye yeni bir rota veriyor. Bu toplantılarla, Davos'ta olduğundan da öte sadece Türkiye değil, dünya yönlendirilebilir. Birkaç yıl içinde İstanbul, Davos'tan daha önemli hale gelecek.
Küreselleşme lafını en çok duyduğumuz ülke Tür­kiye. ABD'de küreselleşme sözünü hiç duymayız. Ancak, küreselleşme sadece ABD ve Avrupa'dan ibaret değil. Küreselleşeceksek, Asya'yı da, Afrika'daki yerlileri de samimiyetle düşünmek zorundayız.
Değişen koşullara göre değişen hedefler olmalı. Sadece bir tarafa yamanmak hedef olmamalı. Yakın tarihte ne zaman bir tarafa çok yamansak bunun cezasını çektik. Atatürk dünyanın bütünüyle ilgilenmiştir. Bunun üzerine
141

dille eğitim anayasaya, tevhidi tedrisat kanununa, dahası bilime aykırıdır. Atatürk zamanında olduğu gibi eğitim dilini Türkçe'ye çevirirsin. Özel okullar olsun. Ama ya­bancı dili ayrıca öğretmek kaydıyla. Özel okullar, daha iyi bilim adamı yetiştirmek iddiasıyla olsun. Fizikçi İngilizce öğretmekten ne anlar; İngilizce öğretmeni fizikten ne an­lar. Tüm dünyada yabancı dil öğretim, laboratuarı ve uz­manlarıyla özel bir alandır. Türkiye; IMF'den, Amerika ve AB'den bağımsız; tüm dünya ülkeleri ile bir denge politi­kasına dayalı program geliştirmeli. Türkiye için gerekli olan her şey yine Türkiye'de vardır. Yeter ki görmesini bilelim.
140

ATTİLA İLHAN'IN YÜZDE BİRİ OLABİLMEK..
Vestel VS Dergisi. Mart 2002

Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu...
Ya da Türk Aynştaynı...
Yale Üniversitesi tarihinin, hatta Batı'nın en genç yaşta profesör olmuş kişisi. Bilimin harika çocuğu... Pro­fesörlük unvanını aldığında yalnızca 26 yaşındaydı. İki defa Nobel'e aday gösterildi. Ödül almakla ilgilenmedi. Defalarca Nobel Akademisi' nin isteği üzerine Nobel'e adaylar gösterdi. Dünyanın sayısız yerinde buluşları ve kuramlarıyla ilgili konferanslar verdi. Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi'ne seçilen ilk ve tek Türk...
Şaşırdınız değil mi? Adını o kadar da sık duymadı­ğınız bir Türk'ün inanılmaz başarılarına...
Sinanoğlu bugün 67 yaşında. Bundan tam 49 yıl önce henüz 17 yaşındayken ABD'ye kimya mühendisliği okumak üzere gitti. Bakın ABD'ye gitme kararını alırken yaşadığı duyguları nasıl anlatıyor: "....Türk Bayrağı ve Atatürk karşımda, cam çerçeveli olduğu için bayrağın üs­tünde kendi yansımamı görüyorum. İçimden yemin ettim, "Gideceğim ve orada söz sahibi olacağım. Sonra dönüp onlarla Türkiye için mücadele edeceğim."
Yeminini de yerine getirdi Sinanoğlu. Önce Berkeley Kimya Mühendisliği'ni birincilikle bitirdi. Ar­dından Massachussets Institute of Technology'ye (MİT) burslu girdi. Master'ını yine birincilikle yedi ayda bitir-


siyaset yapmış ve fiilen uygulamıştır. Bunların bir kısmı Türkiye'de bilinmiyor. Küreselleşmede, hedef sadece AB'ye girmek olamaz. Dünyanın gereklerine göre kendi­mizi geliştirmek zorundayız. Eşitler arasında küreselleşme olur; aksi takdirde bir taraf zarar görür. Bilim ve teknikteki gelişme, insanların kafalarında yarattıkları fikirlerin üzeri­ne azimle gitmeleriyle gerçekleşir. Türkiye'nin sorunu faizleri ödememek değil. Bunlar gelip geçici olaylar. Ö-nemli olan yetişmiş insan gücü ve insanların kafalarındaki gönüllü gelişme. Türkiye'nin sorunu son 50 yıldır perçin­lenen aşağılık duygusundan kaynaklanıyor. Güvenmeyen insan yeni girişimlerde bulunamaz. Bu ise doğuştan kazanılamaz. Yaratıcı ruhta insanların gelişmesine yol açacak, gençlerin yetiştirilmesiyle olur. Böylelikle IMF'ye olan borçlarımız ödenir hale gelir.
Eğitim sistemini yeniden yaratmalıyız. Dünyada ha­
zırlık sınıfları, dershaneler yok. Bilim üreteceğiz, daha
sonra bütün insanların kardeşliğine dayanan bir küresel
dünya yaratılmasında önemli rol oynayabiliriz. Bunu bi­
liyorum ve müjdeler olsun diyorum.

142

oluyor?"diye sormaya gittik. Ancak 67 yıllık dolu dolu bir yaşamdan bu sayfalara bu kadarı sığdı...
Fulya Yaşa: Size "Türk Aynştaynı" diyorlar. Siz kendinizi böyle görüyor musunuz?
Oktay Sinanoğlu: Hiçbir zaman kimseyi taklit et­medim. Çok takdir ettiğim, hem dünyadan hem Türki­ye'den ilham aldığım insanlar oldu. Dünyada bazı bilim adamlarını pirimiz kabul ettim ve kısmet oldu bir çoğuyla da birlikte çalıştım, samimiyet kurdum. Aynştayn'a yeti­şemedim. Yanlış hatırlamıyorsam öldüğünde üniversiteye başlamıştım. Türkiye'de kimse bilmiyor, yıllarca dış ülke­lerde de bana böyle bir şey derlerdi. Bunun en önemli ne­deni matematiğe verdiğim önem ve kimyanın içine mate­matiği sokmam.
Fulya Yaşa: Evet, ilk kez bütün kimyayı matema­tikle kağıt üzerine döktünüz. Nereden çıktı matematik?
Oktay Sinanoğlu: Fizikte de temel bakış açısı o-laylara matematikseldir. Matematiği olmayan ilim boş laftan ibarettir. Zamanla bütün bilimlere matematik giri­yor. Bugün toplumbilime hatta hukuka bile matematik giriyor. Ben de bilimde ne yaptıysam matematik sayesinde yaptım. Daha lise öğrencisiyken kimyadaki bazı eksikler dikkatimi çekiyordu. Bir ekol bir tarafa, diğeri öbür tarafa takılmış. İki ayrı uzmanlık dalı gelişmiş, ikisinin de birbi­rinden haberi yok. Dedim ki öyle bir koordinat (konsayı) sistemi yazmalıyım ki onun öyle bakınca bulduğu, bunun böyle bakınca ayrı gibi gördükleri hepsi bundan çıksın. Bunu yaptım. Bundan sonra çorap söküğü gibi bütün kim­ya kağıt üzerinde çıkıyor.
145

di...Basardan birbirini izledi. Berkeley'e dönüp fiziksel kimyada doktorasını bir buçuk yılda bitirdi. Dünya bilim çevrelerinde adı saygıyla ve heyecanla karşılanıyordu. Ama onun aklı ve gönlü Türkiye'den hiç kopmadı. Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi ve TÜ­BiTAK'ın kuruluşlarında yer aldı; yabancıların derin oyu­nu yabancı dille eğitime karşı, Atatürk'ün yolunda Türkçe ile eğitim için savaştı (Bkz. "Bye-Bye Türkçe" kitabı O.Sınanoğlu, Otopsi Yayınlan, İst., 5. Baskı Nisan 2002).
Ancak dünya bilim çevrelerinde gördüğü ilgi ve desteği Türkiye'de yeterli düzeyde bulamadı. Ama gene de Türkiye için uğraşmaktan hiçbir zaman vazgeçmedi. Yıllar sonra Türkiye'de yaşadıklarını şu cümlelerle anlatı­yor; "Ben de zannediyorum ki, Türkiye'dekiler için firsa-tım. Öyle konular var ki; Rusya'sından Doğu Bloku'ndan Avrupalısına kadar dünyada herkes gelip Yale' de benden öğrenmiş. Ben ayaklarına gelmişim, yeni bir şey öğrenin, yapın. Yok. Özel ders açtık, yepyeni şeyleri dünyada ilk defa Türkiye'de Türkçe anlatıyorum. Alakası olmayan, insanlar geliyor, asıl gelmesi gerekenler yok!.."
Tüm bunlara rağmen vazgeçmiyor Prof Dr. Sinanoğlu. Hayatının hiçbir döneminde de pes etmediğini söylüyor. Hâlâ fikirlerini anlatıyor, her kesimden ve her yastan insanlarla bir araya geliyor, kitaplar yazıyor, plan­lar yapıyor. Bugün Türkiye'nin içinde bulunduğu durum­dan dolayı mutsuz.
Aslına bakarsanız Sinanoğlu' na; "Neden Türki­ye'den bilim adamları çıkmıyor, bilimde neden dünya ça­pında isimlerin duyuran Türklerin sayısı az, bize neler
144

dersi matematik bölümünde buldum. Kendi kendime "E-ğer bu matematiği öğrenirsen, çok zor dedikleri Dirac'ın (nicem fiziğinin asıl iskeletini oturtan bilim adamı) kitabı­nı roman gibi okursun." Dedim. Gittim o dersi aldım.
Fulya Yaşa: Üniversiteden tepki gelmedi mi?
Oktay Sinanoğlu: Kıyamet koptu. "Tamam" de­dim, "mecburi derslerin yıl sonu sınavlarına girerim." Ka­bul ettiler: Hâlâ notlarımı hatırlarım; 100 üzerinden 98 almıştım. Beş yaşımdan beri böyle bir huyum var. Kendi yolumu kendim bulmaya alıştım. Şimdi öğrenciler diyorlar ki, "Hocalarımız bunu anlatmıyor, sunu vermiyor." Ben de öyle derdim ama sonra akıllandım. İnsanlar hep bahane arar. Ne öğrenirsen kendin öğreneceksin.
Fulya Yaşa: Bu anlayış nedeniyle mi Türkiye 'de fazla bilim adamı yetişmiyor?
Oktay Sinanoğlu: Bu eğitim sisteminde bilim a-damı değil hiçbir şey olmaz.' Daha doğrusu çok sayıda olmaz, ancak tek tuk çıkar; onlar da kendi olağanüstü gay­retleriyle tüm engellemelere rağmen araştırma yapanlar. Herkes kendi yolunu kendi bulacak. Kafayı çalıştıracaksın. Zaten bir şeyi sorgulayıp da asıl soruyu sorduğunda işin yansını halletmişsindir.
Fulya Yaşa: Peki bilim adamı olmak için ne gibi yeteneklere sahip olmak gerekiyor?
Oktay Sinanoğlu: Bilim adamı olmak için iki şey lâzım. Birincisi: Merak. Daha fazlasını öğrenmek ve dü­şünmek için yanıp .tutuşan bir yanın olmalı. O da yetmez. Ama bu olursa, bir şeyler başardıkça kendine güvenin ar­tar. Türkiye'de insanların en önemli sorunu insanların kendilerine güvenlerinin olmaması. Bunu halletsek, ki en
147

Fulya Yaşa: Peki ama siz matematikle ilgili yal­nızca temel bir eğitim almıştınız. Üst düzeydeki matemati­ği nasıl arılayabildiniz?
Oktay Sinanoğlu: Ben temel eğitimimi Türki­ye'de aldım. O zaman doğru bir eğitim vardı. Ve hepsi Türkçe'ydi. Herkes düşünmeyi, sorgulamayı öğreniyordu. Ezberleme falan söz konusu değildi. Ben burada aldığım eğitimle en iyi üniversitelerde dışarıda birkaç yıl birden atladım. Eğitimimin çoğunu buradan aldım diğer kısmını da kendi kendime öğrendim.
Fulya Yaşa: Yani eğitiminizi kendiniz şekillendir­diniz.
Oktay Sinanoğlu: Tabii. Ne yapacağımı çok kü­çük yaşlardan itibaren biliyordum. Daha lise çağlarında 20 yıllık planımı yapmıştım. Hatta bu planımı 10 yılda ger­çekleştirdim, sonrasında 1-2 yıl "Şimdi ne yapacağım" diye bocaladım. Sonra beş yılda bir plan yapmaya başla­dım.
Fulya Yaşa: Hâlâ plan yapıyor musunuz?
Oktay Sinanoğlu: Yapıyorum ama eskisi gibi 20 yıllık planlar değil. Bana kalsa 100 yıllık planlar yaparım ama yaş izin vermiyor.
Fulya Yaşa: Peki, eğitiminizi kendinizin şekillen­dirdiğinizden söz ediyorduk.. Nasıl izin verdiler size?
Oktay Sinanoğlu: Bunu bilen pek yoktur ama ben çalıştığım pek çok konuyla ilgili ders almadım. Üniversi­tede zorluyorlar, "mecburi ders, al" diye. Ama baktım o derslerin matematiği falan fasarya, bunlarla bir şey olmaz. İşin ruhu yok yalnızca ezberleyeceksin. Ben de araştırdım. Doktora seviyesindeki derslere baktım. Sonunda istediğim
146

Bırakın Nobel'i ortada bir şey olsa... Kendi gayre­tiyle yapan birkaç kişi var.
Fulya Yaşa: Bugün bilimde kaç kuramda adını? geçiyor?
Oktay Sinanoğlu: Tam olarak bilemiyorum; say­madım. Başlattığım ve sonradan takipçilerinin çoğaldığı, en az on tanesinde ismim vardır.
Fulya Yaşa: Dünya çapında kabul edilmiş bir bi­lim adamısınız. Peki, Türk olmanız hiç sorun yaratmadı mı?
Oktay Sinanoğlu: Biri gidip de başka bir ülkede ancak belli bir yere kadar yükselebilir. Ne zaman ki sen tek başına başa güreşiyorsun, rakibin kalmıyor, o zaman başına gelmedik kalmaz. Aşağıya çekmek için her şeyi yaparlar ve o zaman da Türk olduğunu çok hatırlarlar.
Fulya Yaşa: Sizin Türk olduğunuzu çok hatırladı­lar mı?
Oktay Sinanoğlu: Hatırlamazlar mı... Gençler zannetmesinler ki oraya gidince hemen payeler veriyorlar Kolay değil. Ne yaptıysak söke söke yaptık. Başkaları bir yaptıysa biz 10 yaparak başardık.
Fulya Yaşa: Son olarak sormazsak olmaz, nedir bu Türkiye 'nin bunalımlardan (krizlerden) çıkamamasının nedeni? Sizin yorumunuz nedir?
Ciddi bir uyanış
Oktay Sinanoğlu: Türkiye'de bilim yok. Bilimin olmadığı yerde oyunlar, ayak kaydırmacılık çok olur. İn­sanlar birbiriyle uğraşırken iç ve dış düşmanlar ülkenin
149

zor iş, Türkiye'nin sorunu kalmaz, ikincisi, işin ruh ve gönül tarafı. Bu olmazsa ne kadar eğitim alırsan al, yurtdı­şına da gidersen git yalnızca mâli durumun ve mevki pe­şinde koşarsın; yaratıcı olamazsın.
Fulya Yaşa: İşin ödül yanına geçersek, iki kere Nobel'e aday gösterildiniz. Neden alamadınız?
Oktay Sinanoğlu: Bana yazıyorlardı bir sürü ev­rakı İsveç'e göndereceksin. Bin tane şeyle uğraşıyorum, Türkiye'ye gelip gidiyorum, yılda birkaç kere dünyayı dolaştığım oluyor. Bunların arasında "Evraklarla kim uğ­raşacak" derken geçti zaman. Ama tek neden de o değil. Bende bu tarz şeylere merak yoktu.
Fulya Yaşa: Bugün keşke meraklansaydım da No­bel alsaydım diyor musunuz?
Oktay Sinanoğlu: Hayır, hiç demiyorum. Benim bir şeyleri çözerken, anlarken, yaparken duyduğum haz yetiyor da artıyor bile. Okuldayken not düşünmedim ama en yüksek notlan aldım. Parayı hiç düşünmedim, bir şeyle­ri yaptıkça kendiliğinden geldi. İsveç'teki Kraliyet Kurulu belli kişi ve kuruluşlara arada bir resmi mektup yazıyor, "Bize aday göster" diyor. Bana da geliyor, bazı bilimcileri aday gösterdim.
Fulya Yaşa: Türkiye'de Nobel alabilecek kimse var mı?
Oktay Sinanoğlu: Edebiyatta yüzde yüz Nobel a-labilecek kişi Atillâ İlhan'dır. Gariptir ki basın-yayında bir iki kişinin bu konuda adı geçer ama onun adı geçmez. Dünya çapında Atillâ İlhan gibi adam bulunmaz.
Fulya Yaşa: Sizin alanınızda?
148

korkunç. Ayrıca doktoradan sonra belli bir dalda hem ça­lışmak hem de yenilikleri yerinde öğrenmek için doktora-üstü için gidilebilir. Bunlar ülkenin belirli hedefleri doğ­rultusunda olması gerekir. ("HEDEF' konusunda Bkz. "Hedef Türkiye" kitabı, O.Sinanoğlu, Otopsi Yayınlan, 2002) Bir ülkenin hedefleri olmazsa, insanlar ıvır zıvırla uğraşır; dışarıda mastır, doktora da, sadece ana baba konu komşuya hava atsın diye yapılır.
Acayip yerlere gitmek istiyorum
Fulya Yaşa: Bilimle ilgilenmeseydiniz ne olurdu­nuz?
Oktay Sinanoğlu: Attila İlhan'ın yüzde biri olma­ya çalışırdım.
Fulya Yaşa: Sizin bilim dışında da ilgili alanları­nız var. Yelkencilik gibi.. Nasıl zaman buluyordunuz?
Oktay Sinanoğlu: İnsan bir şeyde faal ise her yer­de faal olur. Yelkencilik yaptım, pilotluk yaptım. Helikop­ter pilotluğunu da öğrenmeye çalıştım. Baktım dengesiz bir âlet, hemen kaçtım. Şimdi sıcak hava balonunu dene­mek istiyorum.
Fulya Yaşa: Dünyada gezmediğiniz yer kaldı mı? Nerelere gitmek istersiniz?
Oktay Sinanoğlu: Artık herkesin gittiği yerlere değil acayip yerlere gitmek istiyorum. Yakutistan, Kırgı­zistan, Patagonya, Macellan Boğazı gibi yerlere gitmek için yanıp tutuşuyorum.
151

başına bir sürü çorap örerler. Ama ciddi bir uyanış başla­dı.
Fulya Yaşa: Nasıl bir uyanış?
Oktay Sinanoğlu: Ciddi bir uyanış. Halk en niha­yet kendisi uyutularak yapılan işleri fark etmeye başladı. Bu işler can acıtmaya başlayınca, milyonlarca kişi işsiz kalıp da cam yanınca bir takım gerçeklerin farkına vardı.
Beyin hammaddesi ihraç ediyoruz
Fulya Yaşa: Siz yıllarca yurtdışında da bulundu­nuz (gerçi gele gide hep Türkiye için uğraştınız). Bugün pek çok genç gerek okumak gerekse iş bulmak için yurtdı­şına gitmenin yolunu arıyor. Buna ne diyorsunuz?
Oktay Sinanoğlu: Genel olarak bir ülkede böyle bir şey oluyorsa, bu o ülkenin çözülmekte olduğunun alâ­metidir.
Fulya Yaşa: Beyinlerimiz göç ediyor...
Oktay Sinanoğlu: Beyin göçünü bir söyleşide de sormuşlardı. Ben de dedim ki; "Türkiye'de beyin yetiştirilmiyor ki göçü olsun. İkincisi Türkiye'den yetiş­miş beyin değil, beyin hammaddesi ihraç ediliyor." Bakın, öncelikle bir ülkede bilimin gelişmesi için master, doktora seviyesinde sahici araştırmanın gelişmesi lâzım. Çünkü bu yapılan araştırmalar ülkeye zenginlik katar. Öyle bir eği­tim sistemi olmalı ki master, doktora sonuna kadar burada yapılsın. Ama bazı -ülkelerde yepyeni dallar çıkar. Bu illâ ABD'de olacak değil; Fransa, Almanya, Rusya, Japonya, hattâ Çin'de olabilir.. Gidilir öğrenilir. Ama burada olma­dığı için hepsinin dışarı gitmesi ve bunun teşvik edilmesi
150

de Türk kültürüne yönelik bir aşinalık kazandıran da o. Kimi zaman da Pasifik'te yelken basarken görebilirsiniz kendisini. Pek çok Amerikalının ayak basmadığı kıyılara, üstelik ölümü bile göze alarak gidip gelmişliği, okyanus dalgalarıyla boğuşmuşluğu vardır. Uçuş sertifikası derse­niz, iki üniversite arasındaki derslere veya ders bitiminde evine kendi kullandığı uçakla gidip gelebilecek kadar da usta bir serüvenci. İlkokul öğretmeni, yazdığı romanı ken­disine uzatan bu "san civciv" i biraz ciddiye alsa ve "Roman kırkından sonra yazılır" gibi akla ziyan bir laf etmese, belki de Türkiye'nin en ünlü romancılarından biri olacaktı. Her ne kadar kendisi romancı olamadı ama bir büyük bilimadamı olarak onun "roman"ı yazıldı: Türk Aynştayn'ı.
Kitabı Hazırlayan Emine Çaykara: "Böyle adam az var"
Sefa Kaplan: "Türk Aynştaynı" projesi nasıl doğdu, nasıl gelişti?
Emine Çaykara: Tempo Dergisi'nden çalışırken, Oktay Sinanoğlu ile bir söyleşi yapmıştım (1998). Dünya­da nev-i şahsına münhasır, takma akıl yerine kendi aklına başvuran, düşünen, araştıran, bilgiyi önemseyen insan sa­yısı ne yazık ki az. Uluslararası bilim dünyasında kendini çoktan kabul ettirmiş Oktay Sinanoğlu'nun böyle biri ol­duğu açıktı. 1999'da Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları Nehir Söyleşiler Dizisi doğdu ve Mürşit Balabanlılar'a Ok­tay Sinanoğlu'nun bu dizide yer alması gerektiğini söyle-
153

KATILDIĞIM O TOPLANTILARDA BİR SÜRÜ DERİN ADAM VAR
Hürriyet, 4.11.2001
Dünyanın her tarafında yeni dünya düzen­ci, küresel kraliyetçi takımına karşı bir is­yan başlamıştır. Türkiye'de küreselciyiz diyenlerin dünyadan haberi yok. Küresel­leşme koca bir yalan.
Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu
Türk Eİnstein'ı
Esin Afşar kamuoyu tarafından fazlaca tanınıyorsa, o zaman kendisini "Esin Afşar'ın ağabeyi" diye tanıtıyor­lardı eşe-dosta; yok eğer, o günlerde ülke kamuoyunda onun ismi öne çıkmışsa, bu kez Esin Afşar, "Oktay Sinanoğlu'nun kardeşi" diye takdim ediliyordu. Kolay de­ğildi elbette ABD'nin "demir leblebi" üniversitelerinden Yale'de 26 yaşında profesör olmak. Arkasından da hem Yale'de, hem de Harvard'da ders vermek. Kolay olmayan bir başka şey de kimyada olduğu kadar, matematikte, fi­zikte, moleküler biyolojide de dünyanın en iyisi olmaktı elbette. Prof Oktay Sinanoğlu, bunu da başarmış bir isim. Ama bu kadarla sınırlı değil Sinanoğlu'nun ufku. Japon sarayında saz çalarak, Barış Manço'dan çok önce bu ülke-
152

ülkeyi köleleştirip ortadan kaldırmak için bilinen ve uygu­lanan bir yöntem var: O ülkenin dilini yok etmek. Bir mil­letin dili nasıl unutturulur? Bunun neredeyse ders kitapla­rına girmiş tek bir yöntemi var: Bir ülkede, yabancı dille eğitimi ana okulundan başlatırsan, bir veya bir buçuk nesil sonra o dili unutturabilirsin. Atatürk Türkiyesi'nde İngiliz­ce eğitim yapan bir tane Türk okulu yoktu.
Sefa Kaplan: Siz yabancı dil öğretilmesine değil, yabancı dille eğitim yapılmasına karşısınız...
Oktay Sinanoğlu: Her gittiğim ülkenin dilini biraz öğrenip o dilde bilimsel konuşma yapmış biriyim ben. Dil öğrenilmesine neden karşı olayım. Yabancı dille eğitim başka, o bir ülkeye yapılabilecek en büyük kötülüktür, i-hanettir. Bunu ne kadar mahsurlu olduğu üzerine yazılmış tonlarca kitap vardır dışarıda. Hem kimliğini kaybedersin, hem de hiçbir şey öğrenemezsin.
Sefa Kaplan: Peki herkesi uyutarak mı yaptılar bu işi?
Oktay Sinanoğlu: Bu yutturuldu Türkiye'ye. Bü­tün sömürgelerde aynı iş yapılmıştır. Her sömürgeci, "dünya dili" diye kendi dilini yutturmaya kalkar. Gidin Tunus'ta, Cezayir'de sorun. Onlar da Fransızca'yı dünya dili sanırlar. Eski Sovyetler'de de dünya dili olarak Rusça bilinirdi. Güney Amerika'ya gittiğiniz zaman İspanyolca'­dır bu. Yani dünya dilinin İngilizce olduğu sözü bir palav­radır. 1953'ten beri millete yutturulan budur. Böylece dün­yanın en itibarsız, en sıfırı bol ülkesi haline getirildik.
Sefa Kaplan: YÖK'ün de bu planın bir parçası olduğunu söylüyorsunuz kitapta...
155

diğimde, öneri kabul edildi. Sonra Oktay Bey projeyi ka­bul etti ve derken söyleşilere başladık.
Sefa Kaplan: Söyleşiler ne kadar sürdü, söyleşiler sırasında sizi en fazla zorlayan ne oldu?
Emine Çaykara: Söyleşiler sekiz ay gibi kısa bir sürede bitti, üstelik araya Sinanoğlu'nun ABD ziyaretleri, Anadolu konuşmaları girmesine rağmen. Haftada en az iki gün, çoğu zaman daha fazla ve neredeyse tam gün söyleşi yaptık. Söyleşiler sırasında beni zorlayan bir şey olmadı, belki söyleşi dışı sohbetlerimiz süreyi uzattı ama bu soh­betler de 'dahi bir bilim adamının yorumlarını içerdiği için bana çok zenginlik kattı.
Sefa Kaplan: Bu tür kitaplar yeni yeni deneniyor Türkiye'de. Sizce ne gibi faydası olacak bu tür kitapların?
Emine Çaykara: Sivil, sözlü tarih çok önemli. Bir kişinin geçmişi, çoğu zaman bir toplumun göremediğimiz yanlarını anlamaya yaradığı gibi, aynası da olabiliyor. Ve bu tür kitaplar, yeterince titizse eğer, çok önemli bir belge niteliği taşıyor tabii. Soru-cevap şeklinde olması hem oku­yana kolaylık sağlıyor, hem de düz bir şekilde anılarını yazan birisinin unuttuğu, atladığı konuların en aza indir­genmesine yol açıyor.
Sefa Kaplan: Kitabı okuyup bitirince, şöyle bir manzara çıkıyor ortaya. İngilizler'le Amerikalılar işi gücü bırakmışlar; Türkiye, Türkçe ve Türk kültürü ile uğraşı­yorlar. Siz o kadar yıl ABD'ye yaşadınız. Gerçekten böyle mi bu?
Oktay Sinanoğlu: Tabii öyle. Üstelik sadece Tür­kiye ile uğraşmıyorlar. Ayaklarına bağ olarak gördükleri her devletle uğraşıyorlar. Tarihte Romalılar'dan beri bir
154

Herkesin dilinde, "Yakında büyük bir olay olabilir ve bundan üçüncü dünya harbi bile çıkabilir'' lafı vardı. An­kara'ya geldik, bu olay oldu. Bunu görmemek mümkün mü?
Sefa Kaplan: Kim yaptı o zaman bu işi?
Oktay Sinanoğlu: Bir-iki milyon insan dünyayı idare edebilmek için her şeyi yapıyor. Küreselcilik bu ma­nadadır ama Türkiye'de başka türlü yutturulmuştur. Batı dilinden, ulusal egemenliğinden, ulus-devletinden vazgeçti diye yutturulmuştur. Böyle bir şey yok.
Sefa Kaplan: Sizin ABD'ye yönelik eleştirilerinizi Amerikalılar biliyor mu?
Oktay Sinanoğlu: Herhalde biliyorlardır. Onların kulağı deliktir.
Sefa Kaplan: Peki hiç rahatsız olmuyorlar mı?
Oktay Sinanoğlu: Ben bunları açıktan söyleme­dim ama yine de başımıza bin türlü bela geldi.
Sefa Kaplan: Ama isteselerdi ortadan kaldırırlar­dı herhalde.
Oktay Sinanoğlu: Kaldırırlardı elbette ama kimse dinlemiyor diye ilgilenmediler herhalde. Ayrıca Kennedy'-ler dahil küreselcilere karşı çıkan dünya kadar insanı temiz­lediler. Malcolm X filan dahil 35 kişi gitti benim bildiğim. Başımıza gelen şeylerin hepsini kitapta anlatmadık elbette, bunları geçelim dedik. Üstelik sadece Amerika'da değil, Türkiye'de de, Rusya'da da çok bela geldi başımıza.
Sefa Kaplan: Ama bütün bunlara rağmen ABD'yi terketmediniz, orada kaldınız...
Oktay Sinanoğlu: Nereye gideceğiz? Türkiye'de zaten istemiyorlar. Dünya üniversiteleri havada kapıyor
157

Oktay Sinanoğlu: YÖk üniversitelerde araştırma­yı bitirtmek ve bütün üniversiteleri İngilizce eğitime ge­çirtmek için kurdurulmuştur. Anadolu üniversitelerinde araştırma yapmakta direnen insanların da başına gelmedik kalmaz, yardımcı doçentlikten yukarı çıkartılmazlar. Hele bir de Türkçe bilimsel yayın yapmaya kalkarlarsa, ceza­landırılırlar adeta. Bu Kemal Gürüz meselesi filan da de­ğildir. Kemal Gürüz oraya bu görevle konmuş birisidir.
Sefa Kaplan: Batılılar'ın Türk adını tarihten sil­meyi amaçladığına ilişkin tezleriniz de var...
Oktay Sinanoğlu: Bütün Batı'da Haçlı kafası var­dır. Ben yıllardır hepsini tanıyorum. En insancıl, en hoşgö­rülü görüneni biraz kurcalayın, altından Haçlı zihniyeti çıkar.
Sefa Kaplan: Samuel Huntington'un 'Medeniyetler Savaşı' tezi haklı mı yani?
Oktay Sinanoğlu: Huntington kim? Huntington'a devlet yazdırdı o kitabı. Amaç kamuoyu oluşturmak. Ora­daki basın-yayın da buna teşnedir. Önce düşman yaratırlar, sonra da bugün olduğu gibi gidip tepesine binerler. Bunu dünyada herkes anladı artık.
Sefa Kaplan: Nasıl yani, Afganistan'a yönelik ha­rekâtın terörle alakası yok mu diyorsunuz...
Oktay Sinanoğlu: 11 Eylül'de ben Ankara'ya gel­dim. Nereden geldim? Avrupa'da üç ülkede yapılan bin kişilik bir toplantıdan. Uluslararası Gençlik, Eğitim ve Kü­reselleşme toplantısı. İsviçre, Almanya ve İtalya'da yapıl­dı. Avrupalı bin bilim adamı katıldı. Bu toplantılarda bir sürü 'derin' adam var. Orada herkes bir telâş içindeydi. Ne zaman oluyor bu? 11 Eylül'den bir hafta evvel oluyor.
156

UĞRAŞMADI KENDİLİĞİNDEN PROFESÖR OLDU
Sabah gazetesi, 4 Kasım 2001
Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu, dünya çapında bir bilimadamı. Kimya, fîzik ve moleküler biyoloji alanların­da bir dahi. Yale'de, Harvard'da ders veren Sinanoğlu, beş yaşından beri dünya ve Türkiye meselelerine kafa yoruyor. 1960'da Yale Üniversitesi'nde dünyanın en genç profesö­rü olan Oktay Sinanoğlu, Kimya, fizik ve moleküler biyo­loji konularında çok önemli kuramlar bulan, iki kere No-bel'e aday gösterilen, uluslararası alanda önemli birçok ödül kazanan son derece değerli bir bilim adamı. Uzun yıllar Harvard dahil birçok üniversitede ders veren, sayısız seminerde konuşma yapan Sinanoğlu, bilim adamlığının yanı sıra yelkenciliğe ve pilotluğa da meraklı.İş Bankası Yayınları'ndan çıkan, Emine Çaykara imzalı "Türk Aynştaynı" adlı kitapla da dahinin biyografisi yayımlandı.
Mutlu Tönbekici: 26 yaşında profesör oldunuz, ha­yatınıza bu kadar çok ödül, bu kadar kuram sığdırdınız... Bir dahi olduğunuzu düşünüyor musunuz?
Oktay Sinanoğlu: Bu işlere hiç aldırdığım yok, pro­fesör olayım diye de uğraşmadım, kendi kendine oldu. Sorgulamaya başlayınca her şey oluyor:
Mutlu Tönbekici: Başarınızın sırrı nedir?
Oktay Sinanoğlu: "Neden" diyorsun ve gerisi geli­yor. Bilim adamı nedir ki zaten? Sorgulayan ve çözümü de
159

beni, burada beni kaçırtmak için ellerinden geleni yapıyor­lar. Çünkü üniversitelerin İngilizce eğitim yapmasına karşı çıkıyorum ben. Türkiye'yi saptırıp kafaları karıştırmışlar.
Sefa Kaplan: Peki ama lam veya kimler yapıyor bunu?
Oktay Sinanoğlu: Efendim, Amerika'nın Psikolo­jik Savaş Dairesi vardır. Psikolojik Savaş Üniversitesi vardır. Buralarda, ülkelerin topsuz-tüfeksiz nasıl fethedile­ceği anlatılır.
Sefa Kaplan: Bir taraftan bunları yapıyorlar ama bir taraftan sizi yüksek maaşlarla en önemli üniversitele­rinde tutuyorlar, araştırmalarınız için kredi imkânları tanıyorlar: Bir çelişki yok mu burada?
Oktay Sinanoğlu: Bunlar eskidendi. Türkçe mese­lesinde faaliyete geçer geçmez birtakım zorluklar çıkma­ya, bazı kapılar yüzümüze kapatılmaya başlandı. Ben bir de bir sahada kapı kapatıldığı zaman, diğer sahada iyi işler yapıyordum. Matematik kapısı kapanınca, moleküler biyo­lojide kitaplara geçen teoriler çıkartıyordum. Sonra başka bir taraf. Böyle böyle idare ettik. Kolay olmadı tabii.
158

kah bile bilir. İstikrarsızlaşma politikası vardır: Dediğimi­zi yapmadı mı, hemen o ülkenin istikrarını bozalım... Meksika'da Honduras'ta Filipinler'de hep aynı şeyler ya­pılmıştır. Türkiye'de de olacak diyordum, aynen oldu.
Mutlu Tönbekici: Neye dayanarak söylüyordunuz?
Oktay Sinanoğlu: Olaylar matematiksel olarak gi­diyor. İstikran bozacak şekilde nasıl kurarsın bir ülkeyi? Tahterevalli hükümeti kurarsın. Ağırlık bir tarafta toplan-mışsa onu oynatmak çok zordur. Ama eşit ağırlıklar ko­yarsan bir nefeste denge bozulur, hükümet düşer.
Mutlu Tönbekici: Kim niye yapıyor bu oyunları?
Oktay Sinanoğlu: Bu oyunları Amerika, Almanya falanda yapmıyor aslında. Dünya Kraliyetçileri yapıyor... Büyük bankerler. Birçok ülkeyi bunlar idare eder. Beş, altı büyük şirket dünyayı yönetmeye 200 yıl önce karar ver­mişler. Bir iki milyon insan dışındakiler işe yaramaz ah­maklardır, savaşlar bizim için kazançlıdır,milyonlarca in sanın ölmesi de önemli değildir demişlerdir.
Mutlu Tönbekici: Kuleleri onlar mı vurdu?
Oktay Sinanoğlu: Önce düşmanı yarattılar. Sovyet­ler dağıldı, kızıl düşman bitti, yeşil düşman başladı diye 91 yılında ilan ettiler. İslam eşittir fundamentalist, eşittir terörist. Türkiye'de olanları gördük. Hizbullah hep bu teo­riyi güçlendirmek için yaratıldı.
Mutlu Tönbekici: Amerika'da bulunarak bu oyunun bir parçası olduğunuzu hiç düşünmediniz mi?
Oktay Sinanoğlu: Ben Amerika'ya yemin ederek gittim. Orada söz sahibi olursam daha iyi mücadele ederim demiştim,o yemini hala unutmadım.
161

bulan kişi. Yoksa bizdeki gibi palavradan şişirilen adam demek değil.
Mutlu Tönbekici: Bütün bu uğraşlardan sonra ha­yatin anlamı üzerinde ne düşünüyorsunuz?
Oktay Sinanoğlu: Bilim aşkı var bir kere. Bilime kafan çalışıyorsa her şeye çalışır, çalışmıyorsa hiçbir şeye çalışmaz.Ikincisi de dünyada her insanın haysiyetli yaşa­ma hakkına inanıyorum. Köle gibi yaşıyorsan, bu bana terstir. İnsanları bu konuda bilinçlendirmek gerekiyor.
Mutlu Tönbekici: Türkiye'ye dönme sebebiniz bu mu?
Oktay Sinanoğlu: Ben bu memleketi seviyorum. Bi­lim etkinlikleriyle beraber, kırk yıldır uğraştığım, yabancı dille eğitimi durdurmak, dolayısıyla Türkçe'nin, Türk adı­nın tarihten silinmesini önlemek savaşına iyice yüklenmek istiyordum.
Mutlu Tönbekici: Ne umdunuz, ne buldunuz?
Oktay Sinanoğlu: Bir şey yapmak istediğinde zor­luklarla karşılaşacağımı biliyordum ama ne kadar yol al­sak kardır diyordum... Önünü tıkıyorlar duruyorsun, başka yerden yürüyorsun. Şahsımla ilgisi yok engellenmelerin. Sonradan anladım...
Dünyanın oyunu
Mutlu Tönbekici: Kitabınızda sürekli olarak Batı ülkelerinin oyunlarından söz ediyorsunuz... Nedir bu o-yun?
Oktay Sinanoğlu: Bir ülkeyi her zaman topla tüfek­le ele geçireceksin diye bir şey. Bugün en sıradan Ameri-
160

gidiyor, Türkiye'nin dilinin Türkçe olduğu gidiyor, araya mahsus bir madde sıkıştırıyorlar. Milletvekili maaşları! Millet oyalansın diye.
Sömürgelerde olur ancak İngilizce eğitim dili Se­neler önce yazdık, önce Türkçe gider ardından da Türkiye diye. Yabancı dil öğrenmek ayrı, eğitimi yabancı dille yapmak ayrı. Düpedüz ihanettir bu. Yabancı sermaye ge­lecekmiş dediler. Bir tek hamburger geldi.
163

Mutlu Tönbekici: Çözüm var mı?
Oktay Sinanoğlu: Var tabii. Bunlar güçlerini gizli­likten alırlar. Gizlilik bitti mi biter. Tüm dünyada isyan başladı. Çok ciddi bir şey. Artık herkes farkında küresel­leşmenin hakiki anlamının
Araştırma yoksa sanayi de olmaz
Türkiye krizini iki günde yaptılar. Ben Özal'ın koymuş olduğu iktisada muz iktisadı diyordum. Özal'a kadar yerli sanayiyi iyi kötü teşvik ettiler. Bayağı bir ge­lişme vardı, üniversitelerde bir takım araştırmalar yapılı­yordu. 12 Eylül'den sonra sanayi şak diye durduruldu. Sonra YÖK kurdurulup üniversitelerde araştırma geliştir­me durduruldu. Üniversitede araştırma yoksa, sanayi de olmaz.
Türkiye'de kimse bir şeyi hesap etmiyor. Batılının bizden bir şey almaya ihtiyacı yok. İki'günde batırabilece-ğin bir iktisat kuruluyor. Kimse de hala hortumlanan ban­kalardan 80 milyar dolar nerede diye sormuyor. Saklaya-mazsın ki bu kadar büyük parayı. Kimse parayı getir diyemiyor. Böyle kanun mu olur?
Amerika'da banka batarsa paran batar. Burada ise, devlet bütün mevduat sahiplerinin parasını ödediği gibi bankanın başka borçlarını da ödüyor. Dünyanın hiçbir yerinde yok. Tezgah bu. Bu suretle tütün parasını alıp gö­türdüler, çünkü Türkiye'yi tasfiye ediyorlar. Bu arada halk uyutuluyor.
Mesela anayasa durup dururken değiştiriliyor. Çünkü bir yerden dediler değişir diye. Ulusal egemenlik
162

O gün yemin ettim ve...
Derya Sazak: Nasıl?
Oktay Sinanoğlu: 'Bye - Bye Türkçe' kitabında anlatıyorum. Romalılar fethettikleri yerlerin dilini Latin-leştirmiş. Bir iki nesil sonra insanlar dilini unutuyor. Dün­ya dili Latince olmuş. İngilizler de bunu yaptı. Türkiye'de de 1953'ten sonra yabancı dil eğitimi veren kolejler yoluy­la yapılmak istenen budur.
Derya Sazak: Siz de TED Ankara Koleji 'nden me­zun olup, Amerika 'ya gitmediniz mi?
Oktay Sinanoğlu: Emine Çaykara'nın 'Türk Aynştaynı' adlı kitabında bunun öyküsünü anlatıyorum. Aklım fikrim Ankara Fen Fakültesi'ndeydi. Türk Eğitim Derneği'nin başkanı Mümtaz Tarhan bizi odasına çağırdı. Dedi ki; seni Amerika'ya göndermeyi düşünüyoruz. Arka­sında camekanlı Atatürk resmi ve Türk bayrağı var ben de öyle oturmuşum. Atatürk karşımda cam çerçeveli olduğu için bayrağın üstünde kendi yansımamı görüyorum. O za­man anlamıştım ki burada kalırsam 'Amerika'nın kölesi' olurum, oraya gidersem 'Amerika'nın efendisi' olup bura­da onlarla daha rahat mücadele ederim. Ve işte bizi gön­derdiler.
Atatürk Hm, biz kimi
Derya Sazak: Peki çerçeveye vuran görüntü ney­di, kendinizi Atatürk gibi mi görüyorsunuz?
165

TÜRKİYE HIZLA SÖMÜRGELEŞİYOR
Milliyet, 8 Nisan 2002

Derya Sazak: Bilgisayar ve matematiği öğren, her sahada ilerlersin diyorsunuz. Toplantılarda bunu mu anla­tıyorsunuz yoksa siyaset mi yapıyorsunuz?
Oktay Sinanoğlu: Siyasetle ilgisi yok, beni yıl­lardır Türkiye'nin her yanından çeşitli kesimler çağırır, konuşma yap diye. Bir kuralım vardır. Sağcı mı solcu mu diye sormam. Türkiye bu ayrışmaların zararını gördü. 1950 - 60'lara kadar böyle bir şey yoktu, herkes Atatürk yolunda gidiyordu. Yaşanan ayrışma bence dış kaynaklı.
Derya Sazak: Kim yapıyor bunu?
Oktay Sinanoğlu: ABD. Her şeyin sahtesini kur­muştur, içeriğini boşaltmıştır. Mesela sol'u tek kelimeye indirgemiştir, anti - faşist. Milliyetçileri tek kelimeye in­dirgemiştir anti - komünist ve birer kelimeyle birbirine düşürmüştür. Türk dilinin dış kaynaklı olarak yok edilmesi de tarihin en eski oyunlarından.
164

kaygım Türkiye'ye dönük, Atatürk'ün kurduğu Cumhuri­yet'in sömürgeleşmeye gittiğini görüyorum.
MHP'ye Yakın mısınız?
Derya Sazak: Amerika 'ya tepkilisiniz?
Oktay Sinanoğlu: Amerika'ya karşı bir düşmanlı­ğım yok ama ABD'de devletin içinde bir kesim zaten ona 'şirket' derler biliyorsunuz. Amerika'nın kendi ahalisi bile bunların yaptıklarını duyunca 'yok canım' diye şaşırır ka­lırlar.
Derya Sazak: Kendinizi hangi partiye daha yakın hissediyorsunuz, MHP ile bağınız var mı?
Oktay Sinanoğlu: Yok canım, sen de Allah aşkı­na... Şimdi bizi Anadolu'ya konferans vermeye çağırdıkla­rında, falan parti mi, dinci kesim mi diye sormuyorum bi­le. Etnik metnik, ben Türkiye'de sahte olarak çıkarılmış bu ayrılıklara karşıyım.
Kitabım Harry Potter'la yanşıyor
Derya Sazak: 'Türk Aynştaynı' olarak tanınıyor­sunuz, internette 26 yaşındayken Yale'den aldığınız en genç profesörlük tartışılıyor. Son kitabınız 'Hedef Türki­ye' hayli ilgi uyandırdı. Neden Türkiye hedefte?
Oktay Sinanoğlu: 'Hedef Türkiye' çift anlamlı; Batı'nın Türkiye üzerindeki hedefleri ve bizim Türkiye için hedeflerimiz ne olmalı; ikisi de var.
Derya Sazak: 2023 Türkiye'sinin tartışıldığı İs­tanbul Forumu 'nda AB hedefine neden karşı çıktınız?
167

Oktay Sinanoğlu: Hayır canım, estağfurullah. A-tatürk kim biz kim? Hayır Atatürk ve Türk bayrağında or­tak bir Atatürk ruhuyla kendimi özleştiriyorum.
Derya Sazak: ABD'de hızla ilerlediniz, Berkley, MİT, Yale derken 26 yaşında en genç profesör oldunuz... Sonraki yıllarda moleküler kimyada ödüller geldi, çalış­malarınız Nobel ölçeğinde görüldü. Korktuğunuz başınıza gelmemiş...
Oktay Sinanoğlu: Tersine, Yale'de en genç profe­sörlük unvanını alınca bütün dünya gazeteleri yazdı. Bilim dünyasında bize takılırlardı, 'Türk Aynştaynı' diye, o za­manlarda çalışınca saçlar havaya arlardı falan.... Neyse, dünya basını bizden bahsetmeye başlayınca Türkiye'ye de bulaştı.
Kültürümüzü sahiplenelim
Derya Sazak: Türklük kavramı dış dünyaya karşı bir tür korunma mı? Oysa siz zaten bilimsel alanda başa­rılısınız ve hızla yükseliyorsunuz. Tepkiniz ırkçılık içermiyor mu?
Oktay Sinanoğlu: Hayır efendim, her ülkede gö­rüyoruz ki, herkes önce kendi kültürüne, diline, kimliğine sahip çıkıyor.
Derya Sazak: Türk olmanız neyi engelledi?
Oktay Sinanoğlu: Uzun müddet hiçbir olumsuz­luk sergilenmedi, yalnız en başa güreştiğin zaman - ben güreşmedim de kendiliğinden öyle oluyordu - iş karışıyor. Çünkü o zaman senin Türk olduğunu hatırlıyorlar. Benim
166

ama her ülkede bir şemsiye dili var ve resmi dil çoğunlu­ğun anadilidir. Ha bunu yok edersen bir kere ülkenin bü­tünlüğü gider. Onun için Kürtçe konuşursa konuşur ne ya­palım ama eğitim dili resmi dil Türkçe olur.
Dış siyasettiniz sadece yalvarmak
Derya Sazak: Küreselleşmeye nasıl bakıyorsunuz?
Oktay Sinanoğlu: Küreselleşme, eşitlik eşitler a-rasmda olur. Eğer taraflardan birisi her şeyinden vazgeçi­yor öbürü ise her şeyini sana dayatıyorsa o zaman biri köle olur, öteki de onun efendisi...
Derya Sazak: AB 'ye niye karşısınız?
Oktay Sinanoğlu: Türkiye'yi yıllarca körü körüne önce Amerika'ya yamamaya çalıştılar, şimdi de Avru­pa'ya itmeye çalışıyorlar. Ne yazık ki son 50 senedir Tür­kiye'nin dış siyaseti Amerika'ya, Avrupa'ya yalvarmaktan ibarettir.
Türkiye, gençleri değerlendirmeli
Derya Sazak: Türkiye 'nin harekete geçirebileceği kaynaklar var mı?
Oktay Sinanoğlu: En büyük kaynağımız insan. Şimdi bizde bu kadar genç nüfus var falan diyoruz ne olu­yor, hepsi gittikçe ezber kafalı, düşünemez, top pop genç­ler haline getiriliyor. Bu kaynak tamamıyla israf ediliyor, yakında da yaşlanacak hepsi, bir kısmı da alkolik olacak; çünkü en çok bira tüketimi Türkiye'de. İnsan gücünü
169

Oktay Sinanoğlu: Bir yavru kuş anasını kaybeder, sonra aman yeni bir ana bulsam diye dolanır... Türkiye bu halde, son elli senedir aşağılık duygusu var. Atatürk 'Türk övün, çalış, güven' demiş. Atatürk dönemini yaşamadım ama ben liseyi bitirirken o ruh hala vardı. Belki de o ruhla yetişmiş son nesiliz.
Her kesimden davet var
Derya Sazak: O ruh ne zaman kayboldu?
Oktay Sinanoğlu: 1950'lerden sonra ama 1980'-lerde iyice hızlandı son 5-10 yılda tamamıyla bir toplum- sal Çöküş haline geldi. Ülkenin dört bir yanında ahaliyle haşır neşir olup bunu gözlüyoruz.
Derya Sazak: Kim çağırıyor hocam sizi?
Vallahi her türlü insan çağırıyor, bu yeni değil, ki­taplar çıktı ya bizimki de Harry Potter'la yarışıyor.
Derya Sazak: Siyasi bir kişilik değilsiniz, bu ilgi neden?
Oktay Sinanoğlu: Bu işlerle 40 yıldır uğraşıyo­rum, hatta lisede başladık, yabancı gazeteler falan da ya­zar. Aslında toplumsal uğraşılar da bir çeşit matematiktir.
Eğitim dili hep Türkçe olmalı...
Derya Sazak: Kürtçe 'ye nasıl bakıyorsunuz?
Oktay Sinanoğlu: Efendim şimdi insanlara öyle baskılar falan tabii hoş değil ama bir de şu var: Bugün İs­panya'yı bıraksan hemen pat diye S tane devlete ayrılır. Fransa öyle olur. Dolayısıyla böyle değişik etnik diller var
168

YENİDEN ULUSAL KURTULUŞA Oktay Akbal
Cumhuriyet, 29 Ocak 2002
Emin Değer "Hukuk yok" diyordu! Üzüntüsünü dile getiriyordu...Hiçbir şey kanıtlanmamıştı, hiçbir şey aydın­latılmamıştı...Hukukçular, yazarlar, gazeteciler ne kadar uğraşsalar da boştu, sonuçsuzdu. Hukuk sözcüğü her gün dillereydi, yazılardaydı, ama kendisi yoktu!
Antalya Belediyesi' nin Uğur Mumcu anısına düzen­lediği toplantıdaydık. Seçkin bir kurul, Uğur Mumcu adına ödüllendirmişti beş kişiyi...Aydınlanma yolunda çaba har­cayan, Kemalist ilkeleri savunanları...Bilim dalında, Prof. Dr. Server Tanilli ile Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu'nu ; Hu­kuk dalında Avukat ve Yazar Emin Değer'i; Gazetecilik dalında Ankara Büromuzdan Işık Kansu'yu; bir de kültür alanında bu satırların yazarını.:.
Büyük bir kalabalık vardı Mumcu etkinlik gecesin­de.. Çoğunluğu gençler... Yağmurlu, soğuk Antalya gece­sinde koşup gelmişlerdi. Coşkuluydular, adlarım duyduk­ları kişileri dinlemek, içlerindeki özlemleri yaşamak, ya­şatmak istiyorlardı. Onlara güzel umutlar vermek, içinde çırpındığımız bataklıklardan kısa sürede çıkacağımız inan­cını vermek... 'Hukuk yok' diyordu ünlü hukuk adamı. Hukuk savaşının bir öncüsü böyle diyorsa ne yapmalıy­dık? Önce hukuk çizgisine çağırmalıydık... Kimleri? En baştakileri, yöneticileri; ülkenin onurla, gururla, inançla yaşatılmasının baş koşuluydu bu, hukuk düzeni... Demok-
171

herakete geçir, eğitimini güncelleştir, bilgisayar ekle, tarzancadan vazgeç bomba gibi bir nesil gelir.
Bİzi AB'ye falan alacakları yok!
Derya Sazak: Türkiye 'nin Avrupa 'da yer alması denge sağlamaz mı?
Oktay Sinanoğlu: Türkiye 1947'den beri ABD'nin malı gibi; AB buna rakip olarak kurulmuşsa ABD niye bizi vermek istesin? Bu bir dümen, AB'ye ala­cakları yok zaten. AB ve IMF'yi bahane edip, bir sürü da­yatmayla ülkeyi bu hale getirdiler. 11 Eylül'den sonra Bin Ladin'i bulamadılar, çünkü kendi adamlarıydı. ABD ba­haneyle Asya'da üsler kurdu. Körfez Savaşı'nda da Orta­doğu'ya girdi, askerleri çıkmıyor. Şimdi de Irak bahane­siyle işi bitirecek.
170

çıkarlar hesabı içinde vatanın geleceğini duşünemeyen, daha da acısı vurdumduymaz kalabalıklar oluşturulmuş­tur... Şimdi yapılacak iş, hızla bu toplumun yeniden kay­naşmasına, bilinçlenmesine, vatanını, milletini kendisin­den önce düşünen insanların çoğalmasına önayak olmak­tır. Türkiye'yi tekrar Kuvayı Milliye ruhu, Atatürk ruhu kurtaracaktır."
Cumhuriyetimizin 79. yılında onurlu, aydınlık yarın­lara doğru...
173

rasi varsa, olacaksa, istiyorsak çare hukuka inanmaktı, bağlanmaktı. "Türkiye'de hukuk" yoksa...İlk iş onu kur­tarmaktı.
Tanilli'nin gönderdiği bildirge ile genç arkadaşımız Işık Kansu'nunki aynı çizgideydi: Halktan yana, Kemalist devrimlerden yana seslenişler, çağrılar... En ilginç konuş­mayı Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu yaptı. Umutsuzluktan uzak, canlı, yürekli... "Ulusal Kurtuluş Savaşı yemden başlıyor" dedi.
"Ulusal Kurtuluş" savaşı nasıl başlar? Dört yandan elimiz kolumuz bağlanmışken bu işi nasıl yaparız? Ada­şım, kürsüde bunları anlatırken, genç izleyicilerce çılgınca desteklenirken, düşünüyordum: Hangi güçle, hangi ola­nakla, hangi özgürlükle?
Atatürk'ün Gençliğe Seslenişi'ni anımsadım. Yan­mış, yenilmiş, yıkılmış, perişan bir ülkeyi nasıl kurtarmış­tı? Nasıl ulusal bir güç yaratmıştı?.. 'Yedi Düvel'e ve iç hainlere, işbirlikçilere karşı nasıl inançla direnmiş, başarı­ya ulaşmıştı! Demek, her zaman umut vardır. O umudu yaratmak bizlerin işidir. Hepimizin.
Antalya Belediyesi'nin Uğur Mumcu Etkinliği, ben­zerlerini çok izlediğim toplantılardan daha başkaydı. Önce gençlerin ulusal kurtuluşun birer öncüsü olduklarını, ola­caklarını duyuran seslenişlerini... Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu, İş Bankası Yayınlarından çıkan 'Türk Aynştaynı' kitabında yazdıklarını yineliyordu sanki:
"Vatanı, milleti için her fedakarlığa hazır bir taban gerekiyor. Bu taban son elli yılda hayli eritilmiş; kafası, gönlü karıştırılmış, birbirine düşen kesimler, dışa bağımlı sahte aydınlar, ekmek parasını yabancıdan bekleyen, ufak
172

BATI'YA TIBBI BİZ ÖĞRETTİK
Ankara Gazi Hastanesi Konuşması
28 Şubat 2002
Radyolog Dr. Sedat Işık: Sayın Sinanoğlu'nu tanıtmaya başlamadan önce biraz önce olan bir olayı sizle­re de aktarmak istiyorum. Gündelik ağız alışkanlığımızla "Hocam, önce CV'nizi okuyayım; ardından sizi takdim edeyim." dedim ve hemen fırçayı da yedim. "Ne CFsi, özgeçmiş" dedi. Oktay Sinanoğlu dünyanın en genç yaşta profesör olmuş bir kişisi ve 2 kez de Nobel'e aday göste­rilmiş bir bilim adamı.
Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu: Öğle üzeri yemeğini­zi acele acele yiyip bizi dinlemek zahmetine katlandığınız için teşekkür ederim. Aslında ben ödüllerle pek ilgilen­mem. Çünkü, en büyük ödülümüz bir araştırma yaptığımız bilinmeyenler ummanına daldığımız gecenin 3'lerinde kafamızda, bir şimşek çaktığında tattığımız bazdır. Aradan bir süre geçince bize ödül veya terfi verdiklerinde bizim heyecanımız geçmiş olduğundan "Biz bunlara ne oluyor? Bu işi geçen sene yapmıştık." diyoruz. Yalnız en son bir ödül aldım. Bunu söylemek istiyorum. Çünkü, gerçekten bu ödülle çok gurur duydum. Uğur Mumcu Bilim Ödülü.
"Konu nedir?" diye soranlar oldu. Tabii Sedat Ho­camız arifane tutumla herhangi bir konu yazmamış. Bili­yor ki, ne yazsa arkasından bir sürü konu çıkacak. Ayrıca, bu konferansı düzenleyen Sayın Sedat Işık ve Sayın Baş­hekimimize çok teşekkür ediyorum. Fakat, benim sizlere
175

DAHi BİLİM ADAMI KASTAMONU'DA
Kastamonu gazetesi, 19 Kasım 2001
Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu, ödü! ve unvan zenginliğini
mütevazılığı ile yoğurmayı başarabilmiş,
dünyanın en saygın bilim
Türkçe aşığı bir vatan evladı
Türkiye'nin yetiştirdiği en büyük bilim adamı olan, teorileri ve buluşlarıyla dünya bilimine büyük katkılar sağlayan, iki defa Nobel ödülüne aday gösterilen, son üç yüz yıl içinde Batı'nın en genç profe­sör olmuş bilim adamı unvanını elinde bulunduran, çok parlak kariye-riyle dünya bilim çevrelerinde özel bir saygınlığa sahip, Türkçe eğiti­min ateşli savunucularından Prof.Dr.Oktay Sinanoğlu, bugün ilk defa geleceği Kastamonu'da ilgi duyduğu tarihi mekanları gezecek, yarın da bir konferans verecek.
Türkiye'nin 20. yüzyılda dünya bilimine kazandırdığı, dünya­nın son 300 yıl içinde en genç yaşta profesör olan bilim adamı unva­nını elinde bulunduran Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu bugün şehrimize geliyor.
İki defa Nobel ödülüne aday gösterilen ilk Türk unvanına sahip olan Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu, bugün geleceği Kastamonu'da tarihi ve turistik' mekanları gezecek. Prof. Dr. Sinanoğlu, yarın Rıfat İlgaz Kültür Merkezi'nde "Yeni Dünya Düzeni ve Türkiye'nin Geleceği" konulu bir konferans da verecek.. Konferans saat 15.30'da başlayacak.
Kastamonu Valiliği ile Kastamonu Meslek Yüksekokulu tara-findan ağırlanacak olan Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu, Türkiye'de eğiti­min Türkçe olarak yapılmasının ateşli savunucularından birisi olarak da tanınıyor.
Çok parlak bir kariyere sahip olan Sinanoğlu, Kastamo­nu'nun son yüz yılda ağırladığı en önemli konuklardan olacak.
174

söylüyorduk. 3 kelimesinden biri küfür olan Tarzanca ile biraz zor oluyordu kibarca söylemek ama.
Bizim kültürümüzde geçmiş olsun, afiyet olsun gibi bir takım güzel, insani sözler vardır. "Dışarda birisi hasta olsa ne diyeceksin?" "I hope get well soon" dersin. En çok kullanılan lâf "How much?" dır. Onun için sizler tıbbı İngilizce eğitimle yapmaya kalkarsanız o güzel geç­miş olsunlar ve insani yönlerin hepsi gider; yerine "How much?" gelir.
Nostradamus
Nostradamus'dan başlamak istiyorum. Nostrada­mus 5-10 yıl önce Amerika'da tekrar meşhur oldu. Fakat, şimdi Nostradamus'un yerini Harry Potter aldı. Çünkü, Yapı Kredi Yayınlan kültür hizmeti olarak Türk çocukla­rına, gençlerine Harry Potter dizisi kakalamayı daha uygun görüyor. Kültürünü, tarihini biraz daha unutsun diye. Bi­zim "Türk Ayştaynı" kitabını da İş Bankası Yayınları bastı. Ayrıca İş Bankası'nı Atatürk kurdu. Ayrıca da Harry Potter şu sıralar bizim kitaba da baş rakip.
Nostradamus o zamanlar Harry Potter gibi ünlü olmuştu, kitapları her yerdeydi. Kehânetleri, öyle demiş böyle demiş. Amerika'da birisi hapşırsa Türkiye'de millet zatürree olur ya. Hoparlör takımı basın-yayınla düğmeye basılarak kendileri akıl edemez de dişliler biraz dolarla, euroyla da yağlanarak Tuti-i Garbiler (Batı papağanları) ile yapılır. Bir gün Amerika'da çok iyi yapılmış bir belge­sel izledim Nostradamus hakkında. Nostradamus İspan­ya'da Katolik papazı 1500'ler Endülüsünde defteri dürül-
177

bir teşekkür borcum daha var. 2 hafta önce Gazi Hastane­sinde l gün diye gelmiştik arada da kaçamak ile l hafta kadar misafir olduk. Arada bir TV programı yapıp gece yansı hastaneye dönüyorduk. Şunu belirtmek istiyorum: Kaldığım sürece görevli hizmetkârlardan tutun da hemşire takımı, pek çok genç doktorun (hastanede yattık ama yata­ğa nadiren yatıyorduk daha çok seminer gibi oldu; Al­lah'tan ciddi bir şey de çıkmadı.) 32 saat nöbet tutanlar "Nasıl oluyor?" hep aynılar. Biraz uyuyup kalkıyoruz, çalışıyorlar sabah uyanıyoruz gene işlerinin başındalar. "Sizler maşallah hiç uyumaz mısınız?" İnanamazsınız bü­yük hocaların da şevkle çalıştıklarına tanık oldum ve tak­dir ettim. Hem fiziki düzen hem de personelin çalışma şevkiyle iftihar ettim. Öyle genç doktorlar gördüm ki; ül­kemizde böyle de gençler yetişiyor demek ki ümit var de­dim içimden.
Şimdi Türkiye'de herkes Amerika meraklısı ya. Yurtdışında da pek hasta olmadım Ama, hastanelerin nasıl çalıştığını zaman zaman gözlemledim. Tıpta uzmanlaşma olduğu için bir doktor bir tarafa bakar, diğeri başka tarafla ilgilenir. Fakat, büyük resmi gören az olur. Bir genç dok­tor birbiriyle alâkası olmayan birkaç belirtiyi anlattık. Bu belirtilerin arasında bir güzel bağıntı kurdu. Ayrıca, Ame­rika'da bulamayacağınız bir boyut daha var. Bizimkilerde 50 yıldır yapılan bütün melanete rağmen (içerdeki ve dışa­rıdaki hainler tarafından) hâlâ insanlık var. Ben Yale Üni­versitesinde doktorlara demişimdir ki; "Siz insanlara araba tamir eder gibi bakıyorsunuz." Tedavi ettiğiniz insandır. Bunun bir de ruh ve gönül boyutu vardır. Tabii, kibarca
176

gitmiştir. Hatta Amerikalı bana soruyor. "Bizim ciğerimiz nedir?" diyor. Ben de "Yok ki nesini anlatayım." diyorum.
Gözden ciğer muayenesi
Aslında birazdan sizden Fahri Hekimlik rica ede­ceğim. Çünkü, tıpta bir şey keşfettim. Gözden ciğer mua­yenesi. Eskiden bir çeşit turnusol kağıdı kullanarak ocu, bucu, sağcı, solcu vs. denilen insanların gerçekte ne oldu­ğunu soyut turnusol kâğıdı koyarak anlıyordum. Fakat, zamanla gözüm alıştı. Aslında birçok sahte maskelerin arkasında başka yerlere mensup kişiler var. Bu kişilerde plastik bir surat olur, hamamdan yeni çıkmış gibi. Zaman­la uzaktan bunların hatta derecesini bile anlamaya başla­dık.
Türkçe tıp kitabı
Almanya'da birçok başarılı Türk doktor var. Bir tanesiyle ahbap olduk. Bu doktor 1960'larda TED Yenişe­hir lisesinin Başöğretmeni benim yurda döndüğümü öğre­nince bütün çocukları bahçeye toplamış. Merasim yapıldı. Bir albüm dolusu fotoğraf çekildi. Birkaç yıl evvel Doğan Bey Almanya'dan telefon etti. "Hocam, yıllar önce TED'de başöğretmen Fikriye Hanım tören yapmıştı, fo­toğraf çekilmişti ya. İşte o fotoğrafta yanındaki oğlan be­nim." dedi. Almanya'da iki dalda mide-bağırsak ve tiroid alanında uzman olmuş. Hatta Almanya'da tiroid atlası çıkarmış. Günde birçok hastaya bakıyor ve bir sürü de yayın yapıyor. "Hani Hocam sen bize anlatmıştın o ziya-
179

mek üzere. Nostradamus meşhur oldu. Nostradamus Endüslüs'te Katolik papazı ve aynı zamanda hekim.
Endülüs nasıl bitti?
Endülüs'ü önce birkaç parçaya böldüler. Teker teker hepsini yedikten sonra son hükümdarı Sultan 13. Muhammed de Gırnata Sultanlığım İspanya Kıral, Kıraliçesine 30 bin altına sattı. İbret alınması gereken çok ders vardır Endülüs tarihinde. 13. Muhammed'in annesi de "Memleketini savunamadın, sattın şimdi kadınlar gibi ağ­lama." demiş oğluna. İspanya kiralı da sen sattın ama sa­rayında bir süre daha oturabilirsin." demiş. Böylelikle En­dülüs tarihten silindi. Şimdi araşan İspanya'da bir kişi bulamazsın. En son satılan Endülüs'te orda da birileri ge­cenin 2'sinde yabancılarda toprak alabilir diye imzalamış, sonra 30 bin altına satmış. Bazı şeylere benzer.
Batı meraklılarına duyurulur: Batıcı, evrenselci, küreselci, yeni dünya düzenci, Avrupa Birlikçi, IMF'ci takımından bu salonda olacağını sanmıyorum. Zaten gel-! mezler de. Dünya'nın her ülkesindeki (Amerikası, Avrupası, Orta -Güney Amerikası, Asyası) insanlarla yıl­larca haşır neşir olmuşum, hepsinin ciğerim bilirim. Hep­sinde yakın dostlarım var. Yalnız Türkiye'de kurdurulan yerli misyoner okulları vardır. Onun mensuplarıyla dışarda bir tek yakınlık kuramamışımdır. Hatta bize düşman bili­nen ülkelerdeki insanlarla bile yakınlığım olmuştur. Fakat, yerli misyoner okullarından çıkanlarla bir türlü yakınlık kuramazsın. Bunlar ne kuştur, ne balık kafaları, gönülleri ı
178

mn ruhiyatını nasıl değiştirdiğinden bahsedip ruhiyat bili­mine geçiyor. Batı'da ruh bilimi ne zaman keşfedildi? Freud nerden öğrendi? Sizin gibi bilenlere bunları söyle­mek ayıp ama. Freud, Kalyum doğu bilimlerini inceliyor­lar Asya'da 100 sene olmadı daha. Kendileri Asya'dan öğrendiklerini söylüyorlar kendi kitaplarında, saklamı­yorlar.
İngilizce Tıbbın Gülünçlüğü
Cerrah Paşa'da İngilizce Ruhiyat okutuluyormuş. Bir TV programına ordan bir ruhiyatçı ile katılmıştık. Bu ruhiyatçının kasıntı indeksi 100 üzerinden 200 doçent bey, biz de yanında ezilip büzülüyoruz. İngilizce Ruhiyat öğre-tirmiş. "Türkiye çok kalkındı, çağdaş olduk." dedik içi­mizden. Halka yönelik bir TV programıydı. Doçent beyin kullandığı iki kelimeden biri İngilizce. Ben de yanında dinliyorum. İngilizce düşündüm, hiçbir şey anlayamadım. Türkçe düşündüm, gene bir şey anlamadım. Sonra kafam­da çizgi filimlerdeki gibi beyaz bulut içinde bir şimşek çaktı ve matematiksel olarak anladım. Meğerse, kendisi de anlamazmış da, İngilizcemsi palavra lâfların arasında ken­di cehaletini gizlermiş birincisi bu.
İkincisini ben tahmin ediyorum. Bu doçentin İngi­lizce eğitimle genç hekimler yetiştirdiğini bir düşünün. Eskiden ruh hastalarını müzik ve suyla tedavi edilirdi. Batı hayran gelip bakıyordu. Son zamanda bu yerler Turizm Bakanlığı tarafından kiliseye dönüştürülmedi ise. Çağdaş-laşıyoruz ya. Küreselcilerin köle ülkelere lâyık gördüğü dil İngilizce. Psikoloji yani Ruh Bilim demek. Psikoloji çirkin
183

Aslında kalsiyum eksikliğinden olurmuş da edebiyatını yapmak güzel.
KImya-yı Saadet
Batasıca Batı güneş bile Batı'da batar. Doğudan doğar. Gene bir gün güneş doğacak. Hiç merak etmeyin. Batı'da 1600, 1700'e kadar tıp mı vardı? Veba salgını ol­duğu zaman Londra'da Osmanlıdan (son zamanlarda ça­mur atılan) hekimler çağrılıyordu ki veba salgınını durdur­sunlar diye. 1000 sene önce Bağdat Selçuklular devrinde bilim merkezi idi herkes bilim öğrenmeye oraya gidiyor­du. Baş müderris Nizamülmülk'ün kurduğu dünyaca ünlü Nizamiye Medreseleri (Tarzanca dershanesi değil.)
Gazali, 20 cilt Kimya-ı Saadet isimli kitabını burda yazıyor. Mutluluğun Kimyası. Yurtdışında bu kitabı herkes biliyor. Birçok dile çevrilmiş. Türkiye'de okutmazlar. Ga­zali herkes 20 cildini birden okuyamaz diye l cilt özetini yazmış. Çocuklara da bazı anafıkirleri vermek için çocuk­ların anlayacağı biçimde el kitabı şeklinde yazmış. Kimya­yı Saadet o gün bilinen kimyanın elementlerinden başlıyor. Kimya lâfı bile "ehemi" bizden gitti batıya. Bi­limde ilk bakışta en az 400 terim batıya bizden gitmiştir. Gazali hayatın kimyasını anlatıyor. Kan dolaşımı, bir ta­kım salgıların kana karışıp insanın ruh halini etkilediğin­den bahsediyor. Bunları okurken birden aklıma geldi ki, Gazali kan dolaşımı vs. 1000 yıl önce bulup yazmış. "Batı da kan dolaşımı ne zaman keşfedildi?" 1670'de Harby kurbağada kan dolaşımını keşfetmiş. 1000 sene evvel Ga­zali bunların daha ayrıntılısını anlatıyor Kimya-yı Saadet­te. Gazali Selçuk Türkü'dür Arap değil. Salgıların insa-
182

Sanki biz Afrika'da İngiliz sömürgesiydik de, 1950'den sonra sözüm ona bağımsızlık verildi de tıbbı İngilizlerden öğrenip İngilizce Tıp okutacağız. Batı'ya tıbbı öğreten zaten biziz. 1700'lere kadar kitabı Batı'da okutulan İbni Sina (Sina'm oğlu)
İslâm Medeniyeti, Arap-Fars medeniyetiymiş gibi kabul görüyor. Türkler de göçebeymiş. Dünya' nın en bü­yük bilim merkezleri 900-1000 yıllarında Türkistan'daydı. Asya'dan Moğolların kovalamasıyla diğer taraflara kültü­rümüzle, bilimimizle geldik. Kuraklık oldu da çobanlar koyunlarını alıp geldi değil. Biz göçmen olarak geldik, göçebe olarak değil. Asya'da binlerce yılda yarattığımız felsefe, edebiyat, bilim, yönetim biçimlerini önce İslâm alemine sonra Avrupa'ya öğrettik. Arabistan'da çölde ne bilim vardı. Araplara bir düşmanlığımız yok. Zaten hepsi birer sömürge halindeler. Arapların Türkistan'ı fethiyle bütün bilim ve kültür İslâm dünyasına-yayıldı. Endülüs'le birlikte Afrika'dan Avrupa'ya kadar ulaştı. Endülüs de Türk'tü. Batı bunların hepsinin Türk Medeniyeti olduğunu biliyor. Ama söylemez. Söylemesi için iyice üstelemen lâzım.
El Harezmi büyük matematikçi. Logaritma, Algo­ritma terimleri oradan gelir. Amerika'da bir üniversitede afişte Büyük Arap Matematikçi, Semerkant yazıyor. Yahu, Semerkant ne zaman Arabistan oldu? Eski Yunan'da ge­ometri, Öklid vardı. Cebir yoktu. Matematik eski Yunan­daki gibi kalsaydı şimdi hâlâ üçgenler, beşgenler çizer dururduk. Matematiğin temeli olan cebiri kazandıran ge­ometriyi cebirleştirmek, denklemleri çözmek, sinüs, cosinüs ve denklemlerin geometrik manasını bulmak işini
185

bir kelime, insana hiçbir şey çağrıştırmıyor. Psikiyatri...............................
demek. Psi Psi deyince kedinin kafası karışıyor. Ruhiyat Osmanlıcaymış. Peki, Selçuklular da mı Osmanlıydı? On­dan önceki Türk Devletlerinde de aynı dil konuşuluyordu. Özbekistan, Kazakistan'da da aynı dil konuşuluyordu. Bunlar ne zaman Osmanlı olmuşlardı. Osmanlıca lâfını geçen asrın sonunda İngilizler takmıştır kafa karıştırmak için sanki farklı diller izlenimi yaratmak için. Osmanlıca Öztürkçe diye bir ayrım yoktur. Hepsi Türkçe'dir. CV, Check up, Center, Medical Market, Consessus Türkçe değildir. .
Türk Dil Kurumunun bir önceki Başkanı Dil Ku­rultayında consessus Türkçeymiş. Ama c harfi k ile yazıl-malıymış l saat anlatıyor. Her taraf 'ayar', milleti ne hal­lere sokmuşlar. Bizim genç ruhiyatçı hekime gelirsek, sakalı İslâmi Freud olan. Sakala karşı değiliz, İslâm'a da karşı değiliz. Ne olduğu belirsiz kırma sahteliklere karşı­yız. Genç İngilizce ruhiyattan mezun olduktan sonra Ana­dolu'nun bir köyünde muayenehane açmış. Bir köylü ka­dını geliyor aslında kadının kaynanası ile sorunu var; bu­nalım geçiriyor. "İngilizce eğitimden geçmiş hekim bu kadına nasıl yardım edecek?" Bizde eskiden her başın sı­kıştığında ruhiyatçıya gitme adeti de yoktu. Konu komşu, arkadaşlar bazı sorunları kendi aralarında konuşup halle­diyorlardı Batı'da kimse kimseyi dinlemediği için millet para verip ruhiyatçıya kendini dinletiyor. Genç hekimin Türkçe eğitim alıp bizim insanımızın sorunlarını ve kültü­rümüzü tanıması gerekirken ezber İngilizce eğitimle hal­kına yabancı aydınlar yetiştiriliyor. Ne kadar aşağılayıcı, rezil, kafasız bırakıcı; sizler herhalde farkediyorsunuz.
184

hitaben "Siz Türkiye'yi aman Avrupalı olacaklar diye istemiyor, korkuyorsunuz. Yeni bir havadis vermek istiyorum. Avrupa temiz, çok güzel, şirin yerler. Buralara gelip gezip gitmek hoş. Aman Avrupa'nız sizin olsun. Ben Avrupalı olmak istemiyorum. Bizim derin Asya kültürü­müz var. Asyalı olmakla övünüyorum. Avrupa'nız sizin olsun." dedim. Tabii kibarca söylüyorum hepsini. İçimden de "Türkiye'deki Batı papağanları benim söylediklerimi duysa kimbilir neler der?" diye de düşünüyorum. Herhalde "Bizi Avrupa'ya rezil etti. Tabii biz zaten Avrupalıyız, öyle denir mi?" derlerdi 'ayarlı' basın yayın. Konuşmamın sonunda ne oldu biliyor musunuz? Beni bu sözlerimden dolayı salondaki herkes alkışladı. Neden? Çünkü, kendi kültürüne, şahsiyetine saygı duyana herkes de saygı duyar. İtibar eder. Sen kendinin ne olduğunu bilmeden gidip sü­rekli yılışırsan. Karşındaki sana affedersin köpeğe bakar gibi bakar. Haysiyetin olmaz. Batı'ya 3 kuruş sadaka için yalvarıp kanunlarını değiştiriyorsun, milletine ters yaptı­rımları uyguluyorsun. Millet bu hallere gelecek millet de-
ğil
Matematik yapısı olan Türkçe, bilime en uygun dilidir. Bilim dili Matematik'tir. İngilizce 200 yıllık 5 dilin kırması pop top dili. Kelime türetme yeteneği hiç olmayan Holigan, esrarkeş dili. Bir terim yaratmak için her kelime­nin baş harflerini alıp yeni bir kelime yapıyorlar. Bir harfi bazen "e" bazen "a" okunuyor, kuralı yok. Çocuklara o yüzden her kelime ezberletiliyor kalıp gibi.
İnsanlarda kendi hastalığını başkalarına da bulaş­tırma güdüsü vardır. Dolayısıyla, Amerika'da derin top-
187

bizimkiler yaptı. Batı'nın ben ciğerini bilirim. En insancıl Batılının bile fikrinde biraz kurcalarsan "Endülüs'ü sildik, burası duruyor." vardır.
Bakın ne çobanlar varmış; Batı'ya bilimi, insanlığı öğretmiş. Koskoca imparatorluk kurmuş. Öncesinde Bü­yük Selçuklu Devletini kurmuş. Bati hâlâ Osmanlı çeşitli dini, dili, ırkı farklı milletleri barış içinde 700 sene nasıl bir arada tutabildi diye araştırıyor. Avrupa her biri ayrı Kelt kavimleri bir türlü birleşip de Avrupa Birliği kuramıyorlar. 1000 yıl önceki Avrupa haritasına bakarsa­nız şimdi her biri küçük devletçik olan yerlerde Kelt ka­vimleri var. O zamanda birleşip bir devlet kuramamışlar şimdi olduğu gibi.
Taklit TV Programlan
Her sabah TV'da izlediğimiz özellikle kadınlar için yapılan programların hepsi Amerika'dan kopya. Orada da Sally isminde bir hanım meşhur. Buradaki o kadının yap­tığının aynısı. Kadının saç biçiminden tut, konuşmaları, el hareketleri gözlüğüne kadar taklit ediliyor Türkiye'de. Bari siz bir şeyler katıp birazcık geliştirin.
Asya'lı Olmakla Övünüyorum
11 Eylül'den birkaç gün önce Avrupa'da uluslara­rası bir 1000 kişilik toplantıdaydım. Toplantıda gerçekten tüm Avrupa ülkelerinden uzmanlar vardı. Ankara'da oldu­ğu gibi mevkileri büyük, yetenekleri küçük olanlardan bahsetmiyorum. 2 konuşmamdan birinde bu uzmanlara
186

yanılmışlar, "Türkler İngilizce eğitim isteriz." diyorlar. Türkiye'de hızla Türkçe eğitim kalmıyor. Hazırlık sınıfı neye hazırlık? Hazırlık sınıfı yabancı ülkeye gelen öğren­cilere olur. Türkiye'de hazırlık sınıfı olması kendi evlâtla­rının kendi ülkesine yabancı olması demektir. 1. resmi dilin İngilizce olmasına hazırlık. 2. Tamamiyle boş kafalı hiçbir şey bilmeyen güdülmeye hazır; üst sınıfı acentacı, alt sınıfı hamal olmaya hazırlık.
Çocuk tam fiziğe, matematiğe merak sarmış l sene hazırlık. Doçent olacak "Dur. Sen şimdi İngilizce sınavına gir." deniliyor. Kaymakam olacak, İngilizce! l yıl dışarda kalacak. Kaymakam ülkesine dönüp kendi vatandaşlarıyla İngilizce mi anlaşacak? Başka bir dil bilmesi daha faydalı olur. Eğer siz konuyu, mesleğinizi iyice biliyorsanız, ya­bancı bir dilde kendi sahanızla ilgili terimlerin İngiliz­ce'sini birkaç günde öğrenir, gelişmeleri takip edebilirsi­niz. Birkaç yılın sırf İngilizce için harcanması herkesin kafasını meşgul edip gerekli şeyleri öğrenmesini engelle­mek. Onun yerine matematik, bilgisayar öğrensen hem kendi sahana faydalı olur hem de çevrendeki ülkendeki olan her şeye matematik gözüyle bakar, anlarsın.
İngilizce hazırlık kitaplarında ne anlatılıyor?
Ahmet İngiltere'ye gitmiş. Orda kendine bir kız arkadaşı bulmuş. Arkadaşlar size yeni bir şey söylemiyorum. Atatürk'ün söylediklerini söylüyorum. Atatürk'ün birinci ilkesi eğitimin milli olması, milli eğiti­minde Türkçe olması.
189

lumsal hastalıklar vardır ki, bunlar hastalıklarını da diğer ülkelere bulaştırmaya çalışıyorlar.
Konuşulan dillerden de dünyaya ortak bir dil ola­caksa o da Türkçe'dir. Büyük düşünün gençler. Dünyadaki bilim adamları toplanıp her dilin özelliklerini karşılaştırsa-lar Türkçe'yi seçerler. Bir de Latince var. Lingua Franka askeri ve ekonomik olarak hangi devlet güçlü ise onun dili Lingua Franka oluyor. Eskiden Lingua Franka Fransız­ca'ydı-
Gizli ikili anlaşmalardan birisi de meğerse eğitim konusundaymış. 50 yıl sonra şimdi öğreniyoruz. Milli Eği­timin tanımı nedir? Sizlere çok kısa olarak Milli Eğitimi tanımlayacağım Türkiye'de. Milli Eğitim, ne millidir, ne de Eğitim. Milli Eğitim'in söylenmeyen ama çok kesin amacı nedir? "Herkes 250 kelime Tarzanca öğrensin, onun dışında hiçbir meslek öğrenmesin"dür. Bütün sömürgeler­de aynı işler yapılmıştır. "Yabancı Dille Eğitim" le adam olunur, çağdaşlaşılır sanmayın. 25 sene önce yazdık. Önce Türkçe'yi götürürler, ardından tarımını, sanayini, fabrika­nı, topraklarım alırlar dedik. Bugün bunlar oluyor, imzalar basılıyor kimsenin haberi yok.
İngiliz Hindistan'da, Güney Afrika'da aynısı yaptı. Güney Afrika'da siyahların ilk isyanı nerde başlamış bili­yor musunuz? Lisede sınıfta başlıyor, sonra halka sıçrıyor. Siyahlara eşitlik isteriz, vs. diye başlamıyor arkadaşlar. Sanki bizim veliler orda "İngilizce eğitim isteriz diye başlıyor."
Dışardan zannediyorlar ki, bir Kürtçe eğitim lâfı çıkarırız. Kürtler "Kürtçe eğitim istiyoruz." der. Türkler de, "Türkçe eğitim istiyoruz." Der, zannetmişler. Ama
188

RUHBİLİMSEL SAVAŞ
En etkin savaşın ruhbilimsel savaş olduğunu hepi­miz biliyoruz. Buna "ruhbilimsel" diyorum; Türkçe. "Pisikolojik savaş" demiyorum. [Tarzanca "pisi pisi" falan derseniz, kediler üstünüze atlar. Ayrıca "pisikiyatri" demiyelim; Türkçesi "ruhiyat". Bak ne güzel: İkisine de ayrı düzgün terim. İllâ da "pisi pisi"li Tarzan terimleri kullanmakta ısrar edenlerin üstüne yalnız kediler değil, ruhiyatçılar da atlar haa... "Dedesini İngiliz huliganı zan­netmiş; müşteri çıktı" diye düşünerek.]
Evet, bazı ülkeler, ruhbilimsel savaş taktikleri kul­lanılarak içinden fethedilmiştir; tek kurşun sıkmadan. İlâ­veten, "kültür mühendisliği", "toplum mühendisliği" adla­rını taktığım yöntemler de var. [Bunlar için Bkz. O.Sinanoğlu, "Bye-Bye Türkçe" ve "Hedef Türkiye" ki­tapları - Otopsi Yayınları, İstanbul, 2000-2002].
Matematiksel biçime bile sokulabilecek bu yön­temler neden etkin? Çünkü insanların kafalarını, gönülle­rini sömürgeleştirirsen, sonunda fabrikalarını, bankalarım, tanınım, en son da topraklarını alır götürürsün. İçerdeki özel işbirlikçiler sana yardımcı olur; geniş bir kesimin de karşı durmalarını sağlayacak melekeleri yıpratılmıştır; "gık" çıkarmayanlar çoğalır.
191

Vatan satanlar x vatanseverler
Türkiye'de artık çizgi çizilmiştir. Bütün Anado­lu'da çizildi. Vatan satanlar, vatanseverler. Herkes cephede yerini alsın arkadaşlar. Sık sık ümitsizliğe rastlıyoruz. Halkımız buranın Batı tarafından defteri dürüleceğini artık anladı. Sizlere bir müjde vermek istiyorum. Ankara'da oturup da uzaktan Anadolu diyenlerden değiliz. Anado­lu'nun her şehrinde yıllarca konuşmalar yaptık. Halkla kucaklaştık. Gerçek ödül de bizim için bu. En son, sıra Ankara ve İstanbul'a geldi. Batı'nın yaptığı gibi ruhbilim-sel yöntemlerle, sessizce, biz de aynı yöntemlerle, Yeni Kurtuluş Savaşı' nı başlatıyoruz ve de bu savaşta başarılı olacağız. Biz işleri düzelttiğimiz zaman Batı bize gelip "Sizin Avrasya Birliğinize girelim." diyecek. Biz de "Dur bakalım. Önce şu kanunlarını değiştir, dilini değiş-tir."diyeceğiz.
190

RUHBİLİMSEL SAVAŞ
En etkin savaşın ruhbilimsel savaş olduğunu hepi­miz biliyoruz. Buna "ruhbilimsel" diyorum; Türkçe. "Pisikolojik savaş" demiyorum. [Tarzanca "pisi pisi" falan derseniz, kediler üstünüze atlar. Ayrıca "pisikiyatri" demiyelim; Türkçesi "ruhiyat". Bak ne güzel: İkisine de ayrı düzgün terim, illâ da "pisi pisi "U Tarzan terimleri kullanmakta ısrar edenlerin üstüne yalnız kediler değil, ruhiyatçılar da atlar haa... "Dedesini İngiliz huliganı zan­netmiş; müşteri çıktı" diye düşünerek.]
Evet, bazı ülkeler, ruhbilimsel savaş taktikleri kul­lanılarak içinden fethedilmiştir; tek kurşun sıkmadan. İlâ­veten, "kültür mühendisliği", "toplum mühendisliği" adla­rını taktığım yöntemler de var. [Bunlar için Bkz. O.Sinanoğlu, "Bye-Bye Türkçe" ve "Hedef Türkiye" ki­tapları - Otopsi Yayınlan, İstanbul, 2000-2002].
Matematiksel biçime bile sokulabilecek bu yön­temler neden etkin? Çünkü insanların kafalarını, gönülle­rini sömürgeleştirirsen, sonunda fabrikalarını, bankalarını, tarımını, en son da topraklarını alır götürürsün. İçerdeki özel işbirlikçiler sana yardımcı olur; geniş bir kesimin de karşı durmalarını sağlayacak melekeleri yıpratılmıştır; "gık" çıkarmayanlar çoğalır.
191

Vatan satanlar x vatanseverler

Türkiye de artık çizgi çizilmiştir. Bütün Anado­lu'da çizildi. Vatan satanlar, vatanseverler. Herkes cephede yerini alsın arkadaşlar. Sık sık ümitsizliğe rastlıyoruz. Halkımız buranın Batı tarafından defteri dürüleceğini artık anladı. Sizlere bir müjde vermek istiyorum. Ankara'da oturup da uzaktan Anadolu diyenlerden değiliz. Anado­lu'nun her şehrinde yıllarca konuşmalar yaptık. Halkla kucaklaştık. Gerçek ödül de bizim için bu. En son, sıra Ankara ve İstanbul'a geldi. Batı'nın yaptığı gibi ruhbilim-sel yöntemlerle, sessizce, biz de aynı yöntemlerle, Yeni Kurtuluş Savaşı'nı başlatıyoruz ve de bu savaşta başarılı olacağız. Biz işleri düzelttiğimiz zaman Batı bize gelip "Sizin Avrasya Birliğinize girelim." diyecek. Biz de "Dur bakalım. Önce şu kanunlarını değiştir, dilini değiş­tir, "diyeceğiz.
190

la altı ay gibi kısa bir sürede balkın kafasına adetâ dağ­lanmış gibi yerleştiriliverir. ABD, kendi halkı üzerinde de aynı oyunu sürekli sergiler. Tek sözcüğe şartlanmış "ka­muoyu" sonra da başka ülkelere ihraç edilir. Bunun dünya çapında yoğun bir örneğini 1991'den itibaren gördük. Hâl-i hazırdaki Haçlı Seferi 11 Eylül 2001'de değil, önce ruh-bilimsel savaşla 1991'de başlatıldı: "Kızıl tehlike" yerine "yeşil tehlike", "medeniyetler çatışması", "fundamenta-list". Aslında 1947?de türetilen "kızıl tehlike" de aynı cinsten bir kavramdı. Bu "tehlike"nin, ABD silâh sanayii harcamalarım kamuoyuna gerekli göstermek için (ayrıca diğer ülkeleri, içinden bölerek, veya ürküterek, ABD'nin, daha doğrusu "küresel kıraliyetçi"lerin boyunduruğuna sokmak için) en azından abartıldığını 1991' den sonra ABD yetkilileri ve CIA da itiraf ettiler.
Ruhbilimsel savaşla içinden fethedilmiş ülkelerde ilk yapılacak iş, ilk kurtuluş harekâtı, gönülleri, zihinleri sömürgeleştirilmiş halkın gönüllerini ve zihinlerini kur­tarmaktır. Böyle bir kurtuluş savaşı da önce ruhbilimsel savaş silâhlarına karşı aynı cinsten silâhlarla savaşmayı gerektirir. İşte bu yeni kurtuluş savaşı Türkiye'de başla­mış bulunuyor. Düşmanın savaşında ülkenin dilini yok etmek çok önemli bir yer tuttuğuna göre, dili yok etmenin başlıca yolunun da eğitim dilini Türkçe yerine Tarzanca yapmak olduğuna göre, bizim kurtuluş savaşımız da, çok yıllar önce, Türkçe eğitim ve bilim dilinin kurtarılması şeklinde başladı. Biliyorduk ki, Türkçe konusunda ülke çapında ulusal hassasiyet yeniden canlandırılırsa, Türkiye Cumhuriyet i'nin bağımsızlığının, iktisâdının, ulus-devletinin, topraklanılın korunması için şart olan ulusal
193

Bu yöntemler tarih boyu hep vardı; ama 20. yüz­yılda iyice bilimselleştirildi. Birkaç ay önce bir dış ülkede duydum ki, orada bir "Özel Harekât ve Ruhbilimsel Savaş Evrenkenti" kurulmuş. Herkes için değil, o ülkenin bazı ordu mensupları için. Tabii evrenkent (üniversite) olunca, ("Tarzanca dershanesi"nden bahsetmiyorum; sahici evrenkent), araştırma da ağır basar demektir. Demek ki, zaten yapılmakta olan araştırmalar daha da yoğunlaştınlı-yor.
Ruhbilimsel savaşın en önemli iki aracı eğitim ku­rumlan ve (ayarlı) basın-yayın; bunlara nuruz edip kul­lanmak. Önemli oyunlardan biri de sözcük/kelime oyunla­rı.
Her sözcüğün, o dili kullananların tarihî ve kültürel birikimine, bağlı bir çağrışım bulutu var. Bunu "Bye-Bye Türkçe" kitabında anlatmıştık. Hele öyle sözcükler vardır ki, o ülkedekilerde derin duygular uyandırır, onları hareke­te geçirir: "Vatan", "yurt", "millet-' (ya da "ulus"), "kuvayı milliye" gibi. Ruhbilimsel savaşta böyle sözcükler yıprandırılır, gözden düşürülür, hatta onlara sahte anlamlar yüklenir. Ülkülem (ideoloji) veya inanç ifâde eden kelime­lere de bu özellikle yapılır. Türkiye'de son kırk yılda bu yöntem yoğun bir biçimde uygulanmıştır. Her ülkülemin içi boşaltılmış, onu temsil eden kuruluşlar sahtelenmiş, o ülkülemin hakikisini benimseyenler ezilmiş, maskeliler tepelerine oturtulmuştur. [Tabii bu yalnız Türkiye 'de ya­pılmadı. Benzerleri son yetmiş yılda birçok Güney ve Orta ("Lâtin") Amerika ülkesinde görülmüştür].
Bahis konusu yöntemde yeni sözcükler, terimler, kavramlar da türetilir. Ve bunlar ayarlı basın-yayın yoluy-
192

BATILININ ETTİKLERİ
Her ülkede iyi insanlar da vardır, sayılan o ülkenin kültürüne bağlı. Nitekim Batı'da da, vahşi sömürgecileri­ne, soykırımcılarına karşı duranlar da çıkıyor. Anlaşılan bunlardan biri Velş asıllı dilci David Crystal. "Kembriç ('Cambridge') Dil ve Diller Ansiklopedisi" gibi eserleri var. Çeşitli dillerin sömürgeciler tarafından yok edilmesi­ne karşı bilimsel yoldan uğraşıyor. Şu kitabı da o mealde: D. Crystal, "Dillerin Katli", Cambridge University Press, Cambridge, UK (2000)". [Kitabın adını "Language Death" koymuş, ama kastettiği "Dillerin Katli"].
Kitapta anlatılanlar, 1970'ten beri, yıllardır Türki­ye'de anlattıklarımızı, yazdıklarımızı doğrular mahiyette.1
XVI. yüzyılda İspanyollar, arkasından İngilizler geldiğinde Amerika kıtalarının yerli nüfusu 100 milyon imiş; 200 yıl sonra bu l milyona düşmüş. (D.C., sf. 72). Bu, fizikî soykırım. Bir kavim toptan yok edilirse tabii dilleri de yok oluyor.
Ancak, bir de "kültürel soykırım" var. Kavim du­ruyor, ama dili kasıtlı bir şekilde yok ediliyor. O zaman bir köleler kalabalığı oluşuyor. Sömürgecinin istediği.
D. Crystal, dillerin yok edilmesinde kullanılan araç ve yöntemleri inceliyor, sonra da bunlara karşı alınabile­cek tedbirleri araştırıyor. İşin siyasî tarafını biraz üstü ka­palı geçmeye çalıştığı belli; ne de olsa İngiltere'de oturu­yor.
1 Bkz. O. Sinanoğlu, "Bye-Bye Türkçe", Otopsi Yayınlan, istanbul,
7.Baskı Mayıs 2002
195

hassasiyet de yeniden canlanır ve giderek artar. Nitekim
| öyle de oldu. Şimdi, rehavete kapılmamak şartıyla herkes
sevinmelidir: Kurtuluş için gerekli bilinç ve Atatürk ruhu
canlandı ve dalga dalga ve hızla ülkemizin her köşesinde gönüllerden gönüllere yayılmaktadır.
16 Mart 2002 Kocatepe, Ankara
194

• Bir dilin yaşayabilmesi için halkın dilini sevmesi,
her alanda kullanmak istemesi, onunla iftihar etmesi
çok önemli. Onun için sömürgeci, halkta özellikle
kendi dilini hor görme, aşağılama tavırlarını oluştu­
ruyor. Bunu İspanyollar (Mayalara, Azteklere) Orta
Amerika'da, İspanyol ve Portekizler Güney Ameri­
ka'da yapmış (hâlâ da yapıyorlar). Anglo-Sakson
sömürgeciler de, Kuzey Amerika'da, Afrika'da, As­
ya'da, her gittikleri yerde(D.C., sf.84...). [Osmanlı
Türk Devleti'nin dağıtılmasından beri bu lânetlenesi
etkinlik Orta-Doğu'da, Fransızlar tarafından da Ku­
zey Afrika'da sürdürülüyor. Bunda, "ayarlı" basın-
yaym ve onun köşe yazarlarının da yeri büyük].
• Kenyalı yazar Ngugi va Thiong'o, "Aklın Sömürge­
leştirilmesi: Afrika'da Dil Siyaseti"('Colonizing the
Mind: Politics of Language in Africa') (Currey,
London 1986) kitabında, İngilizce ile eğitim yapan
Kenya okulundaki çocukluk anısını şöyle anlatıyor:
En aşağılayıcı durum, okulun civarında kendi dilini
konuşurken yakalanmaktı. Yakalananın çıplak kıçına
sopayla vuruluyor, veya boynuna, üstünde "BEN
APTALIM", "BEN EŞEĞİM" yazan madenî bir lev­
ha asılıp ortalıkta dolaştırılıyordu. Bazen de, "suç-
lu"nun ödemekte zorlanacağı para cezalan kesiliyor­
du. Peki, öğretmenler "suçlu"yu nasıl yakalıyorlardı?
Başta, öğrencinin birine bir düğme veriliyordu. O,
ulusal dili konuştuğunu gördüğü bir öğrenciye düğ­
meyi verecek. Günün sonunda düğme kendisinde ka­
lan öğrenci düğmeyi kimden aldığını ifşa edecek ve
süreç zincirleme gidip gün boyunca ulusal dilini ko-
197



Kitle iletişimi çağında kullanılan araçlardan biri
"ayarlı" basın-yayın; TV bilhassa önemli. Diğer bir dilci
Michael Krauss "TV kültürel bir zehirli gaz, sinir gazıdır"
demekte.2
Batı'nın sömürgecileri, ezdikleri ahalinin dilini yok etmek için neler yapmamışlar ki:
• Esir tacirleri, Afrika'nın çeşitli bölgelerinden, dilleri
değişik kabilelerden esirleri üçer beşer, aynı gemiye
koyup Amerika kıtasına götürmüşler. Aynı dilden
olanları kasten ayırmışlar ki, esirler arasında iletişim
olmasın. Benzer olay Kuzey Amerika'da: Anglolar,
dilleri farklı yerli uluslarından olanları aynı tehcir
kampına doldurmuşlar; aralarında birlik, beraberlik
olmasın, konuşamasınlar, hepsi İngilizce öğrenmek
zorunda kalsın diye. (D.C., sf.82) .
• Orta-öğretimde ulusal dilden eğitim kalmıyorsa, dil
hızla yok olmaya başlıyor. Önce dilin kullanım alanı
azalıyor. Buna "dilin folklorlaşması" diyorlar. Dil
gittikçe zayıflıyor, ölüme mahkûm oluyor. Onun için
sömürgeciler, eğitim dilinin tümüyle ulusal dil yerine
sömürgecinin dili olması için her yola başvuruyorlar.
Ülke resmen işgal altındaysa zorla. Değil de, hâlâ
ulusta bağımsızlık duygusu, geleneği varsa, kukla
hükümetleri [ve önemli mevkilere yerleştirilen gizli
cemiyet üyelerini] kullanarak. (D.C., sf. 83,...).

'Dünyanın bunalımdaki dilleri', Language dergisi, Cilt 68, s£4-10, 1992
196

DİLLERİN YOK EDİLMESİNDE ÖÇ EVRE
Batılı sömürgeciler, mazlum milletlerin dillerini yok edip onları birer köleler güruhuna dönüştürmek için ne ça­relere baş vurmamışlar ki... Bunların bazılarından geçen haftaki yazımda bahsetmiştim. Dedim ya, Batılı bazı dilbi­limciler de bu yapılanlara karşı yeni yeni karşı çıkıyor. Yal­nız, Türk Ulusu gibi bir ulusun dilinin bir iki nesilde yok edilmesine çalışıldığını, sanırım, onlar da tasavvur edemiyorlar. Zannediyorlar ki, öyle kültürel soykırımlar ancak Amerika, Alaska yerlilerine, Afrikalı kabilelere ya­pılmakta. [Tabii bu, iyimser yorum. İnşallah Türklere ya­pılanları bilip de kasten göz ardı etmiyorlardır. Ne de olsa Batılı olup ta Haçlı kafasından kurtulmak pek kolay de­ğil] Nasıl olur da, çok derin ve geniş bir tarihî birikimi o-lan, daha dedemin zamanında dünyanın en büyük bir kaç devletinden birinin sahibi, dili dünyanın belli başlı üç beş en büyük dilinden biri, -üstelik en eskisi, ve olağan üstü ma­tematiksel yapısıyla dilbilimcileri kendisine hayran bırakan bir dil-, evet, nasıl olur da böyle bir ulusa kültürel ve dil soykırımı bu kadar çabuk ve kolayca uygulanabilir?
O bahsettiğim, insancıl oldukları izlenimi veren dil­bilimcilerden biri David Crystal idi.1 2000 yılında basılmış
O.S., Aydınlık, 23 Haziran 2002
199

nustuğu için düğme üstünden geçen tüm öğrenciler yakalanacaktı. İşte böylece ulusal dilin konuşulması engellendiği gibi, çocuklar cadı avına sürülmüş, muhbirliğe, ötesi, kendi toplumuna ihanet etmeye a-lıştınlmış oluyorlardı.
Türk Gençliğinde "Büyük Uyanış" başlamış oldu­ğu için, yukarıdaki gibi örneklerin Türkiye'deki yabancı ya da yerli misyoner okulları, hattâ sözde evrenkent, ve özellikle, sayıları artmış olan Beşinci Kol Üniversitele­ri'nde (evrenkentlerinde) olanlarla karşılaştırılmasını hem zihni, hem gönlü aydınlanmış değerli, yurtsever okuyucularımıza bırakıyorum.
19 Haziran 2002 Diller Âleminden
ıi1
1 198

olmasına geçiş, kimse farkına varmadan son sürat oluveri­yor, bir tül savaşçısı çıkıp halkta bilinçlenmeyi sağlayamazsa. Çünkü, ikinci evrede halk, kamuoyu, üçüncü evrenin kapının hemen arkasında beklediğini bilmiyor, ve de kayıtsız. ["Ayarlı" görevliler de uyutucu, yanıltıcı etkin­liklerinde berdevam.] "Canım, ne olacak? Dil niye ölsün ki? İşte bak herkes konuşuyor" diyen" vurdumduymazlara ilâveten hâinler de çok.
ikinci evrede, tehlike zilleri çalmaya başlamıştır. Ulusal dilin katline doğru gidişatın hızlandığı, çift dilliliğin artışından, sömürgecinin dilinden bol bol yabancı sözcük kullanılmasından [ulusal dildeki karşılıkların unutturulma­sından, sonra da "ayarlı" şerefsizlerin "ulusal dilde bu terimler yok M" demesinden] anlaşılıyor.
İşte böyle, "Büyük Uyanış"ın gençleri! Türkiye şimdi ikinci evrede. Tehlike zilleri çoktan çalmaya başladı; hattâ ziller çan oldu bile (yurdun her tarafına yaptırılan kili­selerde çan çok). Peki, "Çanlar kimin için çalıyor?"
27 Haziran 2002
201

"Dillerin Katli" kitabında David, bir dilin hayatî tehlikeye l girdiğini haber veren emarelerden, bir de yok olma yolunda] geçirdiği üç merhaleden bahsediyor:
1.Evre: Yabancı hâkim gücün dilinin konuşulması
için ağır baskı. Baskı, (i)tepeden aşağı (teşvikler, devletin
kanunları yoluyla), (ii) aşağıdan yukarı (halkta özenti, moda
yaratılarak) oluyor.
2. Evre: Çift dilli dönem. Ulusal dilin kullanım ala­
nı azalıyor. [OS: Eğitim her düzeyde yabancı dilden ya­
pılmaya başlanıyor. Her kesimden herkes işi gücü bırakıp
yabancı dili öğrenme yokuşuna sürülüyor. Meslek, bilim
yerine, hiç gereği olmayan yerlerde bile herkes yabancı
dil sınavına girmekle meşgul]
3. Evre: Gençler artık yabancı gücün dilini ulusal
dilden daha iyi biliyorlar; "eski dili" kullanmaktan utanır
oluyorlar. Velilerle çocuklar kendi dillerinde konuşamaz
duruma gelmiş; çocuklar velilerini "eski dili" biliyor diye
"geri kafalı" yaftasıyla küçümsüyor. Bir nesil, hattâ bir
onyılda çift dillilik de kalmıyor; ulusal dilin yerini yabancı­
nın [yâni sömürgecinin] dili alıyor. [O. S: Ülkenin iktisâdı-
nın, sınaî tesislerinin, tarımının, sonunda topraklarının
yabancının eline geçmesi zâten ikinci evrede başlamış da
hızlanmış durumdaydı. Üçüncü evre, devletin de, ulusun
da tarihten silinmesi evresi. O ara, bu duruma gelinme­
sinde katkıları büyük olmuş yerli, beşinci kol gizli cemiyet
üyeleri sevinçten göbek atıyorlar ama, yafanda kendi baş­
larına geleceklerden de habersizler.]
ikinci evrede ulusal dili kurtarmak hâlâ mümkün. Ancak bu evre çok tehlikeli; çift dillilikten ulusal dilin 3
200

ağlıyor, bir yandan da, ara sıra gelen memura derdini an­latmağa çalışıyor. "Evrakım tamam, hiç bir suçum yok, üstelik Kaliforniya Evrenkenti'nde görevliyim. Niçin bu­rada tutuluyorum?" diyor. "Kapa çeneni. Burada sen değil, sorulan biz sorarız" diyorlar. Dışarıda bir iki memur arala­rında konuşurken duymuştu: "Türkiye 'şüpheli ülkeler' arasında".
"Ayşe"nin yanında cep telefonu var. Arkadaşları sının geçmişler. Merak ederler diye onları aramaya kalkı­şıyor. Memur, bir hışım telefonu elinden alıyor; "Telefon edemezsin". {Biliyorsunuz, Amerikan TV ve filimler inde boyuna polisiye gösterilir. Bunların çoğunu da el altından devlet destekler; herkeste bir polis korkusu uyandırılmıştır bu şekilde. Gerçek hayattaki polislerin nadiren kibar çaları olursa da, çoğu tam bir kovboy davranışı içindedirler. Bunlara (kara gözlük, parlak siyah çizmeler, belde koca-man bir tabanca), "polisi taklit eden TV dizisindeki polis­leri taklit eden polis" demişimdir.]
"Ayşe" perişan, sinirleri laçka. Polise kötü kötü bakıyor; "Hah işte, bu tedhişçi ["teröristin Türkçe 'si idi, unutuldu mu?], gördün mü?" diyorlar. "Sizin bu yaptığını­zı bütün Türkiye'ye duyuracağım" diye tehditler de savu­ruyor "Ayşe". Durum, ulusal onuruna dokunmuş. Memur diyor ki: "Bizi ırgalamaz; biz AMERİKA'yız; istediğimizi yaparız".
Neyse ki, dört saat sonra "Ayşe"yi serbest bırakı­yorlar. O da,_ yerine varınca, e-postaları döşeniyor Türki­ye'ye. "Ey Amerika hasretiyle yanıp tutuşan gençler! İşte sizin Amerika bu! Bilin de başınıza böyle, veya beteri işler gelmesin." demeye getiriyor.
203

A.B.D.'NİN TİJUANA GÜMRÜK KAPISINDA BİR TÜRK KIZI

Bir e-posta geldi; sizlere de belki gelmiştir: ABD'de lisans üstü okurken, bir yandan da Kaliforniya Evrenkenti-San Diego'da öğretim yardımcılığı yapan Türk bir genç hanım. San Diego'nun hemen güneyinde, Meksi­ka sınırını geçer geçmez Tijuana diye berbat bir kasaba vardır; günü birlik gelen ABD'li gezmenler için her türlü rezaleti barındıran ufak bir kasaba. Mûtad üzere, hanım, Amerikalı birkaç arkadaşıyla Tijuana'ya gidiyor. Dönüşte, tekrar ABD'ye girerken, başına gelmedik kalmıyor.
"Şüpheli ülkeler" listesindeki Türkiye'nin vatandaşlarına Amerikan muamelesi
Hanımın pasaportu, ABD öğrenci vizesi, Kalifor-niya'daki görevini gösterir belge yanında. Her şeyi tamam. Ama, girişte polisler, Türk olduğunu anlayınca, "Hele, sen şuraya geç" diyorlar. Kaba, küstah tavırlarla bir odaya sokuyorlar. Orada bekleşen İranlı'sı, Orta- Doğulusu, Pa­kistanlısı bir kaç kişi; çoluk çocuk ta var. Türk hanımın -"Ayşe" diyelim- sinirleri iyice bozuluyor; bir yandan
202

Türk Devleti'nde hâlen mukim zevat Amerika'ya demeli ki: "Bak Amca Bey, biz sana ne kadar bağlılık gös­terdik. Sen ise bizi Libya ile bir tutuyor, 'şüpheli ülkeler' listesine alıyor, gariban vatandaşlarımıza her fırsatta eziyet ediyorsun. (Çaktırmadan baş düşmanlarımızı da destekle­yip duruyor, vatanımızın elimizden alınmasını hazırlıyor­sun. —Bunu şimdilik bari içinizden deyin-). Olur mu ya? Lütfen şu tutumunu biraz düzelt (ki, biz de kamuoyumuzu biraz daha, yeni seçim sonuna kadar, uyutmaya devam edebilelim).
Daha ciddîsi, Türk Devleti, ABD (tabii ve onun kuyruğu AB) ile artık biraz pazarlık etmeyi öğrenmeli. "Şunu şunu yapmazsanız, biz de şunu şunu yapmayız". Karşılıklılık (mütekabiliyet) ilkesi. Değil mi ya? "Büyük Uyanış" içinde olan şerefli Türk halkı ve Türk gençliği artık bunları istiyor; sabrı tükendi. Eninde sonunda arzula­dığını da yapacak.
4 Temmuz 2002 Kovboy Ülkesinden
205

11 Eylül'den beri, sırf Orta-Doğudan oldukları için binlerce kişinin, bu arada kahvelerden toplanıp götürülen yüzlerce Türk'ün sorgusuz sualsiz içeri atıldığını, kendile­rinden aylarca haber alınamadığını basın-yayından öğ yorduk. Ancak, "Ayşe"nin uzun, acıklı e-yazısı beni çok etkiledi.
Peki Türk Devleti Ne Yapar?
Hadi diyelim Libya ile, İran ile, Irak ile Ameri­ka'nın aralan bozuk; onlar Amerika'nın her istediğini yapmayıp ABD'ye kafa tutuyorlar. Küba gibi. Peki Türki­ye ile ne oluyor?
Türkiye 1946'dan beri Amerika'nın her istediğini, hem de cân-ı gönülden yapmıyor mu? Üsler verdi, kalanı­nı da açtı. İstenilen kanunları şipşak çıkardı. "Amerikan menfaatlarını korumak" için sahte gerekçelerle çıkarılmış savaşlarda ABD'yi "kahramanca" destekleyip asker gön­derdi. Ulusal hukukunu, fabrikalarını, tütününü, şekerini, buğdayını birkaç Amerikan (daha doğrusu uluslar-ötesi, 'küresel kıraliyetçi') şirkete teslim etti. Eğitimini Ameri­kan danışmanlarına havale edip 'millî eğitim'den, gerçek bir eğitim düzeninden, gerçek bilim, teknik araştırmaların­dan vazgeçti. Amerika'nın Türk dilini, dinini, tarihini, toplum yapısını, köy hayatını yok etmesine sevine sevine destek oldu ('yeni dünya düzenci', küresel kıraliyet kuy­ruğu gizli cemiyet üyeleri sağ olsun). Takiyye edebiyat yapılırken topraklarını Amca'nın dediği yabancıya veri­yor. Daha ne olsun? Amerika'nın bundan sâdık kulu var mı?
204

ile ilgilenenlere "komünist" damgası vurulup cezalandırı­lıyorlardı. Halbuki, Atatürk tüm dış Türklerle, bir yandan da Rusya ile ilgilendiği gibi, güçler arası denge siyasetini sürekli yürütmüştü. 1947'den sonra Amerika'dan başka, son yıllarda da Avrupa Birliği'nden başka lâf edilemez oldu. Önce "Küçük Amerika" olacaktık -uyuşturucusuyla, pop-topuyla, mafyasıyla, sıfır numara orta öğretimiyle, ayarlı basın-yayınıyla, Tarzancası ile, "altta kalanın canı çıksın" anlayışıyla.olduk bile- son yıllarda da "İllâ Avrupa Birliği'ne gireceğiz"; niyesi falan yok.
Bir iki yıl önce, Avrupa Birliği yutturmacasına karşı olan saygıdeğer bir zat, beni strateji ile meşgul bir vakfa davetsiz götürdü. Konu Avrupa Birliği. Kişiler 5-10 kişilik bir "çalışma gurubu". Sandım ki AB'ye girmenin yararlan, zararları tartışılacak, değişik seçenekler göz ö-nüne alınacak. Olur mu? AB'ye illâ da nasıl gireceğiz, daha ne tâvizler vermeliyiz konuşulacakmış meğer. Genç­çe bir profesör, önünde koca bir dosya, faydalar arasında teknoloji geleceğinden bahsediyor. Dedim ki: "50 yıldır, yabancı yatırım gelecek, teknoloji aktarımı olacak deyip duruyorlar. Kola ile burger'den başka ne geldi?". Cilâlı adam bize çıkışırcasına demez mi: "Kola şirketinin gelme­si bir ülkenin ilerlemiş, Batılılaşmış olmasının göstergesi­dir." [Buna Almanca allahasmaladık mânâsına gelen "çüş" demek gerekir]. Hepsine bir giydirdim ve oradan ayrıldım. İşte strateji böyle üretiliyormuş.
Biliyorsunuz, geçenlerde değerli bir paşamız AB'den gayri seçenekler de aramalıyız; Çin, Rusya, İran, Türk Devletleri, demeli Avrasya ile ilişkilerimizi geliştir­meliyiz mealinde bir beyanatta bulundu. Aslında Ata-
207

BÖYLE DIŞ SİYASET OLUR MU?
AVRUPA'DAN BAŞKA SEÇENEK
KONUŞULAMAZMIŞ !
Devletler her türlü olasılığa karşı stratejiler üretir. Bu savunma için de, iktisât için de böyledir. Hele hele tümünün temelinde yatan dış siyasette kesinlikle önümüze çıkabilecek her durum için önceden hazırlıklı olmamız gerekir. Elbette, kısa, orta, ve uzun vadeli hedefler sap-j tanmış olmalı, ancak dünyanın hızla değişebilecek koşul-lanna göre "koşullu hedefler", değişik yol ve seçenekleri de sürekli olarak önceden hesaplanmalıdır. Bağımsız dev-| letlerin hepsinde bu yapılır.
Devletlerin her türlü durum için stratejileri üreteni kuruluşları olduğu gibi, özelmiş gibi görünen ama devletle bağlantılı araştırma merkezleri, vakıflar da vardır. Ayrıca, o devletin güvendiği bazı evrenkent hocalarına da araştır-malar yaptırılır. Dış ülkelerden toplanan istihbaratla birlik­te tüm araştırmalar devletçe değerlendirilir, ona göre dış siyaset çizilir, uygulanır.
Daha 1950'lerde öğrenci iken dikkatimi çekmişti: ABD'de elime geçen bir kitapta, Sovyetlerin dağılacağı kimsenin aklına gelmezken, ABD'nin Orta Asya Türk elleri hakkındaki ayrıntılı araştırmaları, ileriye dönük yo­rumlan görülüyordu. Nitekim Türk Cumhuriyetleri ortaya çıktığında ABD çoktan hazırlıklıydı; tabii yalnız ABD değil, daha başka ülkeler de.
Türkiye'de ise, Atatürk'ün vefatından itibaren, ora­lardaki Türklerle ilgilenenlere "faşist", Sovyetler ve Rusya
206

HER ŞEY KİMYADIR!
Türkiye'nin çeşitli illerinde halka, varsa evrenkent-lerine ("üniversite", dâr-ül funun, çağın medresesi (yâni tedrisat yapılan yer) konuşmalar yaptığımda, elbette Türk toplumunun üzerinde oynanan derin oyunlara karşı halkı­mızı uyarmayı bir .ata borcu bildiğimden, toplumsal (içti­maî) meselelerle de ilgileniyorum. Tabii ziyaret ettiğim evrenkentlerde fen bilimciler varsa, fizik, kimya, matema­tik dallarındaki yeni çalışma ve kuramlarımızı da anlatıyo­ruz.
Bana bazan bilmeyenler sorar: "Sizin sahanız ne­dir?" diye. Ben de derim ki: "Her şey kimyadır. İnanmaz-san Gazâli'nin "Kimya-ı Saadetini oku". Malûmunuz, Gazali, büyük Selçuk âlimi, Türk bilim merkezi, devrin dünyasında en önemli bilim yuvalarından olan Bağdat'ta, Nizâmülmülk'ün kurduğu medresenin başmüderrisi idi ["Başmüderris" güzel söz; bugün kullanılan "rektör" lâfı ise Hıristiyan kilise teşkilatlarındaki bir makam adından gelme!].
Çok eski bir Türk geleneğine göre Gazali belli bir yaşa gelince inzivaya çekildi; bildiklerini, gördüklerini yazmaya koyuldu. Öyle değil mi ya? Âlimin birikimini gelecek nesillere aktarması gerekir. Diğer eserlerine ilâve­ten, yirmi ciltlik "Kimya-ı Saadet"i yazdı. Sonra da, her­kes okumağa fırsat bulamaz diye, bir ciltlik de Özetini ka­leme aldı. Hattâ hattâ, çocuklar için bazı ana fikirleri bir küçük kitapçığa dönüştürdü.
209


türk'ün yürüttüğü dış siyaseti, gösterdiği yolu hatırlatıyor­du. Vay, tüm "kontiirlü Avrupa düdükleri" yaygarayı bastılar; ayarlı basın-yayın da görevine yüklendi. Efendim, hedefimiz Avrupa imiş [o hedefi veren de aslında ABD amcaları, bakma sen. AB 'nin de ABD 'nin de tepesine mu­sallat olmuş olanlar aynı takım]; başka seçenek konuşulamazmış. Hadi diyelim ki Avrupa ile pazarlık ya­pılsın. Her dayatmayı kabul edeceğine, AB ile masaya, başka seçenekleri de geliştirerek oturulmaz mı? Nerdesin millî Dış İşleri Bakanlığı?
Tam paşamızın sözlerine karşı yaygara koparılır­ken Avrupa'da ne oldu? İtalya'da Galatasaraylı ayaktop-çulara İtalyanlar, İtalyan polisi ile birlikte saldırdı. Ertesi gün İsviçre'de (AB üyesi de olmak istemiyor ama) Türkle­re saldırıldı. Önceki AB Meclisi sahte Ermeni soykırımı kararlarını da unutmayalım. Arkadaşım! Hıristiyan ve Haçlı kafalı Batı, ve Avrupa, Türklerle bir arada olmak istemiyor. İnce oyunlarıyla işi hâlledemezse üstümüze çullanacak; tek derdi Endülüs gibi buraları da Hıristiyan eyaleti, sömürgesi yapmak. Kendini Türk sayan da, Kürt sayan da, kandırılıp her ne sayan da bunu böylece bilsin. Hiç kimseye ayrıcalık tanınmayacak, Avrupa düdüklerine, muhiplere bile. Endülüs'te iç çekişmelerde üste çıkmak için, Kurtuba'yı gel fethet diye İspanyol kırallarını davet edenlere ne oldu? Ahaliyle birlikte onların da kellesi gitti; çoluk çocukları köle pazarlarında satıldı. Ey işbirlikçiler! İbret alın. Fırsat varken Türk Milleti'nin bağrına dönün.
Gelin hep birlikte ulusal bir dış siyaset geliştirelim.
25 Mart 2002 Kadıköy, Istanbul
208

Bitti mi? Bitmedi (Ada vapurundaki ünlü satıcının ağzıy­la): Kişi ruhbiliminden geliyoruz Kimya-ı Saadet'te, top­lum özelliklerine, içtimaiyata [O da Batı'da 19., 20. yüzyıl işi], oradan meslek guruplarına...
İşte Selçuk Türkleri (ve onun temelindeki Türkis­tan) biliminde "her şeyin kimya olduğu" biliniyordu. Bu gün de öyle olduğu inşallah başka bir yazımızda...
10 Aralık 2001 Mühürdar
211

Ne yazık ki, bize okulda böylesi büyük Türk eser­lerini tanıtmadılar. Yıllar sonra bir ciltlik Kimya-ı Saa­det'e, Ankara Hacı Bayram-ı Veli Camiinin oralarda bir sahafta rastladım. Hayretler içinde bir göz gezdirdim; ya­nıma alıp Amerika'daki Yale Evrenkenti'ne dönerken be­raberimde götürdüm. O sıralarda, ben de bir çeşit muvak­kat inzivaya çekilmiş, Branford kasabasının eski "Küçük Kumsal" ("Short Beach") köyünde, 1903 yılında inşa e-dilmiş ahşap bir köy evinde, yazı masamın önündeki pen­cereden görünen ufak koya arasıra göz atarak, -ortasında küçücük bir ada parçası, üzerinde kış rüzgârlarına mâruz bir yalnızlık içindeki ağaç - , kimyanın yeni matematik temellerini geliştirmeye çalışıyordum. Arada Kimya-ı Sa-adefi okudum. Neler yoktu ki içinde...
Gazali, o gün bilinen kimyada, öğelerden ("ele-ment"lerden) başlıyor. [Unutmayalım ki o yıllarda bilim, teknik, tıp, ... Türklerde olup Batı kara cehalet içinde yü­züyordu. Kimya sözcüğü de ("chemie, chimi, chemistry") , daha pek çok bilimsel terim gibi Batı dillerine bizden geç­ti.] Âlim, kimyadan hayatın kimyasına ("biyokimya") ge­çiyor; kan dolaşımından, çeşitli salgı bezlerinden, ve bu salgıların kandaki miktarlarına göre insan hâlet-i ruhiyesinin değişeceğinden bahsediyor. Ben de, 'bilinen şeyler diye okuyup dururken birden idrak ettim ki: Aa, kan dolaşımı Batı'da, İtalya'da, kitaptan 600 yıl sonra keşfe­dildi!
Dahası var: Gazâlî, oradan insan ruhiyatına geçip uzun uzun anlatıyor [Ruhiyat/ruhbilimin Batı'da 19. yüz­yılda geliştiğini, Freud, Jung gibi bilginlerin Doğu kültü­ründen esinlendiklerini söylemeye gerek yok sanırım]
210

si) devreye girdi. Efendim, Türk alfabesine q, x, w ilâve edilmeliymiş. Herhalde bütün bunlar resmî dilimizin İngi­lizce yapılmasına birer hazırlık. "Milli" Eğitim Bakanlığı da boş durur mu? Meğer, daha 1997'de hazırlattıkları, ilkokul öğretmenleri rehber kitabında, çocuklara Türk al­fabesi öğretilirken q, x, w'nin de harflerimiz arasında öğ­retileceği yazılıymış (bunu da Sayın Turgay Tüfekçioğlu buldu). Şimdi sorarım size: Birbiriyle ilgisi görünüşte ol­mayan böyle değişik kanallardan aynı saldırıların olması tesadüf olabilir mi? İhtimaller hesabına sığmayacak bir durum. Öyleyse? Haa, demek ki göze görünmeyen alınmış bir temel karar, ve onu uygulamakla görevli, bir yerde eşgüdümleri sağlanan birileri var. O "yer"in ne olduğunu siz tahmin edin.
Ey, İngiliz Muhipleri Cemiyeti' nin güncelleştiril­miş uzantıları! Siz onu bırakın da önce şu Batı'nın bozuk imlâsını düzeltelim. Bir dil için en uygun yazının nasıl olması gerektiği hakkında birkaç matematiksel ölçüt ko­yabiliriz: İ) Her ses için bir harf, her harfe tekabül eden tek ses olmalı ("bire bir"lik ilkesi). 2) Bir dilin tüm şive ve hattâ lehçeleri için bir standart seçilip yazı ona göre belir­lenmeli. Şivelerden gelen ufak tefek ses ayrıntıları standart yazıya girmemeli.
Bu kurallara göre yazının dil için en tutumlu (ikti­sadî) olması da sağlanmış olur. Demeli, bir ses için iki, üç harf gereksiz kılınmalı. Seslendirilmeyen harfler yazıda olmamalı. [Burada yalnızca latin harflerini esas alan yazı­lardan bahsedeceğiz. Çince, Japonca, Korece gibi resim-°ge- yazı kullananlar, ayrıca Kiril, Arap, Fars, Osmanlı-Türk, İbrani, Sanskrit, vb. yazılan konumuzun dışında].
213

ÖNCE BATININ İMLÂSINI DÜZELTELİM
"Yeni Dünya düzenci", "Küresel Kraliyetçi"le Türkiye'deki kuyrukları şimdi de Türkçe'nin güzelim im­lâsını, yazısını bozmaya çalışıyorlar. Neden mi? Çünkü bunların derdi Türk olan her şeyi yok ederek, patronlarına ilelebet köle olacak, kimliksiz, onursuz, bağımsızlık duy­gularından yoksun bir insan kalabalığı yaratmaktır. Sadece son iki yılda Türkiye Cumhuriyeti'nin, Atatürk'ün esas ilkelerinin temellerine yöneltilen tasallutları tek tek sıra­lamağa kalksak bu yazının boyutunu çoktan aşar.
Türkçe'nin yok edilmesi için yabancı dille eğitimin ana okullarına kadar indirilmesi, Türkçe ile eğitim veren evrenkent (üniversite) sayısının gitgide azaltılması, Türkçe ile bilimsel araştırma ve yayın yapılmasının YÖK'çe adetâ yasaklanması, ortaöğretimde Türk edebiyatı derslerinin nerdeyse kaldırılması, ve şimdi de Türk yazı ve imlâsına topyekûn saldın....
Önce bir örütbağ (internet) şirketi ile bir cep tel şirketi başladı. İlânlarını yan İngilizce sözcüklerle verdik­leri yetmiyormuş gibi bir de Türkçeleri İngilizce imlâsıyla yazar oldular: ç yerine eh, ş yerine sh, x'ler, q' v&w'lar... Derken, aşağılık duygusu içinde kıvrandırılan, herhalde Anatolia Liselerinde okuduklarından, başka bir işe yara­mayacak Tarzan İngilizcelerini teşhir edip itibar görecek­lerini zanneden zavallılar dükkânlarının üstüne "pasha", "dönerchi",... yazdılar. Sonra Bilgi Evrenkenti (üniversite-
212

leştirilip dili, bugün Latince'ye en yakın dil olan Romen­ce'ye dönüştü. .Günümüzün İtalyancası, İspanyolcası, Fransızcası, Latince'nin avam ağızlarıdır. İngiltere önce Kelt, sonra Cermen boylarından Engl ve Sakson, sonra Fransızlaşmış Cermen kökenli Norman karışımı. Romalı-larca İskoçya'ya, Hadrian duvarına kadar fethedilip dilinin en az %60'ı Latinleşti. Bu diller arasında en az geçmişi olan, beş dilin kırması, kuralı kaidesi kalmamış, hem dil, hem yazı olarak en bozuğu İngilizce. Yukarıda bahsetti­ğimiz ölçütlere göre de bilime ve bilgisayara en uygun olmayan dil. [Bizim İngiliz/Amerikan Muhipleri herhalde bu dili çok beğendikleri için Türk Ulusuna kendi dili yeri­ne kakışlamağa uğraşmıyorlar! Nedeni başka. Ucu dışarı­da gizli cemiyet veya kulüpler vasıtasıyla siyâsî ve kısa vadeli çıkar göbek bağlan].
"Ş" harfi Almanca'da "sch" ile, İngilizce'de "sh" ile gösteriliyor, "f yerine bazan "ph". Onun gibi bizim "ç" çoğunda "eh". Gereksiz, fazlalık harfler zengini Batı. Ayrıca İngilizce ve imlâsı tam bir felâket, "i" bazan "ay" , bazan "i" okunuyor. Genellikle hangi harfin ne okunacağı belli değil. Böyle bir imlâ çocuklara nasıl öğretilir? Her yazılı sözcüğü ayrı ayrı ezberleterek. Onun için de çoğu Amerikalı en basit sözcüklerin bile nasıl yazılacağım bilemez. Tam bir keşmekeş. Kendi anketlerine göre ABD ortaöğretiminden geçenlerin %65'i dosdoğru okuma yaz­ma bilmiyor ( ne güzel değil mi? Böylesine cahil halk, orada da ayarlı olan basın-yayının her dediğini yutar). Halbuki Türk yazısı ile, harflerden heceleri, hecelerden sözcükleri okumak, her yazılanı doğru okumak, her söyle­neni aynen ve doğru yazmak birkaç haftada öğretilebili-
215

Şimdi bu ilkelere göre Türkçe'ye, bir de Batı dille­rine hele bir bakalım:
Atatürk'ün önderliğinde konmuş olan alfabe ve im­lâ/yazımız Türk dilleri için tam bir mükemmellik gösteri­yor: Bire bir, ne fazlası, ne eksiği var ( bunu derken, â, û, î'deki inceltme /uzatma simgesini de katıyoruz. Bu (^) şapkaların son yıllarda bazılarınca düşürülmesi de Türkçeyi önce küçük düşürmek, sonra da yok etmek gaye­leri yolunda atılan bir adım).
Türk yazısı bilgisayar için de en uygun yazı (bunu yıllardır diyorduk; şimdi yabancı bilim adamları da söy­lemeğe başladı). Elbette bilgisayar için yazı iktisadî olma­lı; kim lüzumsuz harfler için fazladan tuşlamak ister? Ay­rıca, bilgisayarın, tuşlar yerine sesli komutlarla çalışması, yazılan seslendirmesi gibi gelişmeler Batı dilleri ve yazı­larında çok zorluklar çıkardığı hâlde, Türkçe'de çok daha kolay gerçekleşecek. Bizim yetenekli bilgisayar mühendisi gençlerimiz bu konularda çalışmalı, geliştirecekleri bilgi­sayar yazılım ve donanımlarını da tüm Avrasya Türk ülke­lerine yaymalı, pazarlamalı. Hep Batılının öncülüğünü bekleyecek değiliz ya.
Gelelim şu çok şeyi bozuk Batı'nın bozuk yazı ve imlâlarına:
Lâtince'nin imlâsı düzgündü, "c" harfi "k" gibi okunuyordu, "k" yoktu. Cermen kavimleri bu alfabeyi alınca "k" harfini eklediler. Romalılar imparatorluk sınır­lan içindeki kavimlerin dillerini unutturup bilinçli bir şe­kilde "Gaul"ü, İspanya'deki İbero-Keltleri, Kuzey İtal-ya'daki önce Keltleri, sonra Lombardlan Latinleştirdiler. En son fethedilen yerlerden "Dacria" 100 yıl içinde Latin-
214

EĞİTİMİN AMACI
Eğitimin amacı, insanı, hem kendisi, hem de top­lumu için değer yaratacak düzeye getirmek olmalı. Eğiti­min ikinci gayesi ise, bir ulusun geçmişi ile geleceği ara­sında köprü kurmaktır. Yoksa onu kimliksiz, kişiliksiz, bilinçsiz, ve darmadağın, ortak bir değerler dizgesinden yoksun bir kuru kalabalığa dönüştürür, değil mi ya? Ör­neğin bizim en az on bin yıllık, yalnız siyasi değil, uygar­lıklar yaratmış ve Batı'ya defalarca götürmüş bir tarihimiz var. ["On bin ve daha da eskisi için, meraklısına, Kâzım Mirşan'ın buluşlarını açıklayan, Kaynak Yayınlarından Halûk Tarcan'ın "Ön-Türk Tarihi" kitabı önerilir]. Ve biz Asya kökenli bir Avrasya ulusuyuz. Eğitim, nesillerimize bu geçmişin bilincini vermezse, çok kısa bir uygarlık tarihi olan Avrupa'ya (ya da Amerika'ya) yamanmayı kendisine ülkü edinen, bağımsızlık duygusunu yitirmiş, kendi hedef­leri, siyaseti olmayan, yabancıların çıkarları için çalışmak­tan medet uman sözde aydınlar ve hatta yöneticiler yetişti­ririz. Halbuki hem Asya'nın, hem Batı'nın ne olduğunu iyi öğrenir, idrak edersek, Asya kültürlerinin yüceliği kar­şısında, Batı'nın yüzeysel yaldızı bize artık parıltılı gelmez, Batı'nın bize musallat ettiği aşağılık duygusundan da kurtuluruz; yüzümüzü Doğu'ya, Doğu önderliğindeki bir Avrasya'ya dönmek gelir içimizden.
Eğitimin, son yirmi yılda geldiği şu hâle "eğitim" demek mümkün mü? Halbuki, 1950'lerde yabancı "da-
217

yordu (askerde bile). Şimdi ne oldu? Amerikan danışman­ların telkini (belki de dayatması) ile olacak, bu düzenden vazgeçilip, sözcükleri birer resim gibi görsel ezberletme yöntemi gelmiş..[Bazı hastalıklar vardır ki, hasta bunu başkalarına da bulaştırma ihtiyacı hisseder. Amerika'nın bir derdi de bu herhalde].
G. Bernard Shaw, "Pygmalion" temsilinin önsö­zünde İngilizce imlâsının rezilliğinden yakınır durur. O yıllarda İngiltere'de İngiliz imlâsını düzeltmek için de bir hareket vardı. Beceremediler. Anlaşılan iş, bizim Anglo-Sakson Muhiplerine düşecek. Ne olur; bizim dünyaya ör­nek olacak ülken imlâ ve yazımızı bozmaktan vazgeçin de, şu yılıştığınız İngiliz/Amerikan efendilerinize bir iyilik edin: Önce onların imlâsını düzeltiverin!
7 Ocak 2002
216

[ABD, AB mallarını pazarlayacak anlaşılan. Başka, üretici meslekler kalmadı ki artık; ne fabrika kaldı, ne, az da olsa araştırma, ne yerli üretim].
Velinin derdi: "Oğlum falanca evrenkentte okuyor" diyebilmek. Toplumuna yabancılaşmış "üst tabaka"dan ise, "Oğlum, Amerika'da mastır yapıyor" diyebilmeli; arada bir ana baba [Noel tatilinde] oğlucuklarını ziyaret etmeli. Oğul, ne için, nasıl bir yerde okuyor fark etmez. Öğrencinin derdi de, dostlar alışverişte görsün kabilinden bir diploma alabilmek. Zâten sonra, ömür boyu tek bir kitabın kapağını bile açmayacak. İşte ulusal hedefleri olmayan bir ülkenin bireyleri de böyle olur.
Aksaklığın tanımı daha bitmedi. Şimdilik bu kadarını diyelim, ötesini, ve de peki, bu perişan eğitim düzenimize ne yapılması gerektiğini de sonraya bırakalım. Yeni ufuk­lar dileğiyle.
15 Ocak 2002
219

nışmanlar" iyice devreye girinceye kadar Türk ortaöğre­timi dünyadaki en iyilerinden biriydi; o zamana, dek hâlâ Atatürk'ün milli eğitim anlayışına göre yürümekteydi. Sonra bozdular, önce yavaş yavaş; son yıllarda ise son sürat sıfırladılar eğitimi Şu hâle, yeni bir gözle hele bir bakın: Öğrenci bir okula yazılıyor, ama derslere girip bir şeyler öğreneceğine, en önemlisi düşünme alışkanlığı edineceğine, dershane kapılarında, gece gündüz, hafta son­lan perişan oluyor. Neden? Çünkü , konuların ruhu yerine, birtakım, ezberciliği teşvik eden sınavları geçme taktikle­rini öğrenecek. Adlan alfabe çorbasını andıran giriş sınav­ları, mesele çözme, düşünme, düşündüğünü iyi ifâde ede­bilme yeteneklerini ölçen sınavlar yerine, A, B, C,... şıkla­rından birini işaretleten sınavlar. Amaç herhangi bir evrenkente (üniversiteye), herhangi bir dalda kapağı at­mak. Öğrencinin ne için ve nasıl bir meslek edineceği ö-nemli değil. Öğrencilerin ancak %10 kadarı, İstediği, sev­diği bir dala girebiliyor; onun, dolayısıyla ülkenin, kaderi­ni işte o alfabe çorbası sınavlar belirliyor. Bu, yirmi yıldır böyle gittiğine göre, demek ki ülkemiz %90 yaptığı işten, mesleğinden nefret eden insanların elinde. [Gerçi, insanla­ra zâten liyâkatlerine göre iş verilmiyor ya; birinin hısımı, ya da hemşerisi olacaksın, çömezlik yeteneklerin gelişmiş olacak. Hele hele yükselmen için, seni, ucu dışarda, beşin­ci kol "Muhip" cemiyetleri üyeliğine uygun bulmalılar. Vatansever değil, "vatan satar" olabilmelisin.].
Evrenkent öğrencilerine hep sorarım: Örneğin, "Fiziğe merak sarmıştın demek, fiziğe girdin". Aldığım cevaplar genelde şu mealde olur: "Yok canım, ben diplomamı hele bir alayım, fizikle falan uğraşacak değilim. Ticaret yapa-
218

bette "bütün hayat'tan kasıt siyaset, hukuk, teknik, bilim, eği­tim, sanat, tip, kültür ve edebiyattır; hayatin her yüzü.]
" Bati dillerinden hiçbirinden aşağı olmamak üzere, on­lardaki kavramları anlatacak keskinliği, açıklığı haiz Türk bi­lim dili terimleri tesbit edilecektir." ( Atatürk bizzat kendisi bu dâva uğruna çalıştı. Bugün askerlikte olsun, matematikte olsun kullandığımız birçok terimleri Türkçe'nin derinliklerin­den çıkarıp bize armağan etmiştir. Altmış beş yıldır bu konu­da çok ilerleme kaydedilmiş, her yeni bilimsel kavram tam Türkçesiyle ifâde edilebilir konuma gelinmişken ne hikmetse şimdi bazı odaklar bu gelişmeyi ve Türkçeyi hızla yok etmekle uğraşıyor.)
• Daha 1924te: " Millî eğitimin ne demek olduğunu bil­mekte hiçbir tereddüt kalmamalıdır. Bir de millî eğitim esas olduktan sonra onun lisanım, usulünü, vasıtalarını da millî yapmak zarureti münakaşa edilemez."
1938'de, vefatından az önce:" Türlü bilimlere ait Türkçe f terimler tesbit edilmiş, bu suretle dilimiz yabancı dillerin tesi-] rinden kurtulma yolunda esaslı adımını atmıştır. Bu yıl okul­larımızda tedrisatın Türkçe terimlerle yazılmış kitaplarla baş­lamış olmasını kültür hayatimiz için mühim bir hâdise olarak kaydetmek isterim."
Ve nihayet Türk bilimci ve eğitimcisine şu vasiyeti: " Bakınız arkadaşlar, ben belki çok yaşamam. Fakat siz, ölene dek Türk gençliğini yetiştirecek ve Türkçe'nin bir kültür dili olarak gelişmeye devamı yolunda çalışacaksınız. Çünkü Tür­kiye ve Türklük, uygarlığa ancak bu yolla kavuşabilir." (Ata­türk'ün sözlerinin kaynağı ve ilâve bilgiler için; Bkz. O. Sinanoğlu, "Atatürk ve Türk Bilim Dili", Bilim ve Teknik , sayı 59,sff. 8-11, Ekim 1972>.
Görülüyor ki, Atatürkçülükle, yabancı dilden eğitim, misyoner okulu modeli demek olan "kolej" (veya ben-
221

ATATÜRK BİLİM ve EĞİTİM DİLİ HAKKINDA NE DEMİŞTİ?
Bağımsızlık ruhunun temelinde kimlik bilinci, kişi. lik, onur / haysiyet duygusu, ve özgüven yatar.
"Bağımsızlık benim karakterimdir" diyen Atatürk onun için halkımızın kimlik, kişilik, onur, ve özgüveni üze­rinde durdu. Kafalar, gönüller bağımsız olmadan, ülkenin ne iktisâdı, ne savunması, ne de dış siyaseti bağımsız olabi­lirdi.
Atatürk "Türk Kimliğini" Türkçe üe tanımlamıştır. Onun için de Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı'ndan sonraki te­mel dâvası Türkçe'yi, dolayısıyla Türk kültür ve kimliğini yabancı boyunduruklardan korumak, bunun için de eğitimi her düzeyde Türkçe ile yapmak, halkın yabancı dille, (yâni yabancı misyoner türü) eğitime özenmesini önleyecek ted­birler almak olmuştur. Bakınız Atatürk bu konularda neler diyor:
• " Türk demek Türkçe demektir; ne mutlu Türküm diye'
ne." (meğer meşhur sözün birinci kısmı da varmış !).
• " Millî his ile dil arasındaki bağ .çok kuvvetlidir. Dilin
millî ve zengin olması, millî hissin gelişmesinde başlıca mües­
sirdir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir, yeter ki bu dil
şuurla işlensin. - Ülkelerini, yüksek istiklâlini korumasını bi­
len Türk milleti dilini de yabancı diller boyunduruğundan
kurtarmalıdır." [ ve tabii korumalı]
• " Kati olarak bilinmelidir ki Türk milletinin millî dili ve
millî benliği bütün hayatında hâkini ve esas olacaktır." [El-
220

HUNTİNGTON'A O KİTABI KİM YAZDIRDI?
Afgan savaşı belli ki 11 Eylül 2001'de başlamadı. Tasarlanmasını çok öncelere götürmek mümkünse de, baş­langıcını, Sovyetler'in dağılmasından hemen sonra sayabi­liriz. .
ABD iktisâdının yürümesi çoğu zaman hayalî bir düşmanın gösterilmesine bağlı. Sovyetler dağılıverince Pentagon, "Şimdi düşman kim?" diye kısa bir şaşkınlık devresi geçirdi. Hemen arkasından yeni düşman gösterildi. Altı ay içinde tüm Amerikan kamuoyunun beynine, (orada da ayarlı olan basın-yayın yoluyla) şu formül işleniverdi: "Müslüman = "Fundamentalist" = "Terörist" (yâni "tedhişçi")". "Kızıl Tehlike" gitti, "Yeşil Tehlike" geldi" dediler. Ne zaman? 1990'lann başlarında. İşte, Orta-Doğu, sonra Kafkasya ve Orta Asya kaynaklarının doğrudan "Küresel Kıraliyetçilerin" emrine verilmesine yönelik son Haçlı Seferi böyle başlatıldı. Bu suretle, küresel taraliyetçilerin, onların üç beş uluslar ötesi şirketi ve ban­kasının egemenliğindeki "tek dünya devleti"nin kurulması yolunda da önemli adımlardan biri atılmış oldu.
Böyle durumlarda, yalnız ABD halkı için değil, dünya ve özellikle üçüncü dünya ülkelerinde kamuoyu oluşturulması, bu suretle oralarda erk sahibi edilmiş sahte aydınların masalık görevlerini daha kolay yerine getire­bilmeleri için Huntington gibi adamlara "Medeniyetler Çatışması" gibi kitaplar yazdırılır. ABD'de Huntington'u Pek takan yok, ama Türkiye'de herkesin dilinde; basın-
223

zeri "Anadolu lisesi") yanlısı olmak kesinlikle bağdaşmaz, o halde Atatürkçülere bugün, her zamankinden çok, büyük bir görev düşüyor: Türkçe bir iki nesil sonra yok olmadan yabancı dille eğitime son verilmeli, onun yerini yabancı dil takviyeli Türkçe Fen liseleri veya Ülken ("süper") liseler düzeni almalı Türkçe bilim ve teknik yayınlan (telif ve tercüme, dergi ve kitap­lar) Devlet ve çeşitli kuruluşlarca teşvik edilmeli. Unutulmamalı ki, Türk Devleti'nin birinci görevi Türk adının, kimliğinin, onun için de Türkçe'nin ilelebet yaşamasını sağlamaktır.
222

sivil örgütler değil, demokratik hiçbir yasal tabanı olma-yan fakat dünyanın gidişatını tayin eden özel kuruluşlar. "CFR üyesi Carroll Quigley, "Trajedya ve Umut" adlı kitabında, CFR 'nin temel inancının "ulusal sınırların silinmesi; yerine bir dünya düzeni kurulması" olduğunu yazıyor. Huntington ve Brzezinski de bu gaye peşindeler."
"1921 'de kurulduğundan beri CFR, ABD 'nin özel­likle dış siyaset ve savunmasında son derece etkili olmuş­tur. Her yönetimde,en azından Dış İşleri, Savunma, Hazi­ne, ve Mitti Güvenlik Bakanları CFR 'dendir. Belli başlı bâsın-yayın kuruluşlarında da (NBC, ABC, CBS TV'leri, 'The New York Times', ve Vaşington Post gazeteleri) CFR üyeleri bulunmaktadır."
"CFR, Üçlü Kurul (Tri. Comm.), ve Bilderbergci-ler, gerçek kararların alındığı gizli siyasî çevreler olarak belirlenmektedir. Şimdiki dönemde Madeleine Albright, David Rockefeller, ve George Bush CFR üyesi. En büyük ABD bankaları ve sanayi şirketlerinin de CFR 'de temsilci­leri var.".
"Üçlü Kurul, 1972 'de, aralarında D. Rockefeller ve Z. Brzezinski 'nin bulunduğu sekiz CFR üyesi tarafından kuruldu. Amaç, ABD, Avrupa, ve Japonya'nın egemen sınıflarını bir araya getirmekti. Dünya Ticaret Örgütü (WTO), NAFTA (Kuzey Amerika Gümrük Birliği), veMAİ (Çok Yanlı yatırım Anlaşması) önderleri de Üçlü Ku­rul'da. Bu takım, dünyayı yönlendiren kararları, gizli cel­selerde, olağan demokratik siyasî süreçlerin dışında alı­yor. Bu etkinliklerde Huntington hep Z. Brzezinski 'nin sağ kolu."
225

yayında hakkında bol bol yorumlar yapılıyor. Kitap zaten bunun için yazdırılmış olacak.
Şimdi, bu işlerin böyle olduğunu çoktandır biliyor, en azından kuvvetle tahmin ediyorduk ama, geçenlerde, Huntington'un kimin nesi olduğu hakkında ayrıntılı bilgi-lere rastladık; İsviçre'de çıkan ilginç bir derginin Ocak 2002 sayısında Nadia Weiss yazıyor; aktarıyorum:
"Huntington 'un perde arkasına baktığımızda kar­şımıza ilk çıkan kim ola dersiniz? Zbigniew Brzezinski 'nin ta kendisi. Z.B., ABD'nin dünya egemenliği kurması için ABD stratejisini hazırlamış olan kişi. Bu küresel egemen­lik savaşı Avrasya'da yürütülecek. Onun için Amerika, Ukrayna, Türkiye, İran, ve Kafkas ülkelerini denetim al-tmda tutmalı. Avrupa Birliği'nin de, NATO'nun da Do­ğu 'ya doğru genişletilmesi işte bu stratejinin bir parçası."
Nadia Weiss devam ediyor: "Huntington 'u okurken insan Brzezinski 'yi okur gibi oluyor; ikisi de aynı siyasî planı güdüyorlar: Dünyaya tek bir gücün hâkim olmasını, kendilerinin de bu gücün bir parçası olmalarım istiyorlar.
"Bu iki zat-ı şerif, sadece aynı doğrultuda ayrı ayrı yürümüyorlar; işlerini birlikte yapıyorlar."
"1959 'da tanıştılar; 1960-1962 'de "Siyasal Güç: ABD/SSCB: Bir Karşılaştırma" kitabını ortaklaşa yazdı­lar; bu konuda Kolumbiya Evrenkenti 'nde (üniversitesi), sonra çeşitli ülkelerde birlikte seminerler verdiler. Bşk. Jimmy Carter döneminde ikisi de ABD Ulusal Güvenlik Kurulu 'nda idiler. Birçok kurullarda birlikte ve önderlik mevkilerinde çalıştılar. İkisi de CFR ("Council on Foreign Relations") ve TC ("Trilateral Commission" (Üçlü Ku­rul)) üyesiler. Bu iki kurul öyle zararsız, kendi hâlinde
224

YABANCI DİLLE EĞİTİM KURBANI ÖĞRENCİLERE ÖĞÜTLER
Arkadaşım Bakkal Ali, birkaç yıl önce bir gün, üzüle­rek sıkılarak "Ah, sorma hocam, başka okul bulamadık, bizim Osman'1 Anadolu Lisesi'ne verdik." dedi. Halbuki kendisi, yabancı dille eğitimin ne mene bir saptırma, ihanet derecesine varan, ulusu câhil, düşünemez, bir de kimliksiz bırakma oyu­nu olduğunu iyi bilenlerdendi. Öyle ya, dünyanın, birkaç, iyice sömürgeleşmiş ülkesi hâriç hiçbir yerinde, kendi, ço­ğunluğun ana dili olan resmî dilinden değil de bir yabancı dilden eğitim yapma diye bir düzen yok. Üstelik böyle bir "yabancı dil öğretme" yöntemi de yok. Niye mi? Elbette yok: İnsan aynı anda hem bir yabancı dili, hem de örneğin fiziği, kimyayı öğrenebilir mi? Sakın dış ülkelerde "Biz böyle öğre­tiyoruz" demeyin. Gülerler adama. Hem de zaten sıfırlatılmış ulusal itibârımız iyice beş paralık olur.
Birkaç ay sonra Osman'a rastladım. Osman, babası gibi çok zekîdir. Her şeye aklı erer. Ama baktım, üzgün, peri­şan. "Hayrola Osman" dedim. "Neyin var?" . Çocukcağız, "Anatolia (Roma İmparatorluğunun eski eyaletinin, sömür­gesinin adı) Lisesi"nde derslerden çakıp duruyormuş. "Tar­zan dilindeki derslerde ne hoca anlattığını anlıyor, ne biz bir şey anlıyoruz". "Fen konularına merakım vardı, şimdi tama-mıyla söğüdüm. Nefret ediyorum." Okul olmuş bir azap. Üs­telik çocuk kendisini, ulusal kimliğinden hızla arındırılmak için içine sokulduğu, bunaltıcı sıcak, arada üstüne özel kim-
maddeler püskürtülen bir arıtma tesisine, "küresel
227

"Üçlü Kurul'un gayesi, kamuoylarını ve devletle­rin siyasal kararlarını o şekilde etkilemek ki, tüm dünya­nın ulusları, hükümetleri, ve iktisatları, uluslar ötesi banka ve şirketlerin çıkarlarına hizmet edecek. Bu amaç için, halklar bağımlı kılınacak, karşıt sesler susturulacak; de­mokrasi, denetim ve gizli teşkilâtlar aracılığıyla rafa kal­dırılacak. Nihâî amaç, tek dünya iktisâdı, tek dünya devle­ti, tek dünya parası, ve tek dünya dini. Hedefler arasında ABD'nin kendi siyasal hükümetinin de birkaç banka ve şirketin güdümüne alınması var. "
"Üçlü Kurul'un tasarıları, 1975'te Samuel Hun-tington 'a yazdırdıkları "Demokrasinin Buhranı" adlı ki­tapta belli oldu. Halkın, meclis, eyalet ve yerel hükümet­lerde etkili olmağa başlamasından, demokrasi bilinci ve katılımının artmasından rahatsız oldular. Halkı tekrar tepkisiz, uyuşuk, kolay güdülür bir hâle getirmek istediler. İlginçtir ki, 11 Eylül'den sonra hem ABD, hem diğer çeşit­li ülkelerde, olağanüstü durum bahanesiyle birçok özgür­lükler, demokratik haklar kaldırılıyor."
"Üçlü Kurul ve CFR, amaçları doğrultusunda, desteklediği vakıflara, eğitim ve araştırma kurumlarına bazı "çalışmalar" ve yayınlar yaptırıyor. Bir yandan ha­yali düşmanlar yaratılıp dünya hâkimiyeti için harpler çıkarılırken, bir yandan da kitleler korkutulup ellerinden demokratik hakları ve özgürlükleri alınıyor. Birincisinin zeminini hazırlayan "Medeniyetler Çatışması" kitabında da, ikincisine kamuoyu hazırlayan "Demokrasinin Buhra­nı " kitabında da Samuel Huntington 'un imzası var."
5 Şubat 2002
226

alınması, ulusal kimlik ve egemenliğimizin elimizden alınması iç ve dış düşmanlarca dayatılıyorsa ilk yapacağımız iş, her birimizin sessiz direniş hareketine başlaması, dolaylı yollar-jj0 Türkçe'mizi, ulusal kimlik ve kültürümüzü, dolayısıyla çocuklarımızın geleceğini koruma altına almamız olacaktır. Okullarda, evrenkentlerimizde (üniversitelerde) Türkçe ile eğitim ve bilim yasaklanıyorsa (adı henüz öyle olmasa bile, şimdiden fiilen öyle), her birimiz, öğrencimiz, velimiz, öğre-jjjn üyemiz sessiz direnişle el altından öğrenimini, öğretimini, Türkçe ile yapacak, Çaptıracak. Öğretim üyeleri Türkçe ders kitapları yazacak, "sistem dışı" yayınlatacak, okutacak. Ya­bancı dil öğrenmek isteyenler, yazlan, akşamlan yabancı dil hırslarına gidin, yeteri kadar öğrenin. Unutmayalım, hepini­zin mesleği tercümanlık, otellerde kabul memurluğu olacak değil ya. Ağırlığı, bir meslek, en azından geçer akça bir zana­at öğrenmeye verin. Herkes ciddi matematik (gerçek bilim dili bu; Tarzanca değil), bilgisayar yazılımcılığı öğrensin; üretici, yaratıcı, kendine güvenen onurlu gençler yetiştirelim. Uzun vâdede, tarihin derinliklerinden süregelen Avrasya Türk varlığının devamı, ve hatta gittikçe güçlenerek yaşaması böylece teminat altına alınacaktır.
11 Şubat 2002 Kocatepe, Ankara
229

U
kıraliyetçilerin" ülkeye hediyesi bir beyin yıkama hamamına girmiş gibi hissediyor.
"Osman", dedim; "o işin kolayı var. Sen canını üzme Şimdi git, okuduğun dersin muadili Türkçe bir ders kitabı bul [ tabii bu artık kolay olmayabilir; artık sahaflara mı baka. çaksın, ne yapacaksan. Çünkü, bir yandan Batı 'nın küresel kıraliyetçileri etnikçi eğitim lâfları karıştırırken, Türkiye 'ek Türkçe ile eğitim nerdeyse kalmadı]. Türkçesinden fizik mi matematik mi iyice bir çalış. Gayet güzel ve derinine konulan anlayacaksın. Bol bol da alıştırma meseleleri çöz. Ancak boy-lece konu beynine mâl olur; yoksa ezberle bir iş olmaz. On-dan sonra, konuyu iyice bilince, yabancı terimlerini öğren­men birkaç günlük bir uğraşıdır. Gider o ezbercilik Tarzanca sınavlarını yapıverirsin, olur biter. Öbürlerinden farkın: onlar yalnızca birkaç kelime Tarzanca ezberlemişlerdir. Sen ise konular üzerine düşünebiliyor, sorgulayabiliyor, çözüm üre­tebiliyor olacaksın. Haydi bakalım."
Aradan bir yıl kadar geçti. Meğer Osman bizim sözle­ri ciddiye almış; dediğim tarzda çalışmış. Bir de baktık, Os­man okul birincisi. Gençler, öğrenciler, kendi ülkesinde ya-bancılaştmlan, yabancı dayatmacıların, onların yerli maşa­larının kurbanı küçük kardeşlerim: Size de aynısını öneri­rim. Tabii burada genel bir ilke var: Öyle veya böyle fethe­dilmiş, tepesine binilmiş bir ulus nasıl bir savaşıma yönelebi­lir? Kalelerine, ulusal kurumlarına, fabrikalarına, tersaneleri­ne, limanlarına, topraklarına, ve de yabancı oyunlarına karşı bir ülkeyi koruması gereken "bağışıklık" dizgesine girilmiş bir ülkede sessiz ve akıllıca bir kurtuluş savaşına, onun için de önce bir direniş hareketine ihtiyaç vardır. Türkçe'nin edilmesi, halkımızın eğitimsiz, becerisiz, ve düşünemez
228

"tek dünya devleti", daha doğrusu bir ."küresel kurma gayreti içinde mazlum milletleri kana bulayan, gizli cemiyetlerin içine saklanmış "küresel kıraliyetçi" adını taktıklarıma, belgeleriyle verip veriştiri­yor. [Bazı okur, ya da TV'de bizi izleyenler, "küresel kıraliyet" denince İngiliz Kıraliyeti zannetmiş. Olur mu ya? Daha Avrupa'da birçok kıralhk var; tabii onların mensuplarından da "cemiyet" üyesi olanlar var ama...] Küresel kıraliyetçiler her dönemde iktisadî, askeri açıdan o dönem en güçlü olan ülkeyi merkez üs edinirler. Onun için şimdi en çok ABD'yi kullanıyorlar. Şu an, 11 Eylül'ü ba­hane ederek ABD halkının da özgürlüklerini, haklarını kaldırtmadalar. Melanetler yağdıran ülkelerin arkasındaki gerçek egemen gücü iyi bilmek gerek. 3) Ralph Epperson. ABD'de profesördü, böyle birşey orada çok zor olduğu hâlde evrenkentinden uzaklaştırıldı. 300 adet belge sergi­leyen "Görünmez El" ("Unseen Hand") gibi ilginç kitapla­rı var. Birkaç suikast girişimine de mâruz kaldı. Ve diğer­leri....
Derken, birkaç yıl önce örütbağda ("internet" de­mek olur), Çomski ile Türkiye'den birileri arasındaki tar­tışma yazışmalarına tanık oldum. Çomskicik maskeyi in­dirmiş, küresel kıraliyetçilerin yeni melanetleri doğrultu­sunda habaset (habislik) -afedersiniz- kusup duruyordu.
Geçen gün Sayın Alpaslan Işıklı'nm da menhur Çomski ile yazışmalarının yayınlandığım gördüm. 1
Artık tereddüde mahal yok. Besbelli ki Çomski, Huntington gibi, ama daha da İyi yutturulmuş bir "küresel
Alpaslan Işıklı, "Kumarhane Kapitalizmi", Otopsi Yayınlan, Şubat 2002, İstanbul. Okurlara önerilir.
231

EY NOAM ÇOMSKİ, NERDEYSE BENİ DE KANDIRMIŞTIN
Çomski'yi takdir ediyordum; bir ara benim de bu­lunduğum Masaçusets Teknik Evrenkenti'de (kısa adı MİT, tabii "bizimki" değil) dilbilim profesörü. Matematik­sel dilbilim; hârika bir saha. Benim de iyice merak sarabi­leceğim konular. Ama bir de, vay Çomski, bakıyordum, Amerika'nın (Sayın Atillâ İlhan'ın tabiriyle) vahşi kapita­lizmine, sömürgeci düzenine verip veriştiriyor. Vay canına diyorum, öyle yazılarım da zevkle okuyordum. Fakat son­ra bir gün aklıma geldi: Bu adam zor durumlara sokulma­dığı gibi ABD devletince de el üstünde tutuluyor. Halbuki, onun gibi devlet siyasetine karşı çıkan başkaları da var. Onların başına gelmedik kalmıyor.
Örneğin: 1) Michael Parenti. Yale Evrenkenti'nde profesör olduğum yıl, o da Yale'den doktorasını almış. "İmparatorluğa Karşı" ("Against Empire") kitabının Türk­çe çevirisi Kaynak Yayınları'ndan çıktı. 2) Jim Marrs. ABD'de yeni çıkan kitabı "Gizlilikle Yönetim" ("Rule By Secrecy"), tüm dünya halklarının başına musallat olmuş bir iki milyon, kendini "seçkin elit" olarak gören, uluslar üstü birkaç banka, birkaç şirketle ulus devletleri yok edip
230

plaket takdim edenler bile, sanmasın. Yoksa sonradan bü­yük bir hayal kırıklığına uğrayacaklardır. "Küresel kıraliyetçilerin", Çomski'nin, buradaki "gizli cemiyet" üye­si kuyrukların yapmak istediği etnikçilere bağımsızlık vermek değil, ortak ulus devletimizi yıkarak topraklarımı­zı başka bir ülkeye ilhak etmektir.
20 Şubat 2002
İstanbul

kıraliyetçiler" görevlisidir. Alpaslan Işıklı Hoca'mızın yazışmalarında göreceksiniz. Bu Çomski, aklı, bilimselli-ği, dürüstlüğü, mantığı tamamıyla bir kenara bırakarak son derece ayarlı saldırganlığım, hayâsızlığını gözler önüne seriyor..
Daha on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru bü­yük Alman dilbilimcileri Türkçe'nin matematik gibi yapı­sına, bu en eski ve en türelken, güçlü dile hayranlıklarını anlata anlata bitiremiyorlardı. Hâlen de Batılı bilimciler Türkçe'nin bilim ve bilgisayar için en uygun dil olduğunu yemden keşfetmekteler. Durum işte böyle iken, Çomski gibi matematiksel bir dilbilimcinin Türkçe'ye bilimsel açıdan meraklı olması gerekir; eminim öyledir de. Elbet, Türkçe'nin (yabancı dille eğitim hançeriyle) Batı güdümlü yok edilme gayretlerinden de habersiz değildir. Peki, ni­çin, Avrasya'nın dört bir yanında Türkçe'ye ve tüm Türk halklarına uygulanmakta olan "kültürel soykırım", ve hatta birçok yerde fizikî soykırıma karşı tavır almıyor? Filistin halkını yeryüzünden silmek faaliyetine, Balkanlarda peşpeşe gelen müslüman ve özellikle Türklere uygulanan soykırımlara, Irak'ta Türkmenlere, Batı Trakya'da Türkle­re, İran'da Kaşgay, şimdi de Azerî Türklerine yapılanlara, Kuzey Azerbaycan-Karabağ'da Ermenilerin Türklere yap­tığı soykırıma karşı tavır almaya ısrarla direnmesindeki aynı nedenden. Bunların hepsi "küresel kıraliyetçi", "tek dünya devletçi", insanlık düşmanı sömürgeci desteklidir. Çomski'ye kendini Kürt veya Türk sayan kimse kanmasın. Çomski'nin maskesi artık iyice düşmüştür. Onun derdinin Kürtçe'yi, Kürtçe Eğitimi savunmak olduğunu kimse, kendisini Türkiye'ye davet edenler, Doğu'da ona Kürtçe
232

Örnektir milletlere açtığımız yeni iz; İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kütleyiz;
Tersine dönse dünya yolumuzdan dönmeyiz,
1933'te nerde, ne ruhtaymışız, 69 yıl sonra nerelere gelmişiz (daha doğrusu gitmişiz)!
Evet bunu artık Türk halkının tüm gerçek mensup­ları, ezilenler, yoksullaştırılanlar, dünya üzerinde getirildi­ğimiz onursuz, kişiliksiz, kimliksiz hâlden yüreği yanan­lar, eğitimsiz bırakılıp Tarzanlaştırılmaya çalışılan genç­ler, 1930'lann Atatürk ruhunu yaşamış emekli öğretmen­ler, köy yaşamından koparılıp beton yığını kentlerde kapı­cılık kuyruğuna sokulan sabık rençberler, araştırma yap­maktan, bilimde yaratıcılık ufuklarından mahrum edilen bilimciler, hortumcuların götürdüğü sırtına bindirilen halk görüyor. Ve "DUR!" deme zamanı yaklaşıyor.
Olaya bir de şu açıdan bakalım: Atatürk'ün 1938'de vefatından itibaren Atatürk ruhuyla devam etsey­dik acaba bugün nerelere varmış olurduk? Fakat, maalesef, o günden bugüne geçen 64 yılı heba ettik; vakit kaybettik. Şimdi, "Atatürk gitti, iş bitti." (daha doğrusu bitirildi) de­mek zorunda kalıyoruz zannedip sevinen nice iç ve dış düşmanların yürekleri yağ bağlıyordur. Ancak, onlar idrak edemezler ki bu ülkede daha yüzbinlerce "Atatürkler", nice, şimdilik sessiz kahramanlar, bağımsızlığını, şerefini her şeyin üstünde tutan her yaştan kurtuluş savaşçıları var­dır.
1938'den sonra, "muhiplerin", mandacıların, tesli­miyetçi "tek dünya devletçi", yâni insanlık düşmanı "küre-
235

ONUNCU YILDA BIRAKTIĞIMIZ YERDEN DEVAM ETMEK.
Son yıllarda "çağdaş" davetlerde cazlı, poplu söy­lenen "Onuncu yıl Marşı"nın sözlerine yeniden bir göz atın: En aklımda kalan mısraı "Demir ağlarla ördük Ana Yurdu dört baştan"dır. Çünkü ne zaman İstanbul'un, An­kara'nın duman duman insanı boğan, patırtılı otobüslerine mecbur kalsam da Amerikan işgali başlar başlamaz hatla­rını söktürdükleri İstanbul'un güzelim tramvaylarını özle­sem, veya, Ankara'dan Samsun, Ankara'dan Antalya gibi yakıncacık, hızlı katarlarla (tirenlerle) çabucacık gidilebi­lecek yerlere dosdoğru, uygar, güvenli ve rahat ulaşım biçimleri bulamasam o eksik bırakılmış "demir ağların" hasretiyle yanıp tutuşurum.
Bir de şu ikiliye bakın:
Bütünledik her yönden istiklâl kavgasını. Bütün dünya öğrendi, Türklüğü saymasını,
Ya şu güzel sözlere ne demeli:
234

cimdi sıra Anatolia'da" zihniyetinde Batı'nın ekmeğine yağ sürülmez, yurdun her bir köşesine, Hiristiyanı olma­yan yerlere CIA bıçağının ucu misyonerlerinkiler yetmiyormuş gibi, devlet eliyle kiliseler yaptırılmaz, Ata­türk'ün yaptığı gibi Hitit, Firik, Lik, Selçuklu, Osmanlı Türk mirası tanıtılırdı..
Dünyanın en ünlü bilim merkezleri arasında sayı­lan evrenkentlerimizde araştırma işliklerinde (laboratuar­larında) gece gündüz hummalı bir faaliyet sürer, buluş üstüne buluş yapılır, oralarda doktora yapmak için Avru­pa'dan, Güney Amerika'dan, Afrika'dan, Asya'dan gelen öğrenciler, doktoraya kabul edilmek için gerekli Türkçe sınavlarına, kurslarına dolup taşarlardı.
Dünyanın dört bir yanına giden uçaklarımızın üs­tünde "Turkish" değil, "Türk Hava Yollan" yazar, her ülkede bu hava yolunun adı böylece bilinirdi. [Tabii 1. resmî uçağın üstünde de "Turkish Republic" değil, "Tür­kiye Cumhuriyeti" yazısını görürdük]. Uçaklarımız, kendi tasarım ve yapımımız, en gelişmiş tepkili (jet) uçaklar olacaktı; Atatürk'ün, dünyada havacılık daha yeniyken kurdurduğu uçak fabrikası, Amerika / NATO tezgahıyla karyola fabrikasına dönüştürülmüş olmasaydı tabii. [Yapamaz mıydık sanıyorsunuz? Endonezya, bizden hayli geç, 1946'da başladığı halde uçak sanayiinde bahsettiği­niz düzeye geldi.]
Balkanlarla, Karadeniz ülkeleriyle, Kafkas ve Asya ülkeleriyle karşılıklı yararlar sağlayacak gümrük birlikleri, siyasî, askerî ittifaklar kurar, kültür ve tarih geçmişimiz olan ülkelerle bu ilişkileri zenginleştirerek sürdürür, Batılı Binlerin, tarihi çarpıtarak, komşularımızı bize düşman
237

sel kıraliyetçilerin" yerli kuyruklarının oyununa gelme şeydik, bu oyunlara daha başından, köylüsüyle, gerçek aydınıyla tek vücut olup karşı çıksaydık, ve Atatürk ruhuy. la devam etseydik, bugün, kimsenin şüphesi olmasın, Av­rupa'nın, içi geçmiş Avrupa da neymiş, Avrasya'nın, en önde gelen bir ülkesi olurduk. "Demir ağlar", hızlı, Ja. pon'lannkiyle boy ölçüşen "kurşun katarlar" (Japonlarınki "şinkansen") yurdun her tarafına vızır vızır gider gelir, sınırlardan da öte bizi, insanı önde tutan tasarımların ver­diği rahatlıkla, İran üzerinden taa Çin Denizi kıyılarına, Kafkasya'dan Sibirya'nın, Yakuteli'nin tundralarına, beri yandan, Balkanlara, oradan Avrupa'nın o ufak tefek ülke­lerine taşırdı. Kentlerimizde, Zürih'teki gibi nezih, kente, kentliye huzur ve sağlık veren tramvaylar, yemyeşil güzel bahçeler (parklar), ufak kasabalarımızda bile nefis, ahaliy­le dolup taşan kütüphaneler olurdu. Her yerden akın akın gelip, hiç olmazsa birkaç gün için Türklerin o temiz, mut­lu, müreffeh yaşamından tat almak isteyen gezmenler, ellerinde Türkçe öğrenme, söyleşme kılavuzları, üzerle­rinde güzel Türkçe adlar yazan dükkânlarda Türk ürünle­rine imrenerek gezinirler, binlerce yıllık Avrasya tarihi­mizden süzülüp gelen ünlü Türk sanat mutfağının gele­neksel yemeklerini, huzur veren Türk müziği dinlerken tadarlardı: Gezmen gelecek diye kıyılarımız, kültür ve kimliğimiz perişan edilmez, gezmenler kendi yaşamımızın içinde göze batmayacak şekilde yer alırlar, gelenler derin, köklü bir kültürü ve tarihi olan bir Avrasya ülkesine gel­diklerini anlayıp geri döndüklerinde bu dillere destan ül­keyi anlata anlata bitiremezlerdi. Eşi görülmedik "inanç turizmi" yutturmacası ile Haçlı kafalı, "Endülüs'ü sildik,
236

Tarzanca'sında da tek tuk düzgün sözlerden i: "Hiç yapmayacağına, geç de olsa yap".] Kuvayı mil­liye ruhu dalga dalga yayılıyor. İş başlarına çömezler, hemşeriler, fırka (parti) çıkarcıları, sucular, bucular, işbir­likçiler, "muhipler" değil, işinin ehli, yetenekli, onurlu, fedakâr, kafası ve ciğeri götürülmemişler, yurtseverler eninde sonunda gelecek, Türkiye, Atatürk döneminde ol­duğu gibi yeniden tüm mazlum uluslara örnek, dünyanın gıpta edeceği bir ülke olacak. Bundan yüzde yüz eminim. Şimdiden hepimize kutlu olsun.
27 Şubat 2002 Kocatepe, Ankara
239


etme siyasetlerim tersine çevirir, Avrasya'nın gücünü art­tırır, Orta-Doğu ve Afrika ülkelerine de önderlik ederdik. Avrupa ülkecikleri, bizim gümrük ve diğer birliklerimize girebilmek için bize yalvarır dururlardı.
Amerika'nın 1950'lerde engellediği neft yağı (pet­rol) kuyularımızı açıp kendimiz işletir, demir-çelik, kö­mür, bor, krom üretimimizi arttırır, hammaddelerimizi kendimiz işleyip katma değeri yüksek ürünlerimizi pek çok ülkeye ihraç ederdik. Tarım araştırma kurumlarımız daha başından moleküler biyolojiye girer, üstün nitelikli tohumlar, ürünler geliştirir, tarım ve hayvancılıkta en yük­sek verimi sağlayan gelişmelere sahne olurduk. Tarih boyu tüm Türk devletlerimizde ve 50 yıl öncesine kadar olduğu gibi, vatanımızın, toprağımızın bir karışını bile yabancılara teslim etmez, bunu yapmaya meyilli vatan hainlerine göz açtırmazdık.
Atatürk ruhunda devam etseydik, IMF'si ile, kuy­ruk AB'si ile "küresel kıraliyetçiler", önümüze peş peşe sahte sorunlar, Türkiye'nin tasfiyesine yönelik dayatmalar çıkarıp duramaz, kudurmuş bir tüketicilikle borç batağına batırılacağımıza, ulusal gelir fazlamızla, mazlum milletle­re yardımda bulunurduk, II. Cihan Harbi ve sonrası dünya denge ve dengesizliklerinden de yararlanarak Misak-ı Mil­lî sınırlan içinde olan ve Batı Trakya, ve Musul-Kerkük'ü kurtarır, nerede olurlarsa olsunlar mazlumların, tabii bu arada soykırıma uğramakta olan Türklerin, haklarını savu­nurduk. Kısacası, edilgen değil, etkin bir devletimiz olur­du.
Peki bütün bunlar, gene de olamaz mı? Elbette olur. [Bizdeki söz: " Zararın neresinden dönersek kârdır";
238

ki" diyen Avrupa düdükleri çıkıverdi. Merak etmeyin, arkasından, "Ermenilere toprak verin, tazminat verin" gelecek. O iş zaten başladı.
5) "Kürtçe" lâfı bile tabu iken birden "Kürtçe eği-
jjjö" konu oluverdi; tabii ayarlı basın-yayında, hattâ yöne­
ticilerin bazı pervasızlarında. Naçizane dedim ki: "Türki­
ye'de Türkçe eğitim mi kaldı ki, bir de etnikçi eğitimler­
den söz ediliyor?". Bari kendini Türk sayanlar da çıkıp
"Biz de Türkçe eğitim isteriz" desin. Ama, bazılarının
derdi ne o, ne bu. Dertleri, eğitimi de, resmî dili de İngi­
lizce yapmak.
6) Yok "Kıbrıs sorunu", yok "Ege sorunu". "Tür­
kiye'nin "Kıbrıs sorunu" yoktur; Batı Trakya köylerinde
68 yıldır Türklere tehcir kampı hayatı yaşatan Yunanis­
tan'ın "Batı Trakya sorunu" vardır (Bkz. O.S., "Hedef
Türkiye", OTOPSİ Yayınları İstanbul, 2002)
7) Tek taraflı Avrupa Gümrük Birliği anlaşmamız­
la Avrupa'ya 50 milyar dolar kaptırmış olmamız sorunu.
8) Gitgide artan misyoner faaliyetlerine ilâveten,
yurdun dört bir yanma, Hıristiyanı olmayan yerlere, kilise­
ler yaptırılması sorunu.
Bitti mi? Bitmedi:
9) Dışarıdan üç günde çıkarılıveren iktisadî buna­
lım. (Her an çökertilmeye hazır, özellikle son yirmi yılda
altyapısı kurulmuş sahte iktisadî düzenin, dışarıdan düğ­
meye basılarak üç günde nasıl çökertildiği "Hedef Türki­
ye" kitabında.).
10) Tütün sorunu.
11) Şeker sorunu [pancar üretimi + yurt iktisâdının
%30'unu çeken şeker, yan kimyasal hammaddeler, maki-
241

TÜRKİYE'YE PEŞ PEŞE GELEN SAHTE SORUNLAR ve KESTİRME YOLDAN ÇÖZÜM
Şu birkaç yıldır Türkiye'nin önüne peş peşe çıkarı­lan sorunlar Türkiye'nin kendisinden kaynaklanan sorun­lar değil, dış kaynaklı sahte sorunlardır. Guguk kuşu gibi ikide bir çıkıp kamuoyunu her biri birer hafta kadar meş­gul ediyor. Bunlara tek tek takılan, işin içinden çıkamaz, umutsuzluğa da kapılabilir. Sorunları yan yana masanın üstüne dizip duruma toplu bir şekilde bakmalıyız.
Hatırlayalım:
1) İtalya kendi meclis binası içinde PKK Meclisi
toplamış, bizde iki hafta kadar infial uyanmış, "İtalyan
mallan almayacağız" denmişti. Unuttuk mu?
2) ABD Meclisi, sözde Ermeni soykırımını tanı­
mak üzereydi ki, Klinton, "Şu an bu ulusal çıkarlarımıza
aykırıdır" deyip son dakikada engellemişti. Bizde "Bu
çıkarlar da ne acaba?" diyen pek çıkmamıştı.
3) Fransız Meclisi tamdı. Ayarlı basın-yayın, hem
ABD, hem Fransa olayına bir palavra mazeret.buluverdi:
Efendim, üç yüz bin Ermeni seçmen varmış ta, seçim ön­
cesi, onların oyunu almak için böyle yapıvermişler. Dışa­
rıda söylemeyin, gülerler adama. O zaman dedik ki: "O iki
devletin adamları o kadar akılsız mı ki, azıcık bir oy için
böyle bir saçmalık yapsınlar?"
4) Peki, şimdi de Avrupa Meclisi böyle bir karar
aldı; onların da mı seçim derdi vardı? "Efendim, ne ola­
cak, kâğıt üstünde öyle bir şey demişler; bir yaptırımı yok
240

IMF (yâni ABD) dayatması oluşuna şaşmamak gerek,
her iki kuruluş ta "yeni dünya düzenci", ulus-devletler düşmanı "tek dünya devletçi", yâni insanlık düşmanı "küresel kıraliyetçilerin" tezgâhı.
AB diyor ki: Şunları suni an yapmazsanız sizin AB adaylığını konuşmayız bile. Yaparsan, beteri dayatmalar geliyor; "onları yaparsan, on yıl sonra belki konuşuruz". Bunlara çocuk bile kanmaz. Peki içerde ne oluyor? 38 yıldır, birileri [nasıl oluyorsa (!) bunlar da hep her türlü hükümettekiler, bir de ayarlı basın-yayındakiler oluyor] çıkıp "İllâ da Avrupa Birliği'ne girecez; illâ da girecez" deyip duruyorlar. Şimdiye kadar hiçbiri halkın önüne çıkıp ta, niye gireceğiz, faydası ne, zararı ne, hele bir tartalım, yaran ağır basarsa girelim, dedi mi? Hayır. Sanki bu, bir din kitabında ("kitapsız din" ama) gökten emredilmiş. [Karşı çıkan olursa, o da bir çeşit "kâfir" addedilip afo­roz ediliyor.]
Şimdi: Sorunların l'den 8'i tümüyle sahte sorunlar; sadece ve sadece, işte bu "tek dünya düzencilik" dinine mensup "küresel kıraliyetçi", kıraldan fazla kıralcı, yerli "muhip" kuyrukların, her ne pahasına olursa olsun "illâ da girecez"inden kaynaklanıyor. Topuna kestirmeden Çözüm: AB'ye "Teşekkür ederim. Ben girmek istemiyorum arkadaş." dersin, olur biter. O zaman AB'nin dayatmaları için bir vesile kalmaz. "Eyvah, bu Türkler de akıllanıyor galiba" diye telâşlanıp "Aman ne olur girin" diye bize yalvarmaya başlayacaklardır.
Sahte sorunların 9'dan 20'ye kadarına gelince:
IMF yeni dünya düzenci, vahşi, son model sömürgeciliğin
bir aracı mı? Bir çeşit banka mı? Kendilerine sorarsan
243

V,

ne, elektromanyetik aygıtlar,... fabrikalarının sorunu].
12) "Buğday yedeklerinizi eritin" sorunu.
13) İşsizlik ve baş gösteren açlık sorunu.
14) TL para değerinin bir anda yarıya düşmesi so-
runu.
15) Topraklarımızın (yâni vatanımızın) yabancıla­
rın eline geçmesi sorunu.
16) Hortumlanmış bankaların yükünün halk sırtına
bindirilmesi sorunu.
17) Öğrenci harçlarının 10 katına çıkarılıp eğitimde
fırsat eşitliğinin yok edilmesi, "evrenkentler (üniversite­
ler), devletinkiler dâhil, özel şirket gibi çalışacak" sorunu.
18) Madenlerimiz bor, toryum, krom, altın, kömür;
ve neft yağı (petrol), ve demir-çelik fabrikalarımız sorunla-
n.
19) Demiryollarının engellenmesi sorunu (önce
Atatürk'ün "demir ağlan" bitti, sonra kurduğu Demir
Bank gitti).
20) Telekom sorunu.
Biri kamuoyunun önüne çıkarken, bir, iki hafta önce geleni unutulan sorunlar da sorunlar. Türkiye sorun­lar içinde debelenip duruyor; halk bir yanda, başka bir ülkedeymişler intibaını veren yöneticiler+ayarlı basın-yaym diğer yanda.
Yukarıda sıraladığımız sorunlar sahtedir, çünkü hepsi dış dayatmalardan kaynaklanıyor: l'den 8'e sorunlar Avrupa Birliği (AB ) dayatması; 9'dan 20'ye IMF dayat­ması (IMF Uluslararası Para Fonu; "Küresel Kıraliyet Para Fonu" demek daha doğru olur). Bazılarının hem AB,

242

KOSOVA'DAKİ...
'Trakya (Paşaeli) Balkan Türkleri Kültür ve Daya­nışma Derneği" yetkilileri Sayın Cumhurbaşkanımıza açık bir mektup yazmışlar. TC Devleti' nin Balkanlarla nasıl meşgul olduğunu, daha doğrusu olmadığını belirtmesi açısından bazı bölümlerini aktarıyorum:
"Kosova'da Türkçe eğitim 1950'lerde başladı. Bugün öğrenci sayısı çok azalarak bir kaç bölgede (Pirişti-ne, Pirizren, Mamuşa, Gilan, Dobruca [Dobruçan], ve Mitroviça) devam ediyor.
Pirizren ve Mamuşa'da Türkler daha kalabalık ol­duğu için ve Türk Taburunun bulunmasından dolayı bu bölgede eğitim sorunları daha az.
Gilan'da eğitim sorunları ciddî. Son iki yıldır lise düzeyi öğretim yapılamıyor. Arnavutların baskısı ve Av­rupa ve BM temsilcilerinin umursamazlığı birleşince bu eğitim durduruldu. Bu yıl Gilan'daki öğretmenlerin olağa­nüstü çabası ve mücadelesi sonucu Türkçe dilinde orta öğretim (sağlık teknisyen meslek okulu) rekor sayıda öğ­renci ile (32) yemden başladı. Bu eğitim Piriştine'den des­tek veren öğretmenler sayesinde gerçekleşiyor. Yalnız Sunu vurgulamak gerekiyor: Gilan'daki, Türkçe ile eğitim veren, öğretmenlere yerel yönetim ve BM eğitim encüme­ni maaş ödemiyor; bu öğretmenler iki yıldır maaşsız ça­ğmaktadırlar. Ayrıca, Piriştine'den gelen öğretmenler de ücret almadıkları gibi, masraflarını da (Gilan'a gidiş-Gönüş) kendileri karşılamakta.
245

banka ya, öyleyse, müstehzi bir kibarlıkla onlara dersin ki "Sayın Banker, bankanıza olan borcumuzun faizinin faizi, nin faizine mahsuben [nakit değil haa!] bize, "Belki veri­riz" dediğiniz kısa vadeli, fahiş faizli katmer borç ile, altın yumurtlayan tavuk Telekom'umuzu yok pahasına elden çıkarmamızı, sahi bir de evrenkent (üniversiteler) yasamı-zın değiştirilmesini istemeniz arasında ne alâka olabilir? Garibimize gitti." dersin. Öyle ya bu, borcu ödenebilsin diye bankacının, sen müşterisine, "Önce karını hele bir boşa; çocuğunu o okuldan al, şu yerli misyoner türü okula gönder" demesine benzemez mi? Merak etmeyin bir şey olmaz [olsa olsa hükümet düşer(!)], IMF'nin civciv staj­yerleri hizaya gelir. O da yetmezse Malezya'nın yaptığı gibi IMF'çileri gönderildikleri yere sepetler, Malezya gibi bir yılda iktisadî büyüme hızını %8'e yükseltir, sahte so­runların bu yansından da kurtulursun. Geçmiş olsun her­kese; bir daha sefere dikkatli olun da nezleniz nüksetme­sin, yeniden üşütmeyin.
5 Mart 2002 Ankara
244

ile TC evrenkentlerinde Türk bilimi bitirsinler, yüksek li-saııslannı alsınlar; sonra Kosova'ya gönderilsinler."
Ders kitapları sorunu: Mektupta deniyor ki: "İlk ve orta öğretim (lise) için Türkçe ders kitapları (Fen, mate­matik, fizik, kimya, biyoloji(dirilbilim), coğrafya, din eği­timi) Türkiye'den sağlanabilir. Kosovalı ile Türkiye'den uzmanlar ortaklaşa Türkçe ders kitapları yazabilirler."
Derneğin mektubundan bu kadarım aktarmakla yetineceğim. Şimdi, Türkiye'de bu yazımızı okuyanların ne düşüneceğini tahmin etmek zor değil. İçimiz burkularak "Vah!" diyoruz. Türkiye'dekiler olsun, Kosova'da, Bal­kanların diğer bölgelerinde, Kıbns'ta; Musul-Kerkük'te, Batı Paşaeli'nde olsun, yazık Türk gençlerine. Atatürk'ün Türkiye Cumhuriyeti'ni emanet ettiği gelecek nesiller için, ve onun gösterdiği yolda, her dalda Türkçe ile eğitim için seferberlik yapması, Türkçe ders kitapları hazırlatması, teşvik etmesi gereken TC yetkili kurumlan, Türkçe ile eğitimi, Türkçe ile bilimi ve yayınlan yok etmekle meş­gul; gençliği Tarzanca yokuşuna sürmüş, onu eğitimsiz, üstelik de kimliksiz bırakmak yolunda. Türkçe ders kitap­lan da ne oluyormuş; 50'şer dolara İngiltere'den, ABD'den ithal İngilizce ders kitapları ne güne duruyor. Veliler, öğrenciler, öğretmenler! Artık bu ihanetin durdu­rulması için toplu hâlde varlığınızı ortaya koymanız, sesi­nizi duyurmanız gerekmektedir. Önce Türkiye içinde to­parlanalım, kendimize gelelim ki, dünyanın dört bir ya-oında yok edilmekte, en azından köleleştirilmekte olan Türk gençlerine de sahip çıkabilelim.
4 Nisan 2002 Kadıköy, İstanbul
247

Dobruca ve Mitroviça'da Türkçe eğitim "can , şiyor", ancak bir iki öğretmenin olağanüstü çabası ile sür, dürülebiliyor.
Hâl böyle olunca oradaki (TC) Türk Eşgüdüm Merkezi'nin müdahalesi gerekirdi. Aslında bu merkezde, kilerin, üç .senedir orada oldukları hâlde bu konuda ne yap. tıklan hakkında hiç kimsenin bilgisi yok. Öğretmenlere hiçbir destek yok; halbuki eğitim oradaki Türk toplumu için hayatî önem arz etmektedir. Özellikle savaştan sonra­ki ilk iki yıl (1999/2000), Kosova'da bir hükümranlık boş­luğunun bulunduğu bu süre zarfında Türkiye, Türkçe ve eğitim konusunda diğer ülkelerde yapamadığını Koso­va'da yapabilirdi. Kitap, araç gereç, müfredat programlan, öğretmen ve uzmanlar gönderebilir, bu suretle etkisini, gücünü, ve o topluma bağlılığını göstermiş olurdu. Özel­likle Mitroviça ve Dobruca ile kimse ilgilenmiyor; kendi kaderine terkedilmiş bir Türk toplumu manzarası sergi­lenmekte."
Yüksek öğretime gelince (atlayarak devam ediyo­rum) :
"Türk dilinde eğitim veren tek yüksek öğretim ku­rumu Kosova'daki Eğitim Bölümcesi (Fakültesi) bünye­sindeki Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (Türkbilim, Türki­yat, Türkoloji) adında)." Burada da eğitimin yetersiz ol­duğu söyleniyor ve bazı önerilerde bulunuluyor: "Piriştine Evrenkentİ ile Trakya(Paşaeli) veya İstanbul Evrenkenti arasında bir anlaşma imzalansın. TC'den öğretim görevli­leri belirli sürelerle oraya gönderilsin. Kosovalı ikinci, üçüncü sınıf öğrencileri arasından seçilenler dikey
246

BODRUM'DAKİ
Bodrum'da yurtsever/vatansever işadamları, ba­ğımsız bir "iş adamları derneği" kurmuşlar; ne TÜSİAD'-la, ne MÜSÎAD'la ilişkili. Eksik olmasınlar, halka bir ko­nuşma yapmam için davet etmişlerdi; nihayet geçen hafta gidebildim. Orada evrenkent yok; halk genellikle gezim (turizm) işinden geçimini sağlıyor. Son yıllarda büyük kentlerden de aydınlar gelip Bodrum ya da çevresindeki köylere yerleşmişler.
Toplantı, Bodrum Belediyesi'nin kültür merkezin­de büyük ve coşkulu bir dinleyici kitlesinin katılımı ile gerçekleşti. Gece ve ertesi gün de çeşitli sohbet toplantıla­rı. İlk gün Milas/Bodrum yerel TV" sinde bir iki saatlik canlı yayın, sonra iki radyo FM kanalında kayıt.
Bodrumlular ve çevre halkı ile kaynaştık. Ne bü­yük mutluluk. Gördüm ki, Bodrum ve civarında da "Bü­yük Uyanış" başlamış.
Bodrum'u 1980'li yıllar ortalarında birkaç kez yel­kenle denizlere açılmak, sahillerimizi, sonra da İstanköy gibi burnumuzun dibindeki adaları ziyaret için üs olması itibariyle ziyaret etmiştim. O sıralar Marmaris'in güzelim koylarında da demirlemiştim. Ama yakınlarda Marma­ris'ten geçtiğimde, doğanın da, Türk kimliğinin de on beş yılda nasıl perişan edilmiş olduğunu görüp hayıflandım doğrusu. Bodrum da öyle olmuştur diye endişeli vardım Bodrum'a. Ama çok şükür, Bodrum hayli büyüdüğü hâlde düzenli gelişmiş. Sevindim. Yerlisinin de, sonradan gelip
248

desenlerin de bilinçli olmasının payı önemli, yüksek binalara izin verilmemiş olmasının da. Antalya, Mersin, Göreme, Kuşadası gibi gezim bölgeleri, hayli geç kalınmış ta olsa, örnek almalı.
Bodrum gezim (turizm) bölgesi olduğu için ko­nuşmamda Batı'nın Türkiye üzerindeki ikinci uzun vadeli derin oyunu (birincisi yabancı dille eğitim) olan gezim adına oynananlara ağırlık verdim.
Havaalanından kente gelirken yol kenarı reklâm levhalarına bakan yabancı Türkiye'ye geldiğini anlamakta güçlük çekiyor. Bir de Türkçe'nin imlâsını bozma faaliyet­leri var ya... Bir levhada "Ashk Clup" yazıyor. Güler mi­sin, ağlar mısın? Şu onursuzluğa, bir de ahmaklığa bak: Behey gafil (belki de kasıtlı hain)! "ş"yi "sh" yazdın diye yabancı "aşk"ın ne olduğunu mu anlayacak? Hangi marazî kafa böyle bir şey yazabiliyor? Ey Bodrum'un vatansever ahalisi, böyle kepazelikleri artık görmezlikten gelmeyiniz. "Büyük Uyanış" a katılmış olduğunuza göre, dernekleriniz­le, belediyenizle böylelerini tespit edip toplu hâlde ikâz edin. Yoksa bu gibileri Bodrum'un genelini küçük düşü­rüyor. Düzinelerle ilçe, il belediyeleri yurdun her tarafında dükkân, işyeri adlarının Türkçe olması için seferber oldu­lar. İlk başlayan da Karaman idi. Bu suretle Karamanlılar, Türkçe savunucusu Karamanoğlu Mehmet Bey'e lâyık torunlar olduklarını ispatladılar. Yıllar öncesinden beledi­yelere şu öneride bulunmuştuk1: En güzel Türkçe ad ko­yan esnafı yarışmayla belirleyip törenle ödül verilsin. Bu­nu belediye yapmakta direniyorsa (oylarınıza da dikkat),
1 Bkz. Oktay Sinanoğlu, "Bye-Bye Türkçe" Otopsi Yayınları, 6. Bas­kı, Nisan 2002, İstanbul
249

demekler de yapabilir. Güzellikten anlamayan, yaptığı hatâyı, uyarıldıktan sonra idrak etmek istemeyen Türkçe düşmanıdır. Bu en önemli ayraç, belirteç: Türkçe düşmanı olan aslında Türk Ulusunun ve Türk yurdunun düşmanı­dır. Kimsenin şüphesi olmasın.
Bodrum'un ortasında bir kuyumcular sokağı var; kısa, güzel bir sokak. Oradan geçerken, iki yanında altınlar ışıl ışıl ışıldıyor. Fakat baktım: Dükkân adları "Ahmet's Jewellery" gibi. Allah Allah diyorsun, yabancı gezmen o kadar ahmak mı ki, oranın kuyumcu olduğunu anlamaya­cak? Üstelik, gelenlerin çoğu Fransız, Alman, İtalyan, İs­panyol. Onlar da, fark etmişsinizdir, o dili biraz bilseler bile (bir çoğu da bilmez) kendileriyle İngilizce konuşmaya kalkana kızarlar. Memnun olmalarını istiyorsan, çat pat da olsa onların dilinden konuşacaksın. Bak o zaman nasıl yüzleri gülecek, seninle yakınlık kuracaklar.
Böyle şeyleri Bodrum'da konuşmuştuk. Artık ayrı­lacağım sıra, geçerken bir de baktım, öyle bir dükkânın önüne merdiven dayanmış, "Jewellery" yazısı sökülüyor, yerine "kuyumcu" harfleri takılıyor. İşte Bodrumlulara bu yakışır. Sağolun. Türkçesever, yurtsever esnaf görecek ki, iş yerlerinizde onur ve Türk kimliği belirtileriniz arttıkça yabancılar da size itibar edecek, alış-verişiniz, geliriniz de artacaktır. Gezmen (turist), değişik bir kültürü, yaşam tar­zını tadabileceği, haysiyetli insanların yaşadığı bir ülkeye gitmek ister. Bodrum'daki bilincin, uyanışın Türkiye'nin her yöresine dalga dalga yayılacağından eminim.
11 Nisan 2002 Kocatepe, Ankara
250

KIBRIS'TAKİ...
Geçen gün Kıbrıs'ta görevli genç bir Türk subayı telefon etti: Bizim kitaptan duymuş, nasıl temin edebile­ceğini soruyor. "Kitapçılarda yok mu?" dedim. Yana yakıla Kıbrıs'ta Türkçe kitap satan kitapçı bulamadığını söyledi. Oradaki evrenkentlerin de kütüphanelerine git­miş, Türkçe kitaplar görememiş. Biliyorsunuz, Kıbrıs'ta kurulmuş özel veya yan özel evrenkentlerin eğitim dili tümüyle İngilizce. Öğrencilerin çoğu da, hayli ücret öde­yerek Türkiye'den geliyor.
Son yıllarda iki kez Kıbrıs'a, konuşmalar yapma­ğa gitmiştim. Doğu Akdeniz Evrenkenti iftihar edilecek bir evrenkent ODTÜ'den gelmiş, değerli rektörü, T.C.'deki evrenkentlerin imrenmesi gereken bir iş yap­mış: Önce, yerleşkenin orta yerine büyük bir kütüphane yaptırmış, sonra etrafına derslik, idarî vb. binaları. İki katlı güzel kütüphaneyi gezmiştim. Zengin kitap rafları, orta yerde çalışma masaları, yanda bilgisayarlar. Hum­malı bir faaliyet sürüyordu. Her taraf, araştırma yapan, hani hani çalışan öğrencilerle doluydu. Gerçekten sayın rektörü kutlamalı. Halbuki, T.C.'de bol bol özel evrenkentler kurulurken, "Peki, kütüphane ne olacak?" dediğimde, "Dur şimdi, o işlerde para yok" cevabını alı­yordum. [Gerçi, epey zaman geçti; şimdi artık kütüpha­nelerine de sıra gelmiştir.]
Kıbrıs'taki özel evrenkentlerden sadece bir tane­sini şöyle bir gördüm: Önündeki kocaman bir Amerikan
251

armasıyla, ABD'nin adı hiç duyulmamış bir "evrenkent"-inin şubesi olduğunu beyan ediyordu.
Bir kaç ay önce Kıbrıs'tan bir de muhterem bir hanımefendi telefon etmişti: İngilizler zamanında Kıb­rıs'ta büyümüş, sanırım sonra bir süre İngiltere'de yaşa­mış, tekrar Kıbrıs'a dönmüş. Türkçe'si harikulade. Kıb­rıs'ta anaokulundan itibaren Türkçe ile eğitim kalmadı­ğından, okul kitaplarının İngiltere'den geldiğinden yakı­nıyordu. [Eh yâni, Türkiye 'de de artık durum pek farklı değil] Halbuki İngilizler zamanında bile Kıbrıs'ta daha çok Türkçe ile eğitim varmış, Türkiye'den kitaplar ge­lirmiş.
Bir iki perişan sömürge hâriç tüm ülkeler eğitim­lerini çoğunluğun ana dilinden yaparlar. Başka türlüsüyle dosdoğru bir eğitim olamayacağını herkes bilir. Ülkelerin bütünlüğü, bağımsızlığı da buna bağlıdır. Dolayısıyla yabancı dilden eğitim yasak olup çeşitli yabancı diller ayrıca öğretilir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti adını taşıdığına göre eğitim dilinin tümüyle (ve Atatürk'ün temel ilkesine de uygun olarak) 1974'ten beri Türkçe olması gerekirdi. Bir "Türk Cumhuriyeti"nin en belirgin vasfı, dilinin, onu devam ettirebilmesi için de eğitim dili­nin, Türkçe olmasıdır. Öyle olmaması, T.C.'nin, daha doğrusu, yetki mercilerinde olan bazı kişilerin, Kıbrıs'ta İngiliz taşaronluğuna soyunmuş olmalarından başka bir şey ifâde etmez.
Umut verici bir gelişme de var: Kıbrıs, Lefke'de, bazı yurtseverlerin, eğitim dili Türkçe olan bir evrenkent karmakta olduklarını haber aldık. Geç de olsa, zararın neresinden dönülse kârdır. Aksi hâlde, dili Türkçe olma-
252

yan bir Kıbrıs'ı, Yunanistan ve Avrupa Devleti'ne kendi elimizle teslim etmiş oluruz. Tabii, Türkiye'nin kendisi için de aynı tehlike mevcut.
Türkiye'nin işi gücü, küresel kiraliyetçi kuyrukla­rının önünü açıp boş bırakarak Türk Ulus'unun tasfiyesi­ni hazırlamak değil, diğer Türk ülkelerinde İngiliz, Avru­pa, Amerika taşaronluğu yapmak değil, Türklerin yaşadı­ğı her yerde, Irak'ta, Suriye'de, İran'da, Balkanlarda, Batı Trakya (Paşaeli)'da, Avrasya'da, Almanya'da, Türkçe ile eğitimin engellendiği pek çok bölgede, Türkçe ile eğitim yapılabilmesi için uğraşmak, her yerde ezil­mekte olan Türklerin haklarını savunmak, dillerini, kim­liklerini, varlıklarını koruyabilmeleri için çalışmak, onları fizikî veya kültürel soykırımdan korumak olmalıdır.
Türkiye'deki "Büyük uyanış" bu sorumlulukla­rımızın da yerine getirilmesine yol açacaktır.
18 Nisan 2002
Kadıköy, İstanbul
253

KİTAPSIZ BİLİM
"Bir bilimcinin günlük faaliyetleri arasında en fayda-1ı ve zevklilerinden biri kütüphaneye uğramak, kitapla dünyanın çeşitli yerlerinden yeni gelmiş çeşitli bilimsel der-gileri karıştırmak, yenilikler âlemine dalıp gitmektir. Bu aklına yeni fikirler gelir, konular ve çalışmaları arasında ye ni bağıntılar kurar, araştırma hevesinin, ö bilimci için şart olan gönlündeki merak meşalesinin daha bir tutustuğu-nü hisseder. Sonra odasına döner, defterini açar, yazar çil zer, kendisine sorular sorar, cevaplarını düşünür, denklemi ler türetir; âdeta defteriyle konuşur. Ah, o ne büyük zevki tir: karmakarışık sorunları yavaş yavaş vuzuha kavuştur mak, uzun çalışmalardan sonra birden "bütünü" görebil! mek, yepyeni sezgilerle donanmak. İşte insanoğlunun yarat! tığı sayısız icatlar, bulunan derin tabiat kanunları ve kuram| lar arkasında yatan böyle hisler, böyle araştırma, anla bulma heyecanlandır. Olmuş, bitmiş, "pişmiş" bir konunun, sonunda okul ders kitaplarına kadar indiğindeki kurulukta o Uzun, sessiz gecelerin heyecanlarını görmek mümkün de­ğildir. Tevekkeli değil, hele Türkiye'de, pek az öğrenci fen­ci olmak ister. [İlâveten, unutmayalım ki, evrenkentle-
254

("üniversite") onyıllardır, giriş sınavlarında en dü­şük sıralamayı tutturanlar fen bölümlerine kaydolunmakta­dır ( tabii pek nâdir de olsa üstün yetenekli, bilime meraklı bazı istisnalar hariç)]."
Yukarıdaki paragrafı iki yıl kadar önce yazmış, aynı başlıkta bir makaleye başlamıştım. Sonra öylece kaldı. Şu günlerde Türkiye'ye uygulanmakta olan "kültürel soykı-nm"a yeni boyutlar eklenmekte olduğunun acı haberlerini aldıkça o bitmemiş yazı aklıma geldi; devam ediyorum:
Evrenkentlerin en önemli bir işlevi araştırma-geliştirmedir. Bu yoldan, önce ülke iktisadiyatına katkı, ve her türlü gelişme sağlanır. Mastır ve doktorada öğrenciler bir işi yaparak öğrenirler. Eğitim, bir takım kalıplaşmış bil­gileri ezberlemekten ibaret değildir. En iyi öğrenim, yapa­rak öğrenmektir. Kişi, kendisi sorgulayacak, çözüm araya­cak, değişik yollar arayacak ki, konular kendine mal olsun. Peki kitapsız, kütüphanesiz araştırma olur mu? Hattâ icra-ı meslek olur mu? Elbette hayır. Bu hekim için de, mühendis için de, klâsikler, dil tarih bölümleri için de böyle.
Dış ülke evrenkentlerinde zengin, büyük bir merke­zî kütüphaneye ilâveten, her bölümün, hattâ anabilim dallan birimlerinin kendi mekânlarında özel amaçlı uzmanlık kitap­lıkları olur. Kimyacı iseniz, deney tasarlarken, yaparken sık sık yandaki kitaplıktan el kitaplarına, verilere başvurursu­nuz. Hekim, muayene esnasında bile arada bir kaybolur, yandaki kitaplıkta bazı verilere bakar (her şeyi ezbere bile­cek değil ya). Evrenkentteki edebiyatçı, tarihçi, anabilim dalının, yanı başındaki kitaplığında eski metinleri yan yana koyar, inceler. Onun laboratuvarı, böyle bir kitaplıktır; za­manının çoğu orada geçer.
255

Bizde de eski, köklü evrenkentlerimizde (İst. Evr., İTÜ, Ank. Dil Tarih Coğrafya Bölümcesi) durum böyle idi. Bu kuruluşlar ülkemizin kaleleri idiler. İlk ikisi yüzyıllardır, Ankara'daki ise Cumhuriyet döneminde, dünya çapında bilim adamları yetiştirdiler, araştırmalar yaptılar, Türk kül­türüne de büyük katkılar sağladılar. Yıllardır, bu muhteşem kuruluşlarımızın bazı dış güçleri rahatsız edeceği, tedbir alacakları aklıma gelir, endişelenirdim. YÖK'ün kurulma­sıyla zâten evrenkentlerde araştırma fikrine büyük bir darbe vuruldu. Sonra eski evrenkentler de birer birer yabancı dille eğitime geçirildi; tüm evrenkentler geçiriliyor. Bu önce, dünyada eşi görülmemiş bir kaynak ve insan zamanı israfı olan "hazırlık" sınıflarının konmasıyla başlıyor. Evrenkent-lerin çoğunda zâten dosdoğru bir kütüphane bulamazsınız. Varsa bile içi neredeyse boştur. Şehirlerde ise, Osmanlı dö­neminden kalanlar hâriç, dosdoğru bir kütüphane bulunmaz. Bir de "bilim"den bahsediliyor. Kitapsız bilim olur mu?
Şimdi de köklü evrenkentlerimizde bölüm, anabilim dalı kütüphanelerinin yok edilmesi faaliyeti başlamış. İÜ'de aniden gelip kitapları kutulara doldurup bodrumlara atıyor, rafları bile parçahyorlarmış. Tarihî kitaplar yok oluyor. Öğ­retim üyeleri hiç araştırma yapamayacak. Ahları göğe yük­seliyor; dinleyen yok. Bir çok istifa.
Unutmayalım ki, bir yandan da çeşitli evrenkent­lerde Türk Tarihi, Türk Dili ve Edebiyatı, Türkbilim (Tür­kiyat, Türkoloji) bölümleri kapatılıyor. Ortaöğretimde de durum aynı: Türk tarihi, Türk edebiyatı dersleri, yâni ulusal kimlik ve kültürle ilgili ne varsa tasallut altında. Toplu ba­kıldığında tam bir kültürel soykırım manzarası var. Olanlar-
256

da sadece şu bakan, bu başkan, bu müsteşara bakmak yanıl­tıcı olur. Onlar gitse de yerlerine başkaları konsa aynı gidi­şat görülecektir.
IMF ve Dünya Bankası bile (nasıl bankaysa) eğitim kurumlarına doğrudan karışıyor. Öyle görünüyor ki "küre­sel kıraliyetçi"lerin Türkiye'ye biçtikleri kefen giydirilmek­tedir.
İstifa etmeyin; umutsuzluğa kapılmayın. Birlik olup cesaretle ve topluca sesinizi duyurun.
24 Nisan 2002 Kadıköy, İstanbul
257

AMERİKAN BAYRAKLI...
1970'lerde gençlerin T-gömleklerinde Amerikan hayranlığı ifâde eden Amerikanca yazılar görülmeğe baş­landı. Yıllar önce yazdık ki, bu gömlek işi, ruhsal (ruhbi-limsel, pisikolojik) savaşın önemsiz gibi görünen fakat gayet etkin araçlarından biridir.1 O gömleği giyen, yabancı kimliği de giyinmiş demektir; sürekli öyle hisleri tazelenir. Ayrıca onu görenler de etkilenir.
Son zamanlarda, işin mâhiyeti büyüdü: Gömleğin önünde kocaman Amerikan bayrağı. Bunu her kesimden insanlarda, çağdaşı, dindarı, genci, orta yaşlısı, görür ol­duk. Bu gömlekleri kimler imâl ediyor, daha doğrusu etti­riyor, incelenmeli. Altından muhakkak bir çapanoğlu çıka­caktır.
Yakınlarda, basında ilginç bir haber çıktı: Selçuk kasabasında, nihayet bir esnaf ta göğüste Türk bayrağı sergileyecek gömlekler imâl edip satışa çıkarmış. Ba vatandaşlar da alıp giymişler. Peki ne olmuş? Savcı her esnafa, hem giyenlere dâva açmış. Gömlekler toplattırıl-mış; imalatçısına, satıcısına, giyenlere para cezalan kesil-mis. Türk bayraklı giyim yasalara aykırı imiş. ( Herhalde bu yasa çıkarılırken (eskiden çıkmışsa; yoksa, insanın ak-
1 Bkz. O. Sinanoğlu, "Bye-Bye Türkçe", Otopsi Yayınları, İstanbul, 7. Baskı, Mart 2002.
2S8

lına, IMF'den mi geldi diye bir soru gelebilir), Türk bay­rağına saygı, bayrağın nizâmnâmeye uygun olması gibi iyi niyetler olabilmiştir) Her ne hâl ise, siz sonuca bakın: Türk bayraklı giyim yasak, ama Amerikan, İngiliz bayraklı gi­yim mubah ! Bir de dikkat edelim: Hiç Japon, Fransız, İtalyan bayraklı gömlek gördünüz mü? Göremezsiniz. Çünkü , mesele, sâdece bir süs, veya basit bir özentiden ibaret değil. Türk kimliği kaldırılıp, yerine patron ülkenin kölesi kimliği yerleştirilmek isteniyor.
Ne yapmalıyız? Bu konuda da duyarlı olacak bü­yük halk. çoğunluğu tepki gösterip tedbir almalı. Esnaf birlikleri, dernekleri var ya, oralarda, duyarlı esnaf konuyu gündeme getirmeli. Yabancı bayraklı giyim imalatçı ve de satıcıları îkaz edilmeli. Mânâsını bile bilmedikleri İngiliz­ce gömlek önü yazılarını kendilerine kimlerin verdiği öğ­renilmeli. Arkada bir para desteği de oluyor mu? Araştı­rılmalı: Öğrencilere de iş düşüyor. Öyle giyimler kuşanan­lar kibarca uyarılmalı. Türk kimliğini koruma mâhiyetli açık oturumlar düzenlenip bu konu da dile getirilmeli.
"Büyük Uyanış" yurdun her tarafında, ve her ke­simde başlamış olduğu için bu ince oyun konusunda da hareket başlayacak, bahis konusu haysiyetsizlik alâmetleri de hızla ortadan kalkacaktır. Giyim, kişi gönlünün dışa yansımasıdır. Gönüller temiz olunca, giyimlerdeki kimlik kirliliği, bulanıklığı emareleri de silinecek. Unutmayalım: Ruhbilimsel savaşa karşı kurtuluş savaşımız başlamıştır.
7Mayıs 2002 Uzaklardan
259

TOPRAK, SU, EKMEK
Barışta veya savaşta bir ülkenin en stratejik madde­leri yiyecek ve su. 1980'e kadar Türkiye bu hayatî madde­lerde kendine yeter durumda olduğu, gibi, biliyorsunuz, başka ülkeleri de besleyebiliyordu. İki cihan harbinde bile Türkiye ayakta kalabildi. Her köyde, kasabada kişilerin hiç olmazsa birkaç koyunu, birkaç meyve ağacı, iyi kötü gıdasını sağlayabilecek ekili bir karış toprağı vardı. EL Dünya Harbi'nden Avrupa perişan, aç bilâç çıktı. Harp sırasında Türkiye iki tarafı da besleyip harbin sonunda hazinesini altın dolu buldu.
Derken 1947, geldi Amerika: Her konuda ikili (as­lında tek taraflı) anlaşmalar, sonra da illâ borç alacaksınız dayatmaları, askeri fabrikaların âtıllaştınlması, yeni strate­jik sanayilerin engellenmesi, demiryolu siyasetimizin dur­durulması, tramvayların sökülmesi, tarihî şehirlerin orta­sından otoyollar geçirilmesi, İstanbul'un muhteşem bir Türk-Osmanlı şehri olmaktan çıkarılıp "Yeni Bizans"a doğru meşum adımların atılmağa başlanması. 1950'lerde hızlanan sömürgeleşme, eğitimin yabancı danışmanlarla sıfırlanmaya doğru gidişi, dış siyasette ABD'ye tek taraflı
260

bağımlılık, gelişmekte olan Avrasya ile ilişkilerin hemen hemen hiç olmaması, zamanla komşularımızdan, Orta-poğu, bin yıllık arka bahçemiz, ülkemiz İslâm diyarından soyutlanmamız, köyden kente düzensiz, amaçsız göçlerle kentlerin çığırından çıkması, köy yaşamının yok olmağa başlaması, ve ilânihâye... Dıştan planlı, içten ihanetli gidi­şat. Ve sonunda, baş gösteren açlık.
Tabii bu filim daha önceleri, yüz yıldır, ABD'nin bulaştığı her ülkede oynatılmıştı. Acaba, 1947'den itiba­ren, Türkiye'de, ABD'nin yakın tarihinde gariban Orta ve Güney Amerika ülkelerinde, ve bazı Asya illerinde yapmış olduklarını bilen devlet veya evrenkent mensubu uzmanlar var mıydı? Vardıysa niye ikaz sesleri duyulmadı, tedbirler alınmadı? Sonunda (herhalde 50 yıllık yabancı planının akabinde) işte bu günlere geldik. Şimdi vatanımızın top­raklan, halkımızın gıdası, sağlığı, insanca yaşayabilme koşullan tehlikede. IMF gıdım gıdım besleyip karşılığında almadığını bırakmıyor. Peki Türk milletinin, halkının ge­leceğini, çıkarlarını kim koruyacak? Koruması gerekip de korumayanların haddini kim bildirecek?
Şimdi "Büyük Uyanış"la birlikte ilk yapılacak iş, hayat memat meselesi olan topraklarımızın (yâni "vatan" demek olur; unuttuk mu? Asla.), su kaynaklan ve güzer-gâhlannın, bentlerin ("baraj"ların), sulama tesislerinin, ve ekmeğimizin (buğday, tarım, tohumculuk, şeker, ünlü Türk tütünü, hayvancılık,...) yabancıların eline geçmesini durdurmak, sonra geri almak ve korumak olmalı. Özellikle 1980'den beri, son iki yıldır iyice depreşerek, yabancı parmağıyla çıkartılan teslimiyet yasaları derhal iptal edile­cek, verilen tapular, imtiyazlar geri alınacak. Yanılmı-
261

yorsam, uluslararası hukuka göre, yabancı zoruyla, ya da müdahalesi ile çıkarılan yasalar geçersiz sayılır. (Yurtse­ver hukukçularımız bu konuya lütfen eğilsinler). Toprağı­mızı, suyumuzu, ekmeğimizi kurtaracak ve sağlama alaca­ğız.
"Ekmek elden, su gölden" düsturuyla yaşamağa a-lışrnış olanlar unutmasınlar: "El", ekmeğini elinden alır, suyunu da kurutur.
15 Mayıs 2002 Gurbet ellerden
262

YURT DIŞINA GÖÇMÜŞ TÜRKLERE
Geçen gün Avustralya'dan bir bey telefon etti. Ay­dın, kültürlü bir bey olduğu besbelli. Orada Türkçe radyo yayınlan yapıyormuş; bulunduğu yerde 60-70 bin Türk varmış. Telefonla yarımşar saatten iki tane söyleşi yaptık. Sorular çok güzel hazırlanmış. Bey'in Türkçe'si de mü­kemmel.
Sorulardan biri, oradaki Türklerin kendilerini için­de buldukları bir ikilem üzerine sormak istedikleriydi: Bir yandan yabancı ülkeye uyum sağlamak, orada çalışmak zorundalar; bir yandan da çocuklarının yabancı olarak ye­tişmesi ihtimalinden endişeliler; Türk kimliklerini ne ka­dar korumalılar? Tabii böyle bir sorun hissetmeleri bile iyiye alâmet. Öyle ya, özellikle ABD'deki bazılarının böy­le bir sorunu yok. "Biz Amerikalılar" diye Tarzan şivesiy-le konuşanlarına, bazı da Türkçe biç konuşmak istemeyene ara sıra rastlamışımdır (ama çok şükür az).
Radyo söyleşisinden bir hafta sonra kendimi Hol­landa'da buldum. Bir çok Türk dernekleri var; Sovyetlerin dağılışının onuncu yılında Türk Dünyası'nın durumu, so-nuüan, Türkiye ile ilişkileri, ortak Türkçe, ortak yazı gibi
263

meseleler üzerine bir toplantı düzenlemişler. Türkiye'den de bir kaç konuşmacı. Bir tek Büyük Elçi katılmamış; e-fendim, kendisi ancak konu Türkiye-Hollanda ilişkileri olursa katılırmış. [Bu Dış İşleri Bakanlığı 'nın artık iyice bir gözden geçirilmesi lâzım, önceki yıllarda, ABD 'de ve Almanya'da, yalnızca Türklerin bulunduğu toplantılarda herkesin ingilizce konuşmalar yaptığını, böyle olsun diye oralardaki konsolos ve elçilerden Türk derneklerine yazılı tamimler gelmiş olduğunu yazmıştım (Bkz. O.Sinanoğlu, "Hedef Türkiye", Otopsi Yayınları, ist. 2002). Düşünün, Almanya 'da bile İngilizce! Neden? Küresel Kıraletçilerin planına uyum sağlamak için olacak.]
Ertesi gün Rotterdam'daki başka bir Türk derneği­nin konuğu olduk. Duvarlarda İbn-i Sina, Birûnî, Harezmî gibi büyük Türk bilginlerinin, matematikçilerinin resimle­ri. [YTU'nün matematik bölümünde de bir gün, yabancı büyük matematikçilerin resimleri yanı sıra bizimkileri de görürüz inşallah.]. Öbür yanda Hacı Bektaş Veli'nin tas­viri. Hârika çiğ köfteler, dönerler yendikten, konuşmamızı da yaptıktan sonra âmâ Âşık Efe ozan aldı sazı eline, tür­küler yaktı. Kendimi Türkiye'den fazla Türkiye'de hisset­tim. Orada doğmuş büyümüş gençler bile gayet güzel Türkçe konuşuyor. Hem Hollandalı'lar, hem de sonuna kadar kimliklerine sahipler. [Türkiye 'deki tatlı su küresel kıraliyetçi kuyrukları utansın.]
Bir ülke ulusal hedeflerini kaybeder, eğitim düzeni sıfırlanır, iktisadı çökertilir, açlık baş gösterirse, yurt dışı­na muhaceret artar. Yurt dışına göçmek zorunda kalanlar elbette bulundukları ülkenin yasalarına uyacaklar, toplu­mun kurallarına, kültürüne saygı gösterecekler, yaptıkları
264

işin en iyisini yapacaklar, çevrelerindeki o ülke insanları, aralarındaki Türkleri örnek insanlar olarak görecek, göste­recek. Amma, nerede olurlarsa olsunlar göçmenler Türk içimliklerine sımsıkı sarılacaklar, aralarında bazı görüş ayrılıkları da olsa birlik olacaklar, çocuklarına mutlaka Türkçe'yi, Türk tarihini, geleneklerini, Türk edebiyatını öğretecekler. Şimdi yurt dışındaki Türklerin de "Büyük Uyanış "tan nasiplerim aldıklarını görüyor, ana yurtlarını hiç bir zaman unutmayacaklarını, ona daima destek ola­caklarını biliyoruz. Selâm olsun hepsine.
25 Mayıs 2002 Rotterdam
265

GENÇLERE: MESLEK ve ZENAAT
Bir öğrencim vardı, Yale Evrenkentinde; çok başarı-lıydı; hem kimyayı, hem iktisâdı aynı anda bitirdi. (Bkz. "Emine Çaykara söyleşisi: 'Oktay Sinanoğlu Kitabı', İş Bankası Kültür Yayınlan, 2001-2002). Adı Jonathan Cave.
Bir yaz, bir ay kadar ortadan kayboldu. "Nerdeydin?" dedim. Meğer TIR şoförlüğü kursuna .gidip TIR ehliyeti j almış, tatil diye. Önce şaşırdım, sonra anladım: Kafasıyla yoğun çalışanlar, fizikî işlerle uğraştıkları zaman dinlenir­ler, bu onlara zevk verir. Başka örneklerini de görmüş­tüm: Nur içinde yatsın, Norveç asıllı benden epeyi yaşlı, hem meslektaş, hem arkadaşım Lars Onsager (sonradan fizik Nobel ödülünü alan), derin düşüncelerle, en çetrefil matematiksel meselelerle dolu bir günün sonunda, evinin bodrumunda kurduğu marangoz atölyesine çekilir, saat-lerce marangozluk yapardı.
1960'lı yıllarda, bir ara beraber Yale'de bulunduğu­muz, değerli tiyatro yazarımız Güngör Dilmen (bu yazıyı görürse, selâm olsun kendisine), yaz geldikte, Konektikut Eyaletinin yemyeşil çiftliklerinden birinde, gönüllü ola-rak toprakla çalıştı. Böylece doğa ile bütünleştiğini, j tazelendiğini ifâde ediyordu sohbetlerimizde.
Fakat Jonathan Cave'in Tır şoförlüğü merakının al-tında yatan başka bir neden daha varmış. Dedi ki: "Dün-yanın hâli belli olmaz. Bizim gibi fikriyatla uğraşanlara
266


bir gün ortam bulunmayabilir, yaşam imkânları da olma­yabilir. Onun için, bir yandan yüksek meslek edinirken, bir yandan da, her yerde, her koşulda geçer akça olabile­cek bir zanaat sahibi de olmayı düşündüm. Tır kursu ilâ­nını görünce, gittim yazıldım." Jonathan ehliyetini aldı; inşallah zanaatını icra etmeye de, dünya ahvali gittikçe bozulmakta ise de gerek kalmaz. Şimdi kendisi Stanford Evrenkenti'nin bir profesörü olarak matematiksel iktisat kuramları geliştirmeğe devam ediyor.
Türkiye gibi IMF'nin kancalarına takılmış ülkelerde gençlere, yukarıdaki , o zaman yirmi yaşında olan bir gencin yaşam öngörüsü yararlı gelebilir. Üstelik, Türki­ye'deki evrenkentlerde (belki tıp gibi bir iki dal hâriç) işe yarar, gerçek bir meslek eğitimi verildiği pek söylenemez. "Evrenkent bitirdim" demekle bir şey olmuyor; ne yapabiliyorsun, soyut ölsün, somut olsun ne üretebiliyorsun, o önemli.
Bizde öğrenciler yaz tatillerinde ne yapar? Çoğunun yararlı bir meşgalesi var mı acaba. Yanıtı okuyucuya bı­rakalım.
Türkiye'de artık, genç, evrenkent bitirmiş olsun, evrenkente girememiş olsun, pek fark etmiyor. Gidecek evrenkent bulamayan bir iki milyon genç var da, bitirip iş bulamayanların sayısı da epey arttı. [Böyle küresel kıraliyetçilere teslim edilmiş ülkelerde mesleklerin kal­madığını demiştik. Şirket yabancı, sermaye yabancı, git gide toprak yabancının; ne olacak? Her düzeyde şirket ve iş yöneticileri, mühendisler, mimarlar, profesörler, Azmanlar da sonunda yabancı olacak. Onların Molozlarına da iş bulacak yabancı elbet. Meslekler
267

da iş bulacak yabancı elbet. Meslekler kalmamasına şaş, mamalı.]
O hâlde, yabancıya teslimiyet meselesi kökünden hâl edilinceye kadar, geçici tedbir olarak ne yapmalı? Evrenkentlere gidemeyen, veya böylelerine gitmek iste­meyen gençlerin işe yarar, geçer akça birer zanaat edin­meleri için kısa süreli, veya bir iki yıllık kurslar açılmalı. Bu eğitim tatbikatlı olmalı. Evrenkente gitmekte olanların aynı şekilde birer de zanaat sahibi olmaları için yaz kurs­ları açılmalı. Tarzanca kurslarından dershaneler hayli para kazandı, ama öğrencilerin Tarzanca ile karınları doymayacak. Devlet memuriyetine torpil bulup ta kapağı atmak isteyenlere, yararlı bir iş yapmadan maaş almağa da artık yer yok; deniz tükendi. Dershaneler, zanaat eği­timi için girişimde bulunmalı. Dış ülkelerde böyle kurslar yaygın ve rağbette.
Gençlerin, hem kendileri için, hem sevgili halkımızın refahı, ve yurdumuzun bekası için üretici olmağa çalışa­caklarından eminim. Çünkü gençlerimiz artık uyanmıştır.
21 Mayıs 2002
268

"YEPYENİ DÜNYA DÜZENİ"Nİ KURALIM
Şimdi, bu "yeni dünya düzeni"ni birçok ülkede gördük. Doğrusu pek beğenmedik. Pek de yeni değilmiş ya; ABD dolarının üstünde bile 1776'dan beri Latince'si yazıyor. Amerikan halkı da farkında değildi, Baba Buş İngilizce'sini telâffuz edinceye kadar.
Tüm Batı ülkelerinin, tüm Afrika ülkelerinin halk­ları hiç memnun değil. Geçenlerde Afrika ülkelerinden temsilciler Mısır'da toplandılar: "Bu 'yeni dünya düzeni' ayağına hepimizi iyice sömürge ettiler, soyulduk, soğana çevrildik; iyice fakirledik. İnsanlarımız birbirine kırdırılı­yor; tüm doğal kaynaklanınız alıp götürülüyor." deyip "yeni dünya düzeni"ne karşı sert bir ortak beyanname ya­yınladılar. Türkiye yok tabii; biz ilericilerin güdümünde çağdaş bir ülkeyiz. Afrika değiliz ya! Amma velâkin, ga­riptir, peki bu Avrupa ülkelerine ne oluyor? Hattâ Ameri­ka, Kanada halklarına? Oralarda da gericilik nü var, ne? Hepsinde yeni dünya düzencilerine karşı geniş çapta is­yanlar başladı. Demokrasisi varmış gibi görünen ülkelerde bile, "Yöneticilerimizi aslında biz seçmiyoruz. Birileri başımıza konduruluyor; halkımızın isteğinin tersine, bizi Avrupa Birliği'ne, NAFTA'ya vb. sokuveriyorlar. Bir de bakıyoruz, ulusal egemenliğimiz elimizden alınmış." diyorlar. 11 Eylül'den birkaç hafta önce, IMF / Dünya Bankası Vaşington'da1 toplantı yapacaktı; yüz binlerce insanın engelleme gösterileri için Vaşington'a akın etmek-
0. Sinanoğlu, Washington, vb. gibi yabancı sözcükleri Türkçe o-
i yazmaktan yanadır . yn
269

te oldukları duyuldu; ABD hükümeti, toplantının olacağı binanın bir iki kilometre çevresini yüksek duvarlarla çe­virmeğe kalkıştı, kıyamet koptu. Bu sefer halk, "özgürlü­ğümüz elimizden gidiyor" diye isyan etti. Devlete bir sürü dâvalar da açılmağa başlandı. Oralarda gündemin baş ko­nusu bu hâdiselerdi. (Burada "bizim" ayarlı basın-yayında bunlardan bahseden oldu mu? Sanmanı; olduysa, Ameri­kan halkını gerici diye kınamışlardır. Öyle ya, "yeni dünya düzeni"nin baş kalesi Türkiye!)
Velhâsıl-ı kelâm gidişattan memnun değiliz. Peki ne yapalım? Öyleyse -masal bu ya- yepyeni bir dünya düzeni kuralım; önce kendimize uygulayalım, sonra başka ülkelere de uygulanması için çalışalım. Bu yepyeni dünya düzeni nasıl bir şey olmalı?
Eski "yeni dünya düzeni"nin öbür adı "sahte küre­selleşme". Öyle ya, adı üstünde, "küreselleşme" dediğin tüm kürre-i arzı kapsamalı. Bizdeki kontürlü Avrupa dü­dükleri "küreselleşme" diyor da bir daha demiyor, ama "küreselleşme"den kastettikleri Avrupalı olmak (ne de­mekse?), Avrupa Birliği'ne, ülkemizi yabancılara teslim etmek pahasına da olsa, girmek. Be kardeşim, bu yamuk yer küresinde bir tek Avrupa mı var? O azıcığı. Daha kos­koca (ve muhteşem) Asya var, Kuzey, Güney Amerika kıtaları, Afrika'sı, Avustralya'sı var. Onları saymıyor mu­sun? Aslında demek istedikleri (yakınlarda daha açık ko­nuşur oldular; ülkedeki gıksızlıktan cesaret geldi kendile­rine), küresel kıraliyetçi dediğim bir avuç insanlık düşma­nı, bizi Avrupa'ya yamamak bahanesiyle vatanımızı, ba­ğımsızlığımızı, büyük dünya dili Türkçe'mizi, gençliğimi­zin istikbâlini, halkımızın ağzındaki bir lokma gıdayı dahî,
270

alsın götürsün. Dünya çapındaki olayda ise, milyarlarca mazlum iyice köleleşsin, aç bîlaç kalsın, milyonlarcası soykırımlara uğrasın.
Hayır, bizim yepyeni dünya düzenimizde (o da pek yeni değil; atalarımızın tarih boyu kurduğu tüm devletler­de gerçek insanlık anlayışı, sahiden küresel olma ülkülemi vardı):
1) Tüm dünyayı, zenginiyle, fakiriyle tüm insanlı­ğı kapsayacak anlamda gerçekten küresel ola­cağız. Türk geleneklerinde olduğu gibi, düş­künlere, mazlumlara yardım eli uzatılacak. Hiçbir halk köle olmayacak. Zengin ülkeler (zâten öbürlerini soyarak zen-ginleşmediler mi? Şimdi geri ödeme zamanı), geri bırakılmışların üretici olması, kaynaklarını kendileri kullanabilmeleri için yardım edecek. Daha bir eşitlik sağlanıncaya kadar, î) Ulus-devletler parçalanmayacak, yok edilme­yecek. Her biri bağımsız olacak. Kölelerle, pat­ronlar arasındaki ilişki tarzı yerine, her biri kendi kişiliğine, onuruna sahip eşitler arasında dış ilişkiler, gerçek küresel kardeşlik ve barış geliştirilecek.
4) Her ülke, çoğunluğunun ana dili olan resmî di­linde eğitim yapacak. Hem kendi kültürel, tari­hî yapısına uygun, hem de dünyayı, tüm insan­lığı sevdirecek, tanıtacak bir eğitim olacak bu. Bir yandan da tüm dünya ülkeleri arasında kül­türel, bilimsel, eğitsel ilişkiler arttırılacak. Tüm


kültürler, bütün diller korunacak (bunlar insan-lığın ortak zenginliği).
5) Tüm dünya ülkeleri arasında iktisadî, sınaî, ta-
nmsal işbirliği ve iş bölümü sağlanacak. Her
ülkenin her şeyi üretmesi gerekmez, olamaz da;
ancak her ülke önemli bir şeyleri üretecek,
dünya ticareti eşitler arasında olup-bir kaç ülke
öbürlerini sömürmeyecek, onların üretimlerini, f
gelişmelerini engellemeyecek.
6) Vahşi sömürgeciliğin kolu kanadı durumunda
olan hâl-ü hazırdaki Birleşmiş Milletler, IMF,
Dünya Bankası, GATT gibi sahteden küresel
kuruluşların yerine, tüm dünya ülkelerinin tem­
sil edildiği, sadece bir kaç gücün güdümünde
olmayan, her ülkenin hak ve ihtiyaçlarının
kaale alındığı, gerçekten küresel (ve insancıl),
kovboya hizmet için değil, hakkanî bir dünya
barışı için çalışan uluslararası kuruluşlar oluş­
turulacak.
İşte bunlar, ve ötesi, olmaz mı? .Olur. Halklar, uluslar, gençler uyandıkça, bireyler tek tek, insancıllığın, gerçek küreselliğin ne olduğunu anlayıp hissettikçe, bireyler kendileri ile barışıklaştıkça, toplumla­ra, insanlığa, dünyaya da barış, kardeşlik, mutluluk, ve refah gelecek. Belki de bu gelişmelerde başı Türk Gençliği çekecek.
2 Haziran 2002 Kürre-i Arz'dan
j
272

İNSANLIK İÇİN BİR BARIŞ ve ADALET BEYANNAMESİ
İsviçre, Almanya gibi ülkelerden, küresel kıra-liyetçilerin ettiklerinden tedirgin olan bazı aydın kişiler Mayıs 2002'de bir beyanname yayınlamışlar. Bu henüz bir taslak hâlinde.
Batılı olsun, saldırıya uğramakta olan mazlum ülkeler olsun, oraların vatandaşları ve halk kuruluşları tarafından incelenmesi, gerekirse ülkesine göre değişikler, ilâveler yapılması, kendi dillerine çevrilip ülkelerinde yayınlanması, imza toplanması isteniyor. Çeşitli Batı Avrupa ülkelerinden başka Slovakya'da, Çek Cumhuriyeti'nde, Lehistan'da (Polonya), Estonya ve Latviya'da bu şimdiden yapılmış. Beyannameden aktarıyorum:
1) Hiç bir devletin, başka bir devletin iç işlerine,
anayasa ve hükümetlerine karışmasına izin verilmemelidir.
2) Aşağıdaki a, b, c, d, ve e şıklarında belirtilenleri
tel'in ediyoruz:
a) ABD ve Britanya'nın Afganistan ve Afgan sivil balkına karşı, uluslararası hukuku çiğneyerek ve vatandaşlarımızın arzusu hilâfına açtıkları savaş ve saldırılan:
273

b) saldırgan hükümetlerin hukuk kuralları ve
insanların eşit haklan ilkelerini rafa kaldırmalarını;
c) barış ve insanlığı korumak amacıyla kurulmuş olan
Birleşmiş Milletler gibi teşkilâtların sessiz kalmalarını;
d) tarafsızlık ilkesinin aksine, ve mutabakatımız
olmadan "barış gücü" kuvvetlerinin saldırgan ABD
emrinde kullanılmasını;
e) "küreselleşme" adı altında, ulus-devletlerin ulusa
kaynaklarının, iktisâdiyatlarının birkaç uluslar-ötesi
büyük şirket ve bankaya peşkeş çekilmesini.
3) Haksızlıklara uğramakta olan halkları, uluslar temin ederiz ki, bizler, hangi ülkeden olursak olalım,
i) saldırganlar bizim adımıza hareket etmiyor.
ü) Bizler, tüm insanların eşit haklar ve onurlarıyla yaşamaları gerektiğine inanıyoruz.
iii) Ülkelerimizin tarafsızlık ilkesine uymasını talep ediyor, bize saldıran olursa kendimizi savunacağımızı ancak hiçbir zaman başkalarına saldırmayacağımızı beyan ediyoruz. [ OS: Yâni Atatürk'ün 'Yurtta sulh, cihanda sulh' ilkesi!]
iv) Avrupa'da bir "tarafsız ülkeler bloku" oluşturul­masını istiyoruz.
v) Saldırgan siyasetlere ve harekâta yol açan NATO gibi ittifakları reddediyoruz.
vi) Hükümet ve meclislerimizin, saldırgan harpler katılmasına, bunu uluslarımızın, halkımızın irâde hilâfına yapmalarına karşı çıkıyoruz. 4- Onun için:
- Her türlü savaş derhal durdurulmalı.
274

- Birleşmiş Milletler aslî görevine, eşit ve bağımsız devletlerin bir kurultayı olmaya dönmeli.
Kızılay/Kızılhaç ve onların tarafsız insanî hizmetleri desteklenmeli.
Dünya çapında "savaşa karşı vatandaşlar" birliği kurulmalı.
Ulusal iktisat ve servetlerin yağmalanması durdurulmalı. Gerçekten demokrasiyi uygulayan bağımsız yönetimler işbaşı edilmeli.
12 Haziran 2002
275

276

EĞİTİM SİYASETİMİZ NE OLMALI?
1) Eğitimin amacı
2) Eğitimin milliliği ve Atatürk; önce milli, sonra
evrensel.
3) Eğitim dili tümüyle Türkçe'dir. Yabancı diller
amaç değil araç.
4) Hazırlık sınıfı garabetine son verilecek, Türk
öğrencisi kendi ülkesinde yabancı öğrenciymiş
gibi olmaktan kurtarılacak. Hazırlık sınıflarıyla
birkaç yılını heba etmeyecek.
5) Her öğrenciye altın bilezik gibi bir meslek.
6) Eğitim, Doğu ile Batı, geçmişimizle geleceği­
miz arasında köprü kuracak.
7) Ezberciliğe hayır, sorgulamaya, muhakemeye
(uslamlamaya) evet. Düşünebilen, araştıran,
çözüm üretmede kendine güvenen insan yetiş­
tirme.
8) Ezberciliği teşvik etmeyen, anlayarak mesele
çözmeyi, fikir üretip kendini az, öz, ve güzel i-
iâde etmeyi değerlendiren sınav düzeni.
9) Dünyada emsali görülmemiş dershane-okul iki­
lemi son bulacak. Dershaneler özel okul olacak.
Üniversiteye giriş sınavları içeriği ile ortaöğre­
tim müfredatı arasında uyum sağlanacak. Öğ­
rencinin gayesi sınav geçmek değil öğrenmek,

bilgiyi kendine mâl etmek, eldeki verilere ba­kıp sonuç çıkarabilmek, ilerde de bilgiyi kendi üretebileceği bilgiyi katmak olacak.
10) Ortaöğretimde bir yandan matematiğe, bilgisa­
yar yazılımı hazırlamağa, fen bilimlerine, diğer
yandan Sümerlerden günümüze dek Türk ede­
biyatına, Türk tarihine, Türklerin geçmişte sa­
nata, felsefeye, doğa bilimlerine yaptıkları bü­
yük katkıların idrak edilmesine, Avrasya tari­
hindeki eşzamanlı gelişmelerle karşılaştırma
yeteneğinin geliştirilmesine ağırlık verilecek.
11) Eskiden olduğu gibi, her öğretmen bir dalda
uzmanlaşacak. Öğretmenler, sadece içi boş eğit-
bilim (pedagoji) dersleriyle değil, öğretecekleri
dalda derinine yetişecek; hattâ her öğretmen
adayı ana dalında birer araştırma tezi yapacak.
12) 1950'lere kadar olduğu gibi, öğretmen toplum­
da itibarlı, matematik/fen olsun, tarih/edebiyat
olsun, ana dalında yetenekli, yaratıcı, ve söz
sahibi olacak. Öğretmenin maddî durumu yük­
seltilip en az bir üniversite doçentine eşdeğer
kılınacak.
13) Ortaöğretim hocaları, yazlan üniversitelerle
birlikte düzenlenecek ortak yaz okullarına katı­
lacak. Teknik dallarda olanlar (bilgisayar, kim­
ya gibi) yazlan ilgili sanayilerde çalışarak staj
da yapabilecekler. Öğretmen, ana dalındaki ye­
ni gelişmeleri böylece takip edebilecek, ana da­
lına merakı taze tutulacak, o dalda bir yandan
da üretici olabilecek.
277

278

14) Ortaöğretim fen derslerinde öğrencilerin kendi-lerinin deneyler tasarlamaları ve yapmaları için laboratuvar (deneylik) imkânları sağlanacak.
l5) Ülke çapında eğitime ayrılan bütçe payı yüksel-tilecek; bu en önemli yatırıma öncelik tanına­cak.
16) En başarılı öğretmenlere Cumhurbaşkanlığınca
törenlerle ödül verilecek; ödüllenenler kamuo­
yuna, örnek öğretmenler, "eğitim kahramanla­
rı" olarak tanıtılacak.
17) Öğrencilerin yazın bir buçuk ay sıhhatli ve faal
tatil yapmaları için doğa içinde, yurdun değişik
bölgelerinde, yaz kampları, geziler düzenlene­
cek, su idmanları, yüzme, yelken, kürek, ata
idmanları, binicilik, güreş, ok atma, doğa id­
manları, dağ, orman yürüyüşleri teşvik edile­
cek. Bu arada doğa, çevre ve Türk tarihi bilinci
de geliştirilecek.
18) Bilim dili, uslamlama (muhakeme) dili mate­
matiktir. Her öğrenci, sonradan seçeceği zana­
at, meslek, dal ne olursa olsun (toplumsal bi­
limler dâhil), erken yaştan başlayarak ciddi ma­
tematik öğrenimi alıp mesele çözme, hesapla­
ma, açık seçik ve kestirme düşünebilme, dü­
şündüğünü lâf kalabalığı yapmadan, sadede ge­
lerek ifâde edebilme yeteneğini geliştirecek.
Matematik her dalda uygulanacak.
19) Ara meslekler eğitimine, mezun olanın yurt ik­
tisâdına katkıda bulunacak tarzda teknikerler
yetiştiren eğitime verilen ağırlık arttırılacak.

Teknik öğrenciler, bir yandan da sanayide, tıp­ta, tarımda, çıraklıktan başlayarak iş kotarabilir hâle getirilecek.
20)Evrenkentler (Üniversiteler): Yüksek öğretim ve araştırma, Türkçe bilimsel dergiler, tezler önce Türkçe, her düzey öğretim görevlilerinin iyi Türkçe bilmeleri şartı,ve meslek düzeyi. İç üremenin önlenmesi, çömez düzenine son.
21) Avrasya ve Türk Dünyası ile ilgili öğretim. Ta­
rihe, kültüre, bilim tarihine yalnız bağnaz Ba-
tı'nın gözü ile bakmamak.
22) Uygur metinlerini okuyup üzerinde çalışacak,
ayrıca Selçuk, Osmanlı kaynaklan üzerinde a-
raştırma yapacak uzmanlar ordusu yetiştirme.
23) Ülkenin belirlenecek dış siyaseti, iktisadî siya­
seti ile eşgüdümlü bir bilim, teknik, araştırma
siyaseti. Evrenkentlerle, devlet, ordu, sanayi iş­
birliği.
24) Dışa giden öğrenciler meselesi.
25) Uzak Doğu ve Güney Asya, Avrupa, Orta-
Doğu, Orta ve Güney Amerika, ABD, Afrika
ülkeleri hakkında uzmanlar yetiştirme; uzman­
ların devlete bilgi ve strateji desteği sağlamala­
rı.
26) Her dal için tercüman ve mütercim yetiştiren
"Yabancı dil Uzmanlığı" evrenkent veya yük­
sek okulları (Japonya, Rusya örneklerindeki gi-
bi).
27) YÖK'ün durumu.
279

AMERİKA'DA BUGÜNLERDE ESEN HAVA
11 Eylül'den sonra Amerika'da hava hızla değişti. Peki bugünlerde neler oluyor? Olanları uzakta haberlerden bir ölçüde izlemek mümkün; ancak içinde olmadan halkın tavrını, davranışlarını hissetmek zor olmalı.
Emlâkçının Bayraktan
A.B.D.'nin bir kasabasında, bir sabah baktım, evle­rin posta kutularının yanlarına birer Amerikan bayrağı dikilmiş. Değneğin sapında bir kartta iki emlâk satıcısının reklâmı. Bazı bayraklar günlerce kaldı. Zaten öyle bir hava estirilmişti ki, millet o bayrağı kaldırmaya çekinir, eczane­lerde bile satılan benzeri bayraklardan arabasına takmaya kendisini adetâ mecbur hisseder olmuştu. 1970'lerin Ame­rika'sından ne kadar farklı... O zamanlar halkta, gençlikte Vietnam savaşına karşıtlık, toplumsal sorunlarla, çevreci­likle, özgürlüklerle ilgilenmek yaygındı. Şimdi ise... Evet, Afganistan savaşına, adını değiştirdikleri yeni "Haçlı Se­ferleri" ne, İslâm "tehlikesi" bahane edilerek özgürlüklerin 'çaldırılmasına mutlaka karşı olanlar var; ama çıkarılan "olağanüstü hâl" kanunlarıyla gık diyenin sorgusuz sualsiz
280

tepesine biniliyor. Demeli, Amerika da gıksız ülke oldu; şu farkla ki: Beyni her gün yıkanan kitlelerin içindeki is­tisnalar zorunluluktan gık çıkaramıyor; bizimki ise gönüllü
A.B.D.'de yeni çıkarılan olağanüstü kanunlardan birinin adı "patriot" (yurtsever) yasası imiş. Yâni, düzeni, siyaseti, hükümetin yaptıklarını biraz eleştiren, eleştiren ne demek, tasvip etmeyen, "vatan hâini" ilân edilmiş oluyor. Bu duruma "bye-bye demokrasi" denmez de ne nedir? Adını lütfen siz koyun.
Türkiye'de de, A.B.D.'nin güdümünde benzeri şeyler olmadı mı? Gık diyenin kimine, -öyle olsun olma­sın-, "komünist", ya da "faşist", bilemedin "dinci" dediler. "Sağcı" geçinene biri, "solcu" geçinene öbürü, bilemedin diğeri öcü gösterildi. Düşünemeyen güruhlar yetiştiren eğitim düzeniyle bu "öcücülük" bileştiğinde sonuç, gerçek ülke meselelerinin kamuoyundan gizlenmesi, tartışılama-ması, ülkenin rahatça dış güçlere peşkeş çekilebilmesi oldu. Olmadı mı? Düşünen, sorgulayan değerli okurları­mız durumu artık iyi kavrıyor.
"Hot- Dog" Ulusçuluğu
A.B.D.'deki durumun gerçek yurtseverlikle, içerik­li bir ulusçulukla hiç bir alâkası yok. Buna olsa olsa "bay­rak değnekçiliği" denebilir: Salla deyince salla; başka hiç bir şeye karışma. Zaten genelde Amerikan yurtseverliği, iktisadî göstergelerle orantılıdır. Bir de, geçen gün Ameri­kan ABC TV sindeki yorumcunun anlattığı gibi, "Ameri­kan kültürü" diye tanımladığı beyizbola ("baseball'), sosis
281

benzetmesi "hot-dog"a. (yorumcu onun da Almanya'dan geldiğini ilâve ediyor), "hamburger" adlı iptidaî köfteye, haa bir de elma tortasına ("as American as the apple pie") bağlılık.
Güvenlik mi, Özgürlük mü?
A.B.D.'de birkaç ay önce bir kamuoyu araştırması yapılmış. Halka sormuşlar: "Güvenlik mi istersiniz? Öz­gürlük mü?" diye [Sorudan gel]. Yüzde %50'den fazlası, "güvenlik isteriz" demişler. Unutmayalım ki, her gün, "Müslüman tedhişçiler"in -[tanım zaten o: "Müslüman eşittir tedhişçi ("terörist")" demek oluyormuş]-, Ameri­kan şehirlerine yeni saldırılar düzenlenmekte oldukları pompalanıyor. O hâlde, bu tehlikelerden halkı koruyabil­mek için özgürlükler kaldırılmalıymış. TV'de, orta doğu­luya benzediği için apar topar içeri tıkılmış bir genci gös­terdiler. Arap kökenliymiş ama, A.B.D.'de doğmuş büyü­müş; "Ben Amerikalıyım, Amerika için çalışıyorum" diye çocuk çırpınıyor. Dinleyen yok.
4 Temmuz, malûm Amerikan ulusal bayramı. O gün herkes eşi dostuyla bahçesinde ızgara ("hamburger" ve "hot-dog" tabii) yapar, biralar içilir; sonra gece her ta­rafla çoluk çocuk, bir patırdı, patlangaçlar patlatır, havaî fişekler atar. [Uyuyabilirsen uyu]. Bu sefer, bir hafta ön­cesinden basın-yayın haber edip duruyor: Devletin istihba­ratına göre 4 Temmuz'da "Müslüman tedhişçiler" Ameri­kan şehirlerini hedef alacaklarmış. [Halk sahiden korkuya kapılıyor mu, tam anlayamadan. Sorsan, herhalde "çok korktuk" diyecekler]. Tabii hiç bir şey olmazsa resmî ağız­lar diyor ki: " Sizi çok iyi koruduk, güvenliğinizi sağladık
282

ta ondan bir şey olmadı. Özgürlükleri kaldırmamız işte bunun için gerekli." [Vay babam vay].
Ey "Büyük Uyanış"ın aydın Türk halkı ve gençle­ri! Sizler artık neyin ne olduğunu pek âlâ biliyorsunuz.
Peki, A.B.D.'nin taklidinin taklidi sahte evrenkent-lerimizin, Türk öğrencilere "İngilişçe" (yânikim "Tarzan-ca") ders veren, tüm katılımcıların Türk olduğu bilim (ör­neğin fizik) toplantılarında konuşmalarım Türkçe yerine İngilizce verip fizikte olmasa da, "Tarzanca"daki maharet­lerini teşhir eden bazı [düzgünlerini tenzih ederiz] öğretim üyeleri, ya siz? Şu maşukunuz Amerika'yı hâlâ tamyama-dınız mı? Yüce Tanrı nurunu kimseden eksik etmesin.
10 Temmuz 2002 "Birilerinin maşuku ülkeden"
283

YABANCI DİLLE EĞİTİM KALDIRILIYOR MU?
Haberler Şöyle: 7 l

Önce birkaç e-mektup aldım; birkaç ay oluyor. Yabancı dille eğitime artık son verileceği söylentilerinden bahsediliyordu. "Lütfen araştırın" dedim, "Acaba doğru mu?"
Nihayet Aydınlık'ın 23 Haziran 2002 tarihli sayı­sında bir haber çıktı: Lise eğitimi dört yıla uzatılacak, İn­gilizce hazırlık sınıfı kaldırılacak, öncelikle öğretim prog­ramlan ile ders kitapları hazırlanacakmış. Millî Eğitim Bakanı Sayın Metin Bostancıoğlu öyle demiş.
Metin Bey açıklamasında ilâve etmiş: "Türkçe'yi iyi bilmeyen yabancı dili de öğrenemez. Önce dilimizi çok iyi öğreteceğiz. Daha sonra da amacımız, yabancı dille eğitim değil, yabancı dili iyi öğretmektir." Anadolu Lisele­ri 'nde ve yabancı dille eğitim yapan liselerde bir yıl sürey­le yabancı dil öğretilen hazırlık sınıfı kaldırılacak ve artık dersler Türkçe okutulacakmış.
Sadece yabancı dille eğitim yaptıkları için bol para kazandıkları sanan [veya asıl kimlere hizmet ettikleri belli olmasın diye öyle diyen] özel okul sahipleri yeni uygula­madan muaf tutulmak için çaba harcıyorlarmış. Bakanlık
284

bu özel okul meselesinde henüz bir karar vermemiş. MEB Müsteşarı Prof. İsmail Bircan, özel okullar konusunda çalışmaların sürdüğünü söylemiş.
Talim Terbiye Kurulu Başkanı Nurettin Başer'e gelince: Liselerin dört yıla çıkarılması ve İngilizce öğretim konusundaki adımlan şöyle açıklamış: "Toplumun istekle­rini, öğretim ortamını değerlendirdikten ve üniversiteleri­mizden de görüş aldıktan sonra işi sonuçlandırmayı hedefliyoruz."
Nerdeyse sevinecektik; ama mûtadım üzere ken­dimi çimdikleyip "Hele bir dur bakalım; şunu bir kez daha dikkatlice okuyup bir irdeleyelim." dedim. [O ara, birçok-• lan, "Tebrik ederiz. 40 yıl tek basma, bin bir belâ pahası­na mücadele ettin, yılmadın, bezmedin; sonunda Türki­ye 'nin her bir yanında halkın, gençlerin gözleri önüne serdiğin, kamuoyuna mâl ettiğin dâvada başarıya ulaş­tın!" diyorlar. Ben de, sıkılarak, "Estağfurullah; teveccü­hünüz; (hâk-i pâyiniz) gibi Bâb-ı Âlî lâfları mırıldanıyo­rum. "Dâva hepimizin; Türk Ulusu'nun temel dâvası. 'Türkçe konusunda bilinçlenme olursa, her konuya sıçrar; o zaman bağımsızlığımızı, peşkeş çekilmiş topraklarımızı da kurtarırız' diye düşünmüştüm." diyorum.]
Bir de Paspası Kaldırıp Altına Bakalım
1) Benim bildiğim, önce yeni bir müfredat hazır­lanır; mevcuda ilâveten nelerin öğretilmesi ge­rektiğine karar verilir; sonra bakılır bunlar üç senelik liseye sığacak mı diye. Hoppala. Ha­berde tam tersi var: Lisenin dört yıl yapılması-
285

na karar veriliyor; sonra bakılıyor, dört yılı ne ile dolduracağız diye. Sanki eğitim kaynakla, rımız dolup dolup taşıyor da nasıl harcayaca­ğız diye bakmak icâp etti! Peki, öyleyse bu dört yıl işi nerden çıktı? Avrupa Birliği mi is-tedi? Siz düşünün.
2) Metin Bostancıoğlu (ve Talim Terbiye Kuru­lu); adını mı şaşırdım? 1946'dan beri gelmiş geçmiş Milli Eğitim Bakanlarının çoğundan daha da ileri giderek ve pervasızca, yabancı dili [bütün keskin ikazlarımıza rağmen (Bkz. O.S., "Bye-Bye Türkçe" kitabı Otopsi Yayın­ları, İst.; 7. Baskı ve şâir yazılarımız)] ana o-kullanna kadar indiren, binlerce yıllık Türk Tarihim, Türk Edebiyatını' 1923te başlar'a in­dirgemeye çalışan [bu suretle, tüm Türk Tari­hi, Dili, ve Kültürü Üzerinde ısrarla durmuş olan Atatürk'e de darbe vuran], Türk Dili ko­nusunda kimi ahmakça, kimi hainlikten çıka­rılmış kafa karışıklıklarına katmerli karışıklık eklemeye yeltenen zevat değil mi bunlar? Hayrola. Kişinin birden bire böyle temel | de­ğişimlere uğrayabileceğini kim sanar? Doğa yasalarına aykırı bu.
Nitekim yukarıda İsmail ve Nurettin Bey'lerin de­meçlerine bir dikkat edin: 50 yıldır beyni her gün yıkanıp aldatılmış toplumun [sahte çağdaşları kastediyorlardı] isteklerini değerlendirecek, [yabancı dille eğitim verme yarışında olan ve bu YÖK'ün güdümündeki]
286

evrenkentlerimizden de görüş alıp öyle sonuçlandıracak-larmış! Niyeti siz anlayın. Özel okullarla ilgili esnek lâflar da cabası. [Özel okullara ayrıcalık tanımak, kamu okulla­rını ölüme (ya da öbürlerine benzemeye) mahkûm etmek demektir. Liselerde de, evrenkentlerde de öyle oluyor zâ­ten. Devlet okullarını özellerine, özelleri ise başlangıçta yabancı misyoner okullarına özendirdiler.]
3) Demeye kalmadı, duyduk ki Metin Bey de is­tifa etmiş. İstifa etmeden bir kaç gün önce Türkçe savunucusu oluveriyor. O demeçleri verdiği zaman birkaç gün sonra istifa edeceği­ni bilmiyor muydu? İnsanın aklına şu gelir: Nihayet, 40 yıl gece gündüz uğraşı, yurdun her yanında, her kesimden (ayırt etmeksizin) bin­lerce ahaliye yaptığımız konuşmalardan, sayı­sız TV, radyo söyleşilerimizden sonra kamuo­yunda kesif bir Türkçe ile eğitim, ye Türkçe rüzgârı esmeye başladı ya, ha bir de, seçim ih­timalleri belirdi, yeni oluşumlar vb. var ya, o hâlde, günlük siyâsî çıkarlarını yurdun "âlî menfaatleri"nin üstünde tutan, ve halkın bıkıp usandığı, bir takım siyâset simsarları, hemen o kudretli yelin önünde saman çöpü gibi uçup halktan siyâsî destek görmek, verdikleri zarar­ları unutturmak için, tavır değiştirmiş gibi gö­rünmek istiyor olamazlar mı? [Burada her hangi bir şahsı değil (tek tek kişiler ehemmi­yetsiz), 50 yıldır ülkemizin kaderini karartan
287

Batı'nın beşinci kolu gizli cemiyet üyesi ze-vât-ı kebirân 'ın tümünü kast ediyoruz.]
İste böyle, "Büyük Uyanış" bahtlarına doğmuş genç kardeşlerim, ve Anadolu'nun, Asya'dan kopup gelmiş, binlerce yıllık tarih ve kültürünün verdiği ışıkla aydınlanmış canım ciğerim Türk Halkı! İş hâlledildi sanıp ta sakın gevşemeyin. Mücadelemiz daha yeni başlıyor sayılır. Devam. Bu ülkeyi şerefsiz takımına ve onların dışarıdaki patronlarına bırakmayacağız. Bugün gaza ve insan üstü gayret günüdür. Yarın ise zafer!
18 Temmuz 2002 "Cân-ı gönül"den
288

İTALYA'DAKİ SİVAS
Yüce "Alp" dağlarına adım veren Türkler, binlerce yıl sonra yeniden geldiler. Bu sefer kayıklarla, TIR'larla...
İtalya'nın kuzeyinde, Alplerin serpile serpile ovaya döküldüğü yerdeki gölün kenarında akşam serinliğinde yürüyordum. Yolun bir yanında sıra sıra kayıklar, öbür yanda neşeli, konuşkan İtalyanların oturduğu kahveler. Arada gözüme mütevazı bir dükkân ilişti. Üstünde "İstan­bul Kebapçısı" yazıyor. Zaten seyrek geçen arabaların arasından hemen karşıya geçtim; içeri daldım. Karşımda genç kebapçı; iki yanda duvar diplerindeki yüksek tabure­lere ilişmiş, besbelli, birkaç Türk. Konuştuk; pilâv üstü bir döner yedim. Günlerdir kulağımı dolduran İtalyanca'dan sonra akrabalarımı bulmuş gibiydim. Hepsi Sivaslıymışlar. Oturanlar inşaat işçisi; sıhhatli yüzler, mahzun gözler.
Sonraki günler, akşam üstleri hep oraya uğradım. Hayli Sivaslıyla tanıştım. Dükkânın sahibi ile de ahbap olduk. O, sekiz yıl önce gelmiş. Her Ağustos yurda ziyare­te gidiyor. Bu sefer yeni dönmüş. Yakındı: Arabayla bir haftada gelebilmiş; Yunan gümrük kapısında 35 km. uzun­luğundaki araba kuyruğunda, sıcakta, günlerce beklemiş­ler. "Türk Devleti nerede?" diye dertleşiyoruz. Nerede olacak? Ulusuna yabancılaşmış, aslında tanımadıkları Yu­nan'm hayranlığı içinde, tek taraflı bir Avrupa aşkı ile yanıp tutuşanların elinde. "Siz vatandaşlarımıza öyle ezi­yet ederseniz, biz de ilişkilerimizi yeniden masaya yatırı­na" diyecek kim?
289

Bir hafta içinde, başka lokantalarda da hep çalışan Sivaslılara rastladım. Küçük kasabada bin, bin beş yüz kadar varmışlar. Aralarında hiç oculuk, buculuk, mezhep, çilik yok. Tam bir dayanışma içindeler. Hepsinin Türkçe­leri mükemmel, Türk Ulusu'na bağlılıkları tam. Durumları iyi; ancak, istisnasız hepsi "Ah! Ülkemizin başında ger­çekten ulusal hükümetler olsa da, tarımımızı, "hayvancılı­ğımızı, fabrikalarımızı yeniden canlandırsalar burada bir gün daha durmayız; vatanımıza döneriz" diyorlar. Bilinçli­ler; Türkiye'de olan bitenlerin iç yüzünü çok iyi görüyor­lar. Bu güzel kasabaya "İtalya' daki Sivas" adını taktım. İşte bu yazıyı, "Yeni Sivas"ın o güzel insanlarına duydu­ğum sevginin bir ifâdesi olarak yazıyorum.
Birkaç yıl önce Sivas'taydım. Her kesimden bir araya gelmiş Sivaslı halka bir konuşma yapmış, sonra da Cumhuriyet Evrenkenti'nde fencilere bilimsel kuramları­mızı anlatmıştım. Evrenkentte bilim seviyesi yüksek, yö­neticiler Sivas'a bağlı, şehirde halk bilinçliydi. Tarihî Si­vas'ta Selçuk Türk kültürünün izleri hâlâ yaşıyordu. Si­vas'ı da, halkını da sevdim. Yoğun geçen iki günden sonra Cumartesi olmuştu; ertesi gün tirenle Ankara'ya dönecek­tim. Mihmandarım gence: "Bu günü sakin geçirelim, biraz şehir dışına çıkıp dağ bayır gidelim" dedim. Eski püskü arabasına bindik, tozlu yollara düştük. Kent çabucak bitti; bomboş araziler başladı. Artık 30 km.mi gittik, elli mi bilemem. Bir iki köy geçtik, tamamıyla boşaltılmışlardı. Hazin bir manzara. Gittik gittik de, ne bir ekili tarla gör­düm, ne bir fabrika, ne tek bir havyan. Halbuki yıllar önce ne zaman Anadolu'nun bir yerinden arabayla gitsem, orta­lık koyun sürülerinden geçilmezdi.
290

Sivas'tan çıkarken görülen tek bir TCDD fabrikası da çoktan kapatılmıştı. Ne olmuştu Sivas ve çevresine böyle? Her hâlde cin değil, IMF ve işbirlikçileri çarpmış. Ekmek derdine düşmüş Sivaslılar da, atalarımız Etrüskleri, sonra Hunları takiben Alp dağlarına doğru yola çıkmış, "Yeni Sivas"ı bulmuşlardı. Acaba dönebilseler, ata toprak­larını, mallarını, mülklerini bulabilecekler mi? Yoksa, etrafı tel örgülerle çevrilmiş on binlerce dönüm araziler, tedhiş bahanesiyle beş para etmez hâle getirilip yabancıla­ra peşkeş çekilmiş, tapusu verilmiş topraklar, yabancılara ait işletmeler, oralarda çalışan yabancı ülke işçileri mi gö­recekler? Avrupa Birliği'nden bile habersiz , karanlık bir gece de çıkarılıveren "AB'ye uyum (!) yasaları", IMF ni­yetlerine uygun olarak verilmiş "IMF niyet mektupları" ve onlara göre çıkarılıvermiş "15 günde 15 kanun" ve benzeri yasalar geçersiz sayılıp derhal iptal edilmezse, "Yeni Si­vas'tılar ilelebet, on yıl sonra zâten kendiliğinden dağıla­cak olan sahte Avrupa Birliği'ne değil, Avrupa'nın ta ken­disine uyum sağlamaya mahkûm olabilirler.
Amma, kuvvetle inanıyorum ki, Türk Milleti bir kez daha ulusal irâdesine sahip çıkacak, sonra, AB'sini de, IMF'sini, onların patronu küresel kıraliyetçilerin yerli kuyruklarını da, Türk Ulusu'nun önderliğindeki bir Av­rasya'ya uyum sağlamaya mecbur edecektir.
15 Eylül 2002 "Yeni Sivas" tan
291



"BÜYÜK UYANIŞIN KANITLARI
Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu'na Mektuplar, İletiler
-isim ve adresleri mahfuzdur-
ÇAĞDAŞ DEMiRYOLU İNŞAATINA BAŞLANMASI
VE MiLLi ŞUURUN YENiDEN ALEVLENMESİNİ
SAĞLAYACAK KIVILCIM ARAYIŞLARI
Sayın Sinanoğlu,
Mustafa Kemal ATATÜRK'ün ölümünden sonra, Yurdu "demir ağlarla" örmeğe ant içmiş Türk ulusunun demiryolu yayma heyecanı, Mustafa Kemal ile birlikte gömüldü. 10 Kasım 1938 günü saat dokuzu beş gece den itibaren törpülenen ve kökünden yok edil­mesi uygulamaya sokulan bu sistematik ve sinsi oyun,. Atatürk'ün ölümünden sonra ülke yönetimini ele geçiren "iktidar sahipleri" tara-ûndan demiryoluna, zaman içinde "gomunist işi" damgasını vurarak olum fermanım imzaladılar Türkiye Cumhuriyeti kalesini içerden fethederek yıkacaklarını zannedenlerin, çok yakında yanıldıklarım göreceklerine yürekten inanıyorum. İleride böyle ihanetler olabilece­ğini sezen Mustafa Kemal, Türk Gençliğini hitabesinde uyarmadı mi? Türk Gençliği bütün ihanet oyunlarına rağmen uyanıyor, uyanacaktır
Savasından sonra o yokluk ve kıtlık donemde olmasına rağ-yabancı şirketlerin imtiyazında bulunan 4060 km. demir yolu, Parası ödenerek devletleştirilirken, umut ve inanç ile dolu yüreği olan Türk ulusu, halkı ve ordusu ile omuz omuza verip 1924-1945 yıllan arasında 3383 kilometre yeni demir yolu inşa etmedi mi? ... ve bunu yapmak için gözlerini dışarıya dikmedi. Biliyordu ki "dışarıdan borç dilenen, gün olur buyruk alır. Türk ulusu, Mustafa Kemal'e sulhta da
293

cani gönülden inandı... onun bilgi birikimine. Onun önsezilerine o güne kadar hep inandı ve her yaman onun aldığı kararlar ulusun yara­rına sonuçlandığını gördükçe, gösterdiği yolun çetinliğine bakmaksı­zın o yolda yürüdü, azimle yürüdü, çünkü biliyordu ki o yol onu yeni basanlara götürecektir. Bunu destekler mahiyette duyduğum bir hikâ. yeyi anlatmadan edemeyeceğim:
Halk, Divriği'nin sarp kayaların içinden demiryolu açma gay­reti içinde. Kayalar çok sert ve çalışmalar durma noktasına gelmiş. Çalışanlar çok yorulmuş, çünkü kullandıkları çalışma araçları insan gücüne dayalı: kazma, kürek, çekiç murç, dinamit ve benzeri. Nasır­laşmış elleri kan revan içinde kamus durumda. Demiryolunun daha kolay yerlerden geçmesi için arayışlara geçerek, Ankara'ya, Ata'ya danışmaya temsilci göndermişler. Temsilci, ATM'nin huzuruna çık­mış ve kendini tanıttıktan sonra çalıştıkları yerin ve şartların çetinliği-ni anlattıktan sonra Mustafa Kemal sormuş: Bir kuruş büyüklüğüne kadar da mi kayalar kopmuyor mu? Temsilci, o kadarı koptuğunu, hatta bazen daha büyük parçalar koparttıklarını söyledikten sonra, Atatürk yerinden kalkarak sunu söylemiş:" Maden öyle, demiryolunu planlanan yoldan saptırmadan çalışmalara devam ediniz. Bizi daha çok isler bekliyor. Demiryolunun geçeceği dağlık bölgelerimizde yasayan çok halkımız var. Onlara is ve as hazırlamak boynumuzun borcu. Demiryolunun sağında ve solunda fabrikalar yapacağız, çok fabrikalar. Bu yüzden, daha çok isin başındayız. Göreyim sizi. Vatani düşman işgalinden kurtardık, ama simdi, en az o savaş kadar gayret ve çalışma isteyen daha uzun ve çetin yolumuz var. Ulusun mutluluğu, memleketin ekonomik kalkınmasına bağlıdır. Ne kadar fazla çalışırsak o kadar daha çabuk kalkınacağız. Modern ve gelişen dünyaya yetiş­mek istiyorsak, onlardan daha çok çalışmalıyız. Bunu hiçbirimiz u-nutmamahyız" demiştir. Bu mesajı alan o ayni insanlar, yorgunluğu ve bitkinliği unutup, sanki yeniden doğmuş gibi, azimle ve inançla verilen görevi yerine getirmişler. Yapamayız, geçemeyiz, delemeyiz dedikleri dağlan delmişler ve demiryollarını oradan ve nice ona ben­zer yerlerden delmişler ve geçmişlerdir. Atatürk'ün"Bir Türk, dünya­ya bedeldir", dünyaya haykırısı ve dünyaya kafa tutusunun felsefi derinliklerine dalmayı denediniz mi? Bir deneyin. İyice konsantre olun ve ne demek istediğimi anlamaya çalışırken Türk ulusunun tan-
294

hini gözünüzün önünden film gibi geçirin. Özellikle Çanakkale Savaş­larını; "Ben size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum" haykırısının özünü kavrayan o essiz Türk Askeri "Allah, Allah" nidaları ile ölümü hiçe sayarak Anadolu'nun düşman işgalinden kurtarışını... İstiklal Savasını... o kadar kısa zamanda yapılan binlerce kilometre demiryol­larını... sivili ile, askeri ile omuz omuza... Marşlar üreterek ve marşlar söyleyerek... heyecanla, yarınlara umutla bakarak. Hani yeni marşlar, hani yeni heyecanlar, hani yarınlara umutla bakan halkın gür sesi. Ben şahsen, çok dalarım ve her dalış sonrası Türk olarak kendime güvenim daha da artmıştır... ve inanın onların o zamanki geleceğe umudu, onlar yaşadığı gibi ben de yasamak istiyorum. Ben de onlar gibi, halk ola­rak, asker olarak demiryolunun başında, gemi tersanesinde bir nefer , olarak çalışarak ülkemin ve ulusumun kalkınmasında payım olsun istiyorum, ama gördüğüm su ki Cumhuriyetin başındaki devrimci atilim yari yolda durmuş ve giderek zıddına dönüşen bir surece; "kü­çük Amerika olma" surecine girilmiştir. Bu karşı-devrim sureci, "ana­yurdu demir ağlarla örme" siyasetinin yerine, adım adım, Emperyalist Batı'dan ithal karayolları-otoyollar modeline geçilerek, ulusal kalkın­manın temeline dinamit konulmuştur. Sistemin kendisi gibi, ulaşım modeli de tıkanmış ve Türkiye'nin şehirlerarası ve büyük (hatta orta boy) kentlerinde, kent içi ulaşım ve trafiği cehenneme çevirmiştir. İşte size bir ulaşıma ayrılan kaynaklar dağılım örneği: yıl 1997: Karayolla-rı %71, 6 Demiryolları % 7, 4 Havayolları %15, 2 Denizyolları % l, 3 Boru hatları % 3, 6 TCDD'nin Yeniden Yapılanma", daha doğrusu Demiryolunu batırma çalışmalarını Amerikancı Çiller iktidarı Ameri­kan "Booz. Alen & Hamilton Ltd. " danışmanlık firmasına devretti. (..) ve sonuç ortada. Adamlar görevini harfiyen yerine getirerek de­miryolunu bitirdiler. (..) ve biz, hepimiz dut yemiş bülbüle donmuş, hala Atatürkçü olduğumuzu böbürlenerek söyleyerek kendimizi kan­dırmaya devam ediyoruz. Dünya Bankası'nın kiraladığı bu şirketin projenin nihaiyi amacı: TCDD'yi özelleştirmek.
Ulaşım politikalarında hiçbir değişildik getirmemekte, tersi­ne var olan yanlış ulaşım politikasını daha da derinleştirmektedir. Yolcu ve yük taşımada demiryolunun payı artmayacak, ulaşım sistem­leri arasında var olan dengesizlik, çarpıldık daha da artacaktır. Ulaşım sistemi ve demiryolu gibi askeri, ekonomik, her bakımdan önemli bir
295

stratejik sistemimiz yabancıların eline geçecektir. TCDD mal varlığı yağmalanacaktır. "Yeniden Yapılanma" sonucunda elde kalacak olan sınırlı sayıda hat, sınırlı sayıda tren seferi özel şirketlerin elinde sim. dikinden kat kat pahalıya yolcu ve yük taşıyacaktır. Bu özel şirketlerin zarar etmesi, ya da az kâr etmesi durumunda da zararı yine halk ödeyecektir, çünkü hükümet demiryollarını özel şirketlere kâr garantisi ile devredecektir. Bütün bunlar danışman firmasının hazırla­dığı raporlarda ve "Kanun Tasarısı'nda açık açık yazılıdır. " (Orhan Altuğ: "Ulaştırma Politikaları ve Demiryolları"ndan alıntılar. Teori-Şubat 1998) Bu ulusal ihanet projelerine derhal son verilmelidir. Sene­lerden beri içimde yeşerttiğim, fakat bu güne kadar hiçbir yerde söy­lemediğim ve yazmadığım bir düşüncemi, bir özlemimi sesli bir şekil­de ifade etmeye karar verdim Demiryollarına ve Denizyollarına o kadar büyük darbeler vuruldu ki, artık bıçak kemiğe dayamış durumda olup bunların yeniden yapılanması ve inşaatı için Milli Seferberlik ilan edilmelidir. Sivil halk gönüllülerden oluşan "GÖNÜLLÜ ALAY­LARI' ile 15 ay askerlik süresini tamamlayan askerler "DEMİR­YOLCU ALAYLARI'NDA üç ay demiryolu ve ulusal kalkınmayı hızlandıracak imar ve inşaat projelerinde bilfiil iştirak ettikten sonra terhis olsunlar. MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'Ü anlayan ve bilen, onun en büyük hayalinin bütün vatan sathinin modem demiryolu ağ­larla örmek istediğini bilir ve buna karşı çıkmaz. Mevcut hükümet ortakları, kendi halkına yapmış oldukları hatalarını af ettirmek istiyorlarsa ve az da olsa vicdanları sızlıyorsa, bu fikrimi iyi değerlen­dirsinler ve hayata geçirilmesi için bütün gayretlerim kullansınlar. Bu fikrimi günahlarından arınma ve kurtuluş olarak kabul etsinler. Sözde değil, özde vatansever olduklarını halkına kanıtlamak istiyorlarsa iste fırsat Mustafa Kemal'in kurduğu Türk Ordusu da bu fikre karşı çık­mayacağı, canı gönülden destekleyeceği, iki elle sarılacağı ve Ata­türk'ün en büyük ve en samimi emanetin gerçekleşmesi için savaş vereceğine zerre kadar şüphem yoktur. Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti­ni Türk Ordusuna emanet etmiştir ve O, bu emaneti korumuştur, canı pahasına Ve her zaman koruyacağını herkes bilsin ve yanlış hesap yapmasın. Yurt sathında yayılacak bu çalışmalar için gerekli bütün araç ve gereçler yerli sanayi tarafından üretilecektir. Yerli sanayide alt yapı var, bilgi birikimi var teknoloji de var. Yerli ray da yapılır, teker-
2%

lek de yapılır, vagon da yapılır, lokomotif de yapılır. Her şey yapılır. Yeter ki karar mercilerinde gerçekten vatanını seven ve dışarıdan emir almayan bir yönetim olsun. Böylelikle, milli sanayimizin durmuş ve "Kaleyi içerden fethedenler" tarafından AB ile "Gümrük Birliği" ihaneti ile durdurulan çarklar yeniden hareket ederek çabuk canlanacağını inanıyorum, özel bankaların dipsiz kuyularına savrularak heba edilen onca milli servet bu yöne doğru yöneltilseydi, bugün Türkiye bu hallere düşmezdi asla. Bu çalışmalara cezaevlerinde mahkumiyet almış mahkumlar da iştirak etsinler. Bu ayrı "Çalışma Alaylan'nda" çalışan mahkumların mahkumiyetlerindeki indirimler, bu çalışmalarda gösterecekleri heyecan, özveri ve kalkılan oranında yapılsın düşüncesindeyim. Demir yolların inşaatında onların da payı olsun. Eminim, onlar da bu fikre destek vereceklerdir.
HEDEFLENEN ÇALIŞMALAR NELER OLMALI: Fizibili­te çalışmaları bitirilen 2500 km. demiryolu yenilemeyi bekliyor, ama ödenek yokluğundan planlar tozlu raflarda atılmış, bekliyor. Korkarım bu gidişatla çürüyecekler de. İŞ BAŞINA ARKADAŞLAR! Kullanı­lacak inşaat teknolojilerinin çağdaş düzeyde olmasına özen gösteril­melidir. Büyük şehir ve sanayi merkezlerimiz, çağdaş standartlara uygun demiryolları ile birbirlerine ve limanlara bağlanmalıdır Edir­ne'den Doğu illerine bir ana eksen oluşturulmalıdır. Bursa, Antalya, Trabzon demiryoluna kavuşmalı. Ankara, İstanbul, izmir Adana, Zonguldak, Samsun gibi sanayi ve şehir merkezleri doğrudan ve en kestirme demiryolu hatları ile birbirlerine bağlanmalıdır. Sinyalizas­yon ve elektrifikasyon çalışmaları, altyapının da çağdaş standartlara uygun biçimde yapılmasına özen gösterilmelidir. İstanbul Boğazı demiryolu tüp geçidi zaman geçirmeden başlanmalıdır. Lokomotif ve vagon fabrikaları ihtiyacı karşılayacak vagon, lokomotif ve elektrik ünite imal edebilecek teknik düzeyde getirilmelidir. Montaj değil, üretim yapılmalıdır. Devlet TCDD'nin tüm borçlarını üstlenme­lidir. Hizmet dışı ve atıl duruma bırakılan ve düşürülen bakım ve tamir atölyeleri modernize edilerek işlerlik kazandırılmalıdır Yük taşımacı­lığı demiryolu ve denizyoluna kaydırılmalı çünkü dünya karayollarını Yük taşımacılığında kullanmıyor. Karayolları hem pahalı ve hem de kısa ömürlüdür. Üstelik onların üzerine ağır yük taşımacılığı yaptıkça sonuçlarını çok net çok kısa zamanda görmediniz mi? ! Her tarafı daha
297

şimdiden yağmalı bohçaya döndüklerini hala görmediniz mi?! Vatan hainleri!!! Yahu, bu vatanda o kadar çok mu vatan haini türedi de bizim haberimiz yok. "Vatan sevgisi, ruhları kirden kurtaran en kuv­vetli rüzgârdır" Öyle diyor Mustafa Kemal. Yazı da Çatalca demiryolu istasyonun şef odasının sol tarafındaki bilet dağıtan gişenin üstündeki duvara asılı. Çerçevelenmiş eski bir Yazı. Solmuş ve sararmış durumdadır. Solgunluktan harfleri nerede ise okunmuyor, ama oradaki çalışan şerefli demiryolcular o yazıyı atmamaya sanki ant içmişler. Direniyorlar. Hala bir şeyler bir kimselerden bekliyorlar ve umudu kesmemişler, kesmek istemiyorlar, inadına...
05.05. 2002 * * *
Denizcilik Evrenkentlerinden
Sayın Sinanoğlu, kabotaj bayramı haftası içerisindeyiz. TV'de kabotaj bayramı ile ilgili programlan seyrettim. Denizciliğin en büyük sorunlarından bir tanesi de istihdam sorunudur. Ve Armatörle­rin cebini biraz daha doldurmak dışında başka hiç bir işi olmayan DTO'nun AB'ci görevlilerini dinledim. Bu konuya hiç değinmediler. Deniz ticaretinin en önemli halkalarından biri de işletme kısmıdır. Yani, gemilerin piyasayla buluşturulduğu halka. Gemilere yük bulu­nup onların en iyi maliyetle çalışmasını sağlayan halka. Türkiye'de bu amaçla İstanbul Üniversitesinde Deniz ulaştırma işletme mühendisliği, Dokuz Eylül'de denizcilik işletmeleri yönetimi, Kocaeli üniversitesin­de de Deniz ve liman işletme bölümleri eğitim vermektedir. Fakat, buradan mezun arkadaşlarımız armatörlerce hor görülmekte ve kü-çumsenmektedir. Dar gibi gösterilen bir piyasa yansıtılarak fikir e-mekçisi bu arkadaşlarımız düşük ücretlere razı edilmektedir. Denizci­lik işletmesi oldukça uzmanlık ister. Bugün deniz ticaretimizin bu kadar kötü olmasının nedenlerinden biri de Deniz işletmeciliği de­partmanlarında uzmanlaşmaya kasıtlı olarak imkan tanınmamısıdır. Üstelik son zamanlarda güverte mezunu arkadaşlarımız da zor durum­da bırakılmaktadır
(......... )
Bu okuldan mezun arkadaşlarımız, Japon armatörlere peşkeş çekilmektedir. Bir çoğu yabancı bayraklı gemilerde çalışmaya zor­lanmıştır. Ulusal denizciliğimiz öldürülüyor. Denizcilik okullarının
298

başına, denizcilikle ilgisi olmayan kimseler geçirilmektedir. Dokuz Eylül'de bir kimya mühendisi, Kocaeli'de bir harita mühendisi, î-TÜ'de ise bir inşaat mühendisi bu okulların başındadır. BIMCO gibi navlun konferanslarının kölesi olduk. Deniz ticareti kafa ve kol eme­ğinin buluştuğu en güzel alanlardan bir tanesidir. Deniz ticaretinin kamulaştırılması şarttır. Bu Türkiye'ye yılda 36 milyar dolar girdi sağlayacaktır. Navlunlarımız denizcilik şirketlerindeki akademik uz­man yetersizliğinden dolayı yabancılara kaptırılmaktadır.
Saygılarımla; Rumuz: Rüzgâr Mavi 3 Haziran 2002 * * *
Merhaba Sayın Hocam,
Bütün yazılarınızı ve kitaplarınızı zevkle ve beğenerek oku­maktayım. Ayrıca televizyon konuşmalarınızı da ilgiyle takip etmek­teyim. Aydınlık dergisinin son sayısında ingilizce hazırlık sınıfı açıl­ması sorununa temas etmiş, çok doğru tespitler yapmışsınız. Maalesef çalışmakta olduğum Balıkesir Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi de böyle bir karar almış ve YÖK'e teklif etmiş durumdadır. Alınan ka­rarda Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü şimdilik dışarıda tutuldu; fakat, çok geçmeden bu bölümü de dahil edeceklerdir. Sizin gibi değerli bilim adamları ve gerçek yurtseverlerin öncülüğünde Atatürk Türki­ye'sinin sömürgeleştirilmesi engellenecektir! Buna inancım tamdır. Sizi saygıyla selamlıyor, çalışmalarınızda basanlar diliyorum.
7 Mayıs 2002
***
Sn. Sinanoğlu,
l ay kadar önce, "Bye Bye Türkçe" adlı kitabınızı almakla başladı her şey. Amerikan Koleji mezunu, evli, 32 yaşında, l çocuk sahibi, üst düzey bir yönetici olarak kendimden adeta utandım. Bunca zaman, neden bazı oyunlara "alet" olduğuma üzüldüm. Sizin de söy­lediğiniz gibi, "Anglornanlıca" konuşarak ne kadar büyük bir batağın içine girdiğimi anladım Yıllardır, etrafımdaki insanlara hayranı oldu­ğum ve mümkün olduğunca öğrenmeye çalıştığım Türk Tarihi'mizden ders çıkarmanın benliğimizi bulmamızda, hem iktisadî hem de top-
299

lumsal olarak kalkınmamızda ne kadar önemli bir rol oynadığını söy. ler dururdum. Ancak, ne kadar yetersiz olduğumu sizin yayınlarınızı takip etmeye başladığım gün büyük bir heyecan içinde anlamış oldum. Size Türkçe'miz ile ilgili yaptığınız uyanlarınız ve katkıları­nızdan dolayı, bir Türk olarak minnettarlığımı sunmak için yazdım bu iletiyi. Eğer size zahmet olmayacak ise, özellikle örütbağ (internet) üzerinden takip edebileceğim (sürekli/haftalık/günlük, vb) yayınlarını­za ve/veya makalelerinize nereden ulaşabileceğim konusunda beni bilgilendirmenizi rica ederim.
Saygılarımla, 29 Nisan 2002 * * *
Saygıdeğer hocam;
Sizi ilk kez Kanal 7' de yayınlanan "İskele Sancak" isimli yayından tanıdım Allah'ım o ne geceydi, sizi tanımak benim için büyük bir şeref ve ayrıcalıktı.
Hocam, ben İmam-Hatip Lisesi mezunuyum ve şu an Açık öğretim Bölümcesi / Kamu Yönetimi bölümünde okuyorum. Değerli Hocam, orta öğretimde ve lisede doğru düzgün bir eğitim alamadık Şimdi hatırlıyorum da lise ikinci sınıfta iken matematik sınırımız 70-75 kişi idi ve matematikçimiz 80 dönemi kursiyer öğretmenlerindendi. Böylece matematiğimiz çok zayıf kaldı ve zamanla tükendi. Hem Doğuda olmamız (Erzurum) hem de İHL'li olmamız hem eğitim yö­nünden hem de bitip tükenmeyen siyasi çekişmelerden kendimizi hep baskı altında hissettik; oysa biz bu vatanı çok seviyoruz, biz böyle yetiştirildik. Dedelerimiz, babalarımız hep Ruslarla olan kavgalarını, savaşlarını ve Ermenilerin yaptığı mezalimleri anlatırdı çocukluğu­muzda. Biz bunları duya duya, her gün bu vatana aşık ola ola büyü­dük. Sonra birileri çıktı "İmam Hatipliler vatanı ve cumhuriyeti yık­mak" istiyorlar iddiasıyla karşımıza dikildi. Şaşırdık, üzüldük, hatta ağladık, içimize sindiremedik bu ağır ithamları. Neler oluyordu Anka­ra'da? Kimdi bu vatanı yıkmak isteyenler?
Sîzi televizyonda (hocam televizyon için türettiğiniz Türkçe bir kelime var mı) izledikten sonra kitapçıya koştum "Türk Aynştay-nı"nı okudum, "Bye Bye Türkçe"yi okudum, şu günler "Hedef Türki-
300

ye"yi okuyorum. Arkadaşlarıma tavsiye ediyor, kitaplarınızı veriyor ve çevremde devamlı Türkçe konusunda konuşmaya çalışıyorum.
Hocam, sizi dinleyinceye, okuyuncaya kadar, hep İngilizce bilmemenin ezikliği vardı içimde, bir türlü başarılı olamıyordum İngi­lizce derslerinden, çevremdeki insanlar yan İngilizce yan Türkçe konuşuyor, sanki konuşmasına daha gerçeklik kazandırmış gibi kasılı­yorlardı. Şimdi İngilizce dersi; okuduğum bölümde de karşıma çıktı. Evet, içimde her zaman bir yabancı dil öğrenmek isteği vardı ama bu İngilizce olamıyordu nedense, şimdi sizi okuduktan sonra, İngilizce en son öğrenmek istediğim dil haline geldi; Japonca ve lisede azda olsa öğrendiğim Arapça var şimdi öğrenmek istediğim.
Hocam, sizinde buyurduğunuz gibi; insanların beynini öyle yıkamışlar ki; ilk önce "İngilizce dünya dili" diyorlar, o çürüyünce "İngilizce bilim dili diyorlar" o da çürüyünce, "küreselleşen dünya" falan diyorlar, oda çürüyor tabi sizin açtığınız çığırla. İnsanlara bir güven geliyor "evet evet" diyorlar. Sorgulamaya başlıyorlar, yavaş yavaş. İnşallah herkes her yerde Türkçe'yi savunmaya başlar da, kafa­larımızı kurtarırız İngiliz'in elinden.
Hocam, sizi tanıdıktan sonra matematiğe ilgim arttı, hedefle­rim değişti, sormayı sorgulamayı öğrendim Allah razı olsun. Hocam, kanal 7'de sizi izlediğim günlerde; Alev ALATLI'nın "Şirödingerin Kedisi" (RÜYA) isimli kitabını okuyordum. Alev Hanım da kitabında dil, din, matematik konusunu işliyordu. Sizi izledikten sonra, "Alev ALATLI neden Oktay SİNANOĞLU'ndan bahsetmemiş madem bu konulan işliyor" diye sormaya başladım. Kitabın da sonuna doğru geliyorum, tabi kafamda bu soru, sonra bir baktım sizden bahsetmiş yani, Hocam sizi ilk olarak televizyondan tanımamış olsaydım o kitap­tan mutlaka tanıyacaktım. Sizi neden bu ülkede tanıtmamaya çalıştık­larını artık biliyorum. Birde bahsettiğiniz "Bilimsel Terimler Sözlüğü­nü" nereden bulabiliriz.
Sizin açtığınız bu ikinci kurtuluş savaşında, bizler de gençler olarak sonuna kadar varız, elimizden gelenide gelmeyeni de son gü­cümüzle, son nefesimize kadar yapmaya azimliyiz. Artık bıktık bu kısır çekişmelerden, bizi ihya ettiniz ve bilinçlendirdiniz. Cenabı Al-lah yar ve yardımcınız olsun. En derin sevgi, saygı ve şükranlarımla.
Erzurum/25. 04. 2002
301



* * *
iyi günler hocam;
Hocam, öncelikle benim ve benim gibi birçok Türk genci için esin kaynağı olduğunuzu ifade etmeden geçemeyeceğim. Sizin bütün kitaplarınızı okuyor ve çıktığınız bütün yayınlan, haberleri takip et­meye gayret ediyorum. Ve basanlarınızdan dolayı bir Türk olarak iftihar ediyorum. Düşüncelerinizi ve amaçlarınızı okumakla yeni ufuk­lar kazandığımı hissediyor ve bundan dolayı size şükranlarımı sunmak istiyorum.
Hocam, sizin kitaplarınızı okuyor ve yakın çevremdeki insan­ların da okumalarını, savaşınıza katılmalarını sağlamaya çalışıyorum. Hocam, sizin kitaplarınızı özellikle ona gönderiyorum. Kendisi sizin iyi bir takipçinizdir. Hatta, hiç unutmam Türk Aynştaynı'nı okuduktan sonra bana, "abi dünyanın en iyi nörologu ben olacağım" dedi. Ho­cam, kardeşime bu ilhamı verdiğiniz için ailem ve ben size sonsuz şükranlarımızı sunuyoruz.

Hocam, ben de Meslek lisesi mezunuyum hep hayal ettiğim elektronik mühendisliği bölümüne girmek için üç kez sınava girdim nihayetinde kazandım ve başarılı bir şekilde devam ediyorum. Fakat bir yılda hazırlık sınıfından toplam üç yılımı kaybettim. Ayrıca edebiyattan çok hoşlanıyorum acizane şiir yazmaya çalışıyorum. Ve 50 yıl önce yazılmış Türkçe şiirleri anlayamadığım için çok üzülüyo­rum. Hocam, misal şu dizelere bakiniz:
Şeb-i yeldayı müneccime mukabil ne bilir!
Müptela-i gama sor GECELER KAÇ SAATTİR.
İnanınız Hocam, bu şiiri anlamak için sözlükler karıştırdım. Mehmet Akif muhtereminin namı diğer vatan şairimizin Safahatı ise hocam, tam bir katliamdır, bu nasıl bir ülkedir ki hocam soruyorum size, insanlar vatanlarının şairinin şiirlerini okumasın anlamasın. Ho­cam, edebiyat derslerinde merhumun İstiklal Marşından başka şiiri
okutulmaz............................
25 Nisan 2002 * * *
Sayın Hocam; Benim adım................. 29 Yaşındayım. Bilgisi
yar Programcısıyım. Bir bankada bilgi işlemde çalışıyorum.
302

Hocam; kendi kendime yıllardır düşündüğüm ama sizinki ka­dar sağlam temellere oturtamadığım konulan sizin kitaplarınız da heyecanla okuyorum, size yazmamın sebebi de bu.
Ülkede yaşayan insanların aşağılık kompleksleri ve bu komp­lekslerin çıkış sebepleri. Buna bağlı olarak ta ülkenin temelinden çö­küşü. Sizin kitaplarınızda bunların cevaplan fazlasıyla var. Çözümleri de var.
Ülkede yaşayan insanlara bu konuyu anlatmak ve sorunu çözmek için yapılacak çalışmalara katılmak istiyorum.
Saygılarımla;
24 Nisan 2002
* * *
..... Her şeyden evvel sizin gibi değerli şahsiyetlerin ülke­
mizde ne kadar az olduğunun bilincinde olduğumu bilmenizi isteyerek
sözlerime başlıyorum.
Ne yazık ki ülkemizin içinde bulunduğu durum içler acısı, bizi yönetenler gaflet ve delalet içinde iktidar hırslarının kölesi olmuş durumdalar. Ve tüm bu yaşananlara rağmen bu gidişata dur diyebile­cek, akıllı, edepli, bilgili, kaliteli, modern yönetim sistemlerini bilen insanlar harekete geçmek için bir şeyler yapmamaktalar ve susmayı, beklemeyi tercih etmekteler.
Ben 34 yaşında olmama rağmen gerek büyük bir holdingin teftiş kurulunda edindiğim tecrübeler sayesinde gerekse her şeyin apaçık ortada görünmesine binaen anladım ki ülkemiz için gerekli en öncelikli koşul dürüstlüktür. Daha sonra cesaret, bilgi ve doğruyu yapabilme bilincinin yüksek önemi öncelik kazanmaktadır.
Problemlere karşı "çözülemez" mantığı ile yaklaşımın baştan pes etmek olduğunu kabul eden bir kişi olarak, sizin Türk insanının kendine güven kazanabilmesi için kendisini geliştirmesine yönelik çalışmalarınızı taktirle karşılıyorum.
(....... )
Oktay bey, belki biliyorsunuz bizler web üzerinden Kuva-yı Milliye Hareketi isimli bir oluşumu gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Daha önce hiç siyasete girmemiş ilgilenmemiş ama artık kötü yöne­timler nedeni ile boğazına kadar dolmuş 20 ile 40 yaş arasında genç
303

tstiyoruz ki artık bu ülkeyi düzgün insanlar yönetsin. Ve bunun için çözümler alternatifler oluşturmaya çalışıyoruz.
Şu an (....) grubumuz 4000 kişi civarında. Ama çoğu insan sadece izlemekle kalıyor. Bazı arkadaşlarımız ellerini taşın altına koymaya hazırlar ve sizler gibi değerli şahsiyetlerin bizlerle kol kola omuz omuza bir şeyler yapabilmek için olması lazım. Halka dönmek, halkı kucaklamak gerekli, zira biz de halkız.
Oktay Bey; yeni kurmuş olduğumuz web sitemizi inceleme­nizi rica ediyorum. (...)
Biz, bu web sitesinde sizinle bir söyleşi yaparak yayınlamak istiyoruz, zira düşünceleriniz o kadar güzel, bilgi yüklü ve zihin açıcı ki herkes bundan faydalanmalıdır düşüncesi içindeyiz. Ayrıca Kuva-yı Milliye Hareketi'ne katılmak bizim aramızda olmak ister misiniz? Zira biz bunu çok arzu ediyoruz. Çünkü biliyoruz ki sizin gibi ülkesini seven ve idealleri olan, hedefleri olan, kendine güveni olan bir şeyler yapabilmenindi azmini gösteren insanlar varoldukça bizler bundan büyük bir güç alacak ve yolumuzda ilerlemeye devam edeceğiz.
Biz diyoruz ki artık izm'ler bitmiştir, ülkemiz modem yöne­tim sistemleri ile yönetilirse, bu sistemleri bilen insanlar devlet yöne­timinde söz sahibi olursa ülkemiz kurtulur.
Katılımınız bize onur verecektir. Bize tutacağınız ışık bizi aydınlatacak ve beraberce kemikleşmiş yapılan kırmamızda etkili olacaktır.
Saygılarımla; Kuva-yı Milliye Hareketi Kurucusu
* * * Türkçe İstiyorum
Sayın Oktay Sinanoğlu nasılsınız, adım ................. , Kocaeli
Evrenkenti kimya mühendisliği 1. sınıf öğrencisiyim. Sizinle ve yazı­larınızla daha bu yıl tanıştım. Her yazınızı okuduktan sonra helal ol­sun diyorum içimden, çünkü siz Türkiye'deki büyük uyanışı gerçek-leştiriyorsunuz. Ah, keşke bu büyük uyanış benim Evrenkentimde de başlasa!!! Biliyor musunuz geçen haftaki yazınız benim sorunumla ilgili, gerçi bütün yazılarınız hepimizin sorunu ile ilgili. 'Hazırlık
304

sınıfı, neye hazırlık?' evet 1. sınıfa başlayabilmek için hazırlık okuyoruz, sonra %30 İngilizce ağırlıklı diyerek başlıyoruz 1. sınıfa. Ama, hiç de söylendiği gibi olmuyor şu anda neredeyse %70 İngilizce ağırlıklı dersler görüyoruz. Hem de benim ana dersim yani, kimya, fizik İngilizce anlatılıyor. Kendi dilimden başka hangi dilde en iyi eğitim alabilirim? Kimya ve fizik gerçekten anlaşılması zor dersler, bir de yabancı dil olunca... Öğretmenlerimle derse başlamadan önce bu konuyu hep tartışıyorum, tabii ki geçerli bir sebep gösteremiyorlar. Artık benim evrenkentimde de Büyük Uyanış başlasın, bunun için ne gerekiyorsa yapalım.
Saygılarımla;
12 Mayıs 2002 * * *
Selamlar Sayın Oktay Sinanoğlu,
Öncelikle kendimi tanıtayım. Ben, Ankara Evrenkenti Haya-tilimi Bölümünde okumaktayım. 22 yaşında gerçek Atatürkçü bir Türk genciyim. Size ulaşılabilecek böyle bir ileti adresinin olması ne kadar güzel. Siz o kadar saygıdeğer bir insan, üstü kişisiniz ki Türki­ye'de bugüne kadar hep iyilerin başını yaktılar. Ancak, şunu unutma­yın ki sizin yolunuzdan sonuna kadar gidecek bir tane çok sağlam bir Türk genci var bile. Sizin 'Hedef Türkiye' isimli kitabınızı yeni bitir­dim. Fakat, Türkiye için yanıp tutuşan bir insanın bir yerlerde an gibi çalıştığını yeni duymaktan dolayı tarif edemeyeceğim bir utanç içeri­sindeyim. Ama bize de hak verin. Devamlı olarak ülkeyi satmak paha­sına da olsa kişiliksiz insanların ön plana çıkarıldığı bir ülkede hiç tanışamamış olmak da vardı. Size o kadar büyük bir saygı duyuyorum ki, siz bu gençliğe güvenin Sn. Sinanoğlu. Gözünüz arkada kalmasın.
Biz, kendi arkadaşlarımız arasında Türkçe'mizi kurtarma ça­lışmalarına başladık bile. Bu işe ilk örütbağı kullanarak yapacağız. Nasıl mı? Şu şualar bir arkadaşımla bir mektup hazırlıyoruz. Bu mek­tubu güvendiğimiz arkadaşlarımızın ileti adreslerine postalayacağız. Mektubun içeriği; halkımıza arkadaşlarımıza Türkçe'mizin elden gittiğini hatırlatmak ve ilgili yerleri ileti ve mektup yağmuruna tutma-lan için uyarmak. Ve bu mektup samimi kişilerce umarız tüm Türki­ye'ye yayılır. Şunu bilin ki Türkiye sizi asla unutmayacak ve bu genç­li sizin hep arkanızda ve takipçiniz olacaktır. Belki baştakiler bizi
305

satacak kadar ar damarları çatlamış olabilir ama biz, yani Türk gençli-
ği uyumuyor.....
Kendinize çok iyi bakın; 20 Mayıs 2002
* * *
Sayın Sinanoğlu,
Hayat hikayenizi ve Hedef Türkiye adlı kitabınızı okudum, önce, bu kitaplar için teşekkür ederim. TED Ankara Lisesi'nden ve ODTÜ Bilgisayardan mezun birisi olarak başlangıçta eğitimin İngiliz­ce yapılması gerektiğini düşünüyordum. Ama, kitaplarınız beni çok etkiledi ve düşününce size hak verdim. Yıllarca ingilizce kitapları önce Türkçe'ye tercüme edip sonra anladığımı hatırladım. Artık o kadar İngiliz kültürünce ele geçirilmişiz ki, Türkçe bilgisayar kitabını anlayamıyorum, İngilizce'sini anlıyorum. Dilerim gençler aynı duru­ma düşmez.
Bilgisayar sektöründe de millileşmek ve ülkenin para ve bilgi kaynaklarının gönüllü ya da hırsızlama çalınmasını engellemek için biz bilgisayarcılara çok iş düşüyor. Amerikan bağımlılığı yaratan ve bilgisayarlardaki bilgilerin çalınmasını sağlayan güvenlik altyapısı zayıf Microsoft ürünleri yerine, kaynak kodlan açık ve millileştirmeye elverişli Linux işletim sistemlerine geçmeliyiz. Böylece, her yıl yüz­lerce milyon dolar lisans parası ödemekten kurtulacağız ayrıca, Mic­rosoft (ve nedense onun hakkında tekel işlemi, yapmaktan vazgeçen Amerika) bilgisayarlarımızdaki bilgileri çalamayacak. Bunun farkında olan Almanya, Fransa ve Çin devletleri su anda Linux'a geçiyorlar. Hele Çin devletinde başka şey kullanmak tamamen yasak. Sadece işletim sisteminde de değil, veri tabanında, programlama dillerinde de kaynak kodlarıyla bedava dağıtılan (örneğin; MYSQL ve php) ürünle­rine geçmeliyiz. Bu amaçla, çalıştığım şirkette bir değişim başlattım. Ayrıca, her yıl 2-3 stajyer öğrenciye bu dilleri öğretiyorum. Sizi çok takdir ediyor ve örnek insan olarak görüyorum. Keşke siyaset siste­mimiz bu kadar çürümüş olmasa da sizi siyasette görebilsek ve oy verebilsek. Ancak ruhunuzu satmadan siyasette başardı olamayacağı­nızı da biliyorum.
306

Lütfen, Nobel için sizden istenen bürokratik işleri ve yazış­maları yapın ve bu ödülü alın. Unutmayın, bunu siz almayacaksınız şahsınızda bütün Türk milleti alacak. Ama şunu bilin ki, siz şimdiden gönlümüzdeki Nobel'i aldınız. Sevgiler.
* * *
Merhaba Oktay Hocam,
Size, uyuyan bir devin uyanan parçasında sonu güzel biten bir örnek göstereceğim. Sitenin tamamı İngilizce'ydi. Bir yazı yazdık tepkimizi dile getirdik Ve site bugün gayri ihtiyari bakam. Türkçüye dönmüş. Aslında, ne yapacağı umurumda değildi. Ben tepkimi dile getirmiş gönül rahatlığı ile bir TÜRK genci olarak tepkiyi dile getir­mekti amacım (...) Bu benim Türkçe yolunda ikinci zaferim. İlki Unilever, bilirsiniz şu küresel kraliyetçi firma, onun sitesi tamamen İngilizce'ydi. (...) Bir kampanya yaptık, Türkoloji öbeğine de posta attım falan. (...) Neticede benden başka kişiler de posta attı herhalde. Neticede yeter ki bilincimizi doğru kanalize ederek tepkimizi dile getirelim. (...) Daha alınacak çok ama çok yolumuz var. Allah bizi mankurt yöneticilerden korusun, (amin)
Saygı sunuyor, ellerinizden öpüyorum efendim.
* * *
Sayın Sinanoğlu,
Efendim, ben TED Ankara Koleji'nde 1972 yılına kadar eği­tim gördükten sonra, Lise son sınıf ile Evrenkent tahsilimi ABD de tamamlamış bir TC vatandaşıyım. Siyaset Bilimi lisans diplomamı 1980 yılında almamı müteakip ülkeme dönerek çeşitli firmalarda ça­lıştıktan sonra, 80'lerin ortasında kendi işimi kurarak, TC'nin denge­siz ve ahlak yozluğu dolu ticaret yaşamının ortasına atıldım. Kolej ilk sınıflarında iken bizleri ziyarete gelmiştiniz ve rahmetli Fikriye Okyay sayesinde hala hatırladığım güzel konuşmanızı dinleme şansını yaka­lamış idik Yıllar sonra, 2002 yılında sık ziyaret ettiğim bir kitap satı­cısında "Hedef Türkiye" isimli kitabınızı görür görmez kendime, Ankara Kolejinden henüz mezun olmuş oğluma ve eşime birer tane aldım.
307

• Ülkemizin, bilmediğimiz, bizlere açıklanmayan kimi gerçek­lerini kitabınız sayesinde öğrenmiş olduk.
Saygıdeğer Hocamız,
Ben, yakın zamana kadar kolej mezunlarının kurmuş olduğu
yaklaşık 1200 üyeden oluşan................. isimli haberleşme grubuna üye
idim, böyle bir potansiyeli ülke mesellerine odaklamak amacı ile hayli ısrarlı yazışma, tartışma ve girişimlerime rağmen Amerikana zihniyet ile yetişmiş yaşıt ve kardeşlerim ile aramızda bir hayli derin bir uçu­rum olduğuna vakıf olunca, kendim bir grup oluşturma karan aldım ve bu grubun ülke sorunlarını tartışan bir platforma dönüşmesini amaçla­dım. Hatta grubun banner reklamlarını kendi işlettiğimiz gibi web sitelerine de yerleştirdim. Ancak, tüm çabama rağmen grubumuz he­nüz 26-27 üye civarındadır. Sizin gibi Ülke fedaisi, Gönül Adamı değerli hocalarımızın katlatan ve fiilen üyeliği ile grubumuzun arzu­ladığımız yönde gelişeceğine inanmaktayım. Esasen çok değerli oldu­ğunu bildiğim vaktinizden birazını alabilip sizi aramızda görebilirsek ve güncel konularda değerli yorumlarınızı alabilirsek ne mutlu bize
diye düşünüyorum. Grubumuza üye olmak için............. dan bir e-mail
adresi almanız ve bu adres ile üye olduktan sonra dilediğiniz e-mail adresine üyeliğinizi yönlendirmeniz mümkündür.
İçten saygı ve sevgilerimi sunar, bizleri gururlandıran basan­larınızın devamını dilerim.
* * *
Sayın Oktay Hocam,
Ben Turgutlu Fen Lisesi 1. sınıfında okumakta olan bir öğ­renciyim. Yazdığınız Hedef Türkiye ve hayatınızı anlatan Türk Aynştaynı Oktay Sinanoğlu kitabını okudum ve görüşlerinizden çok etkilendim. Benim sizden ufak bir isteğim olacak örüt kuramınız, Çözgen-iter kuramınız, Kimyayı yemden anlatan ve Amerika'da bir lisede öğrencilere anlattığınız kuramınızla ilgili biraz bilgi. Fen lise­sinde okuduğumuz için mezun olmak için Fen derslerinden veya Ma­tematikten bir proje yapmamız gerekiyor. Fen liselerinde genelde bu iş baştan savma yapılıyor ama biz birkaç arkadaş olarak öyle yapmak istemiyoruz. Bu sebeple sizin kuramlarınızla ilgili bilgiye ihtiyacımız var. Çok Teşekkürler. Sevgiler.
308

* * * Sayın Hocam Sinanoğlu
Ben, Mass. Insti. Tech. hocalarından Wıener PhD öğrencisi ve hocası ile 1. S yıl çalışma fırsatı buldum. Bu çalışmamdan iki adet­te patent başvurusunu USA da yaptık. Buraya şubatta geldim ve ders vermeye başladım. Bugün, veri iletimi dersimin final günü. Dekan, yardımcısı dekan, yanlarına bir de asistan alarak sınıflarda PKK' lı arar gibi başı otlu çocukları arıyorlar. Üstüne üstlük, kapılarda bunca güvenlik görevlisi varken, bu işi yapma bizi kullanacak kadar adi şekilde yapmaktadır. Harward ve MİT gibi okula da bu gibi şeylerin ne kadar gülünç olduğunu anlatmama gerek var mı bilmiyorum. Biz hoca mıyız, yok bu hırsızlar soysuzlar tayfasının finoları mıyız, ho­cam? Tabi, karar verdim hoca olduğumu hatırlatırım kendilerine. Türk milleti garip kalmışken öz yurdunda hocam. Bunları gittiğiniz TV yerlerde açıklayınız.
Saygılarımla
11 Haziran 2002
* * *
Merhabalar hocam...
Düşünün adamlar kendi işyerlerinde müdür ve müdür yar­dımcısı ikisi de TÜRK ve Türkiye'de aralarında İngilizce konuşuyor­larmış çoğunlukla ( durum içler acısı. Lisede hazırlık okut, sonra üniversiteyi kazan orda da hazırlık okut, öğrencinin 2 yılını ye gitsin. Nasıl bir mantık anlamıyorum nasıl düzelecek hocam nasıl? Azeri hocalar var üniversitede adamlar Azeri öz ve öz Türk, ama maalesef ingilizce konuşuyorlar bizlerle ve başkalarıyla. Böyle bir anlayış ner-de olur ya?
Hocam, gidiyorum kütüphaneye işte olasılık veya başka bil­gisayar dallarında araştırmalar yapmak istiyorum, inanır mısınız kitap­ların % 80'i İngilizce, Gören Londra üniversitesinin kütüphanesi sanır. Ve de üniversitelerdeki maaş al ve yat psikolojisi. ..
Ben, kendi adıma işte uğraş olsun, meraktır, zevktir, vakit ge­çirmek olsun diye üniversitenin web sitesini yapıyorum (asp + php} gibi konularda bilgi edinmek ve de geliştirmek amacıyla. Ve de ücret-
309

siz. Ama maalesef üniversitenin paralı web masterleri rahatsız oluyor Taş koyuyorlar. Ne diyeyim ya ben böyle anlayışa bıktım artık:((. Ne biçim insanlar bunlar, hadi İngiliz olsalar Fransız olsalar anlayacağım, hepsi Türk. Bu ülkenin üniversitesi giriyorsunuz ilk giriş İngilizce, Allahım ya sanki Amerika'dayız, önce İngilizce içerik eğer dilersek Türkçe içeriğe geçebiliyorsun. Ne yapayım hocam, yol gösterin. Ka­fam karışık hevesim kaçıyor. Boğuluyorum lütfen, biraz yardım:(
Ellerinizden öperim.
13 Haziran 2002 * * +
Sayın; Oktay Sinanoğlu
İktisat Fakültesi mezunuyum. 14 yıldır özel bir fabrikada muhasebe ve finansman müdürü olarak çalışıyorum. Ben de basan trenini erken yakaladım. Yüksek lisans yaparken 23 yaşında müdür oldum. İş tecrübem ise yalnızca yüksek lisans sırasında yaptığım l, S yıllık muhasebe bürosundaki stajımdı. Kitabınızı okurken farkına vardım ki lise yularımda neredeyse, Türkçe derslerinde dahi matema­tik ile ilgili örnekler veriyordum. Kitaplarınızı tesadüfen okumaya başladım. Ya da okumam gerektiği için bu tesadüf gerçekleşti. Her neyse, "Hedef Türkiye" adlı kitabınıza başladım, sanki benim düşün­celerimi anlatıyordunuz. Osmanbey ya da diğer alışveriş merkezlerine gittiğimde sanki kendimi başka bir ülkede gibi hissediyordum. Nere­deyse bütün mağazalardaki ürünlerin üzerinde kocaman İTHAL yazı­sını görünce kahroluyorum.
Eskiden tanımadığım insanlarla konuşmamayı tercih ederdim ama, artık dayanamaz oldum ve mağazalara girip niçin ithal yazdıkla­rını sorar oldum. Sonuçta ekonomiden yakınıyorlardı ya da krizden ağlaşıyorlardı. Eğer değersiz, kalitesiz ürünleri sırf yabancı diyerek getirip burada satarlarsa daha da fakirleşeceklerini ve ağlanma hakla­rının olmadıklarım söyler oldum, (en son olarak dün akşam Migros Alışveriş merkezinde sebze meyve bölümünde ithal elma, ithal erik, armut vs. görünce yine isyan ettim. Tabi ki kayganlar rahat yaşayan­lar, istihdam edilenler ithalat yaptığımız ülkelerin insanlarıydı) Onla­rın cevabı da belki onların açısından haklıydı. Eğer ithal yazmazlarsa satamadıklarını, halkın ithal mala özenti duyduklarını söylüyorlardı. Ne yazık ki halkımızda sırf yabancı diye milyarlarca $'ın yurt
310

çıkmasına aracılık ediyorlardı, kendi fakirleşmelerini hızlandırma pahasına Sonuçta ben de bazen ithal ürün kullanıyorum ya da giysi ayakkabı alıyorum. Ama ithal olduğu için değil, almam gerektiği için alıyorum aynı değerde alternatifini bulamadığım için (bu arada, her ne kadar Türkçe sözcükler kullanmaya çalışsam da ne yazık ki bazı keli­meler sanki Türkçe imiş gibi dilimize girmiş). İnanın bazen markette yere çöküp yerli ürün anyonun ne yazık ki ithaller yerlilerden daha fazla.
Daha sonra, "Bye-Bye Türkçe" kitabınızı okumaya başladım. Sanki sürekli rahatsızlık duyduğum huzursuz olduğum konular bilinç üstüne çıkmış gibi oldu. Sanki benim duygulanma, düşüncelerime tercümanlık ediyormuşsunuz gibi hissettim. Evet, ne yazık ki bize aşağılık duygusunu empoze ediyorlar, ana okullarını bile İngilizce yapmaya çalışıyorlar ve aileler farkında olmadan bununla övünüyor­lar. Kardeşimle bir taksiyle eve dönerken sizin kitabınızdan bölümleri ona anlatıyordum. (Bu arada, biz aile boyu yabancı mağaza isimlerine yabancı dil kullanımına karşı mücadeleye başladık Tabi ki yalnızca eleştirebiliyoruz ve çevremizdeki insanlara bu şekilde sömürge gibi yaşamakta olduğumuzu gittiğimiz hiçbir Avrupa ülkesinde böyle yabancı mağaza isimlerine rastlamadığımızı dolar ödemelerini kabul etmediklerini kendi ülkelerinin parasından başka para kabul edemeye­ceklerini söylediklerini anlatıyoruz. Sizin de belirttiğiniz gibi yabancı dil öğrenmeye karşı değiliz, yeğenimi koleje göndermedik ama hafta sonlan İngilizce kurslarına gönderiyoruz ve elimizden geldiğince Türk değerlerini vermeye çalışıyoruz. Babamın emekli öğretmen olması işimizi kolaylaştınyor). Taksiden ineceğimiz sırada kardeşimin Türk­lükle ilgili bölümü konuşuyorduk, ben de yabancılara övünerek Türk olduğumu söylüyorum derken, taksi şoförü hışımla arkaya dönerek; "Siz hangi örgüte üyesiniz, Türkler hiçbir şey yapamaz Avrupa birliği bize demokrasi öğretecek, insan haklarını öğretecek. Türkler tarih boyunca hiçbir şey yapamamışlar. " diye konuşmaya başladı. Kısaca, tarihi doğru kitaplardan okumasını bölücü örgütlerin kitabından oku­duğunda farklı tarih bulacağını temizliği, demokrasiyi Türklerin Av­rupa'ya öğrettiğini Vatikan da bulunan işkence müzesini, Malta zin­danlarında insanlara yapılan işkencelerin temsili mankenlerini, Roma Pompei de kölelerin küçücük çocukların püsküren lavlarla taşlanan
311

zincire bağlanmış cesetlerini araştırmasını söyledim. Yakın tarihte yaşanan Yahudilere soykırımı ve bu soykırımı yalnızca seyreden iç-sancü(?), demokrat(?), gelişmiş(?) Avrupa ülkeleri. Diğer yanda ise, geri kalmış(?), barbar (?) Türkler ölümü göze alarak bütün güçlerini zorlayarak Türkiye Cumhuriyeti kimliği taşıyan, neredeyse bütün Yahudileri tek tek toplama kamplarından alarak Türkiye'ye gönder­mişlerdir. Bizim tarihimizde utanacağımız bu şekilde katliamların soykırımların yaşanmadığını söyleyerek indik arabadan. İşin açıkçası, biraz çekindik bu şoförden PKK sempatizanı olabilir, daha sonra zarar verebilirdi.
Ne yazık ki, bunun gibi bir yığın olaylar yaşanıyor. İnsanlar Türklüğünden utanır hale getirildiler. Sanki Türklük bir veba mikrobu gibi. Türklüğü ve Türkiye'yi kötüleyerek yükseleceklerini Avrupalılar tarafından takdir edileceklerini sananların nasıl alçaldıklarını da gör­düm. İngiltere'de bir durakta kardeşimle otobüs beklerken İngiliz bir bayan bizimle sohbet etmeye başladı. Sansın, renkli gözlü olduğumuz için genelde. Türk olduğumuza inanmıyorlar ya Alman ya da İngiliz sanıyorlar, hatta bazen ileri giderek mutlaka soyumuzu araştırmamız gerektiğini mutlaka soyumuzun Alman olduğunu söyleyenler bile çıkıyor. Bense övünerek soyumda biç yabancının olmadığını, soyağa-cının Orta Asya Türklerine dayandığını söylüyorum. Yine benzer bir sohbeti yaparken durakta esmer, silik ne yazık ki aşağılık duygusu içinde olan "Kadının Adı Yok" kitabını anımsatacak tipte bir kadın çekinerek yanımıza geldi. "Türkçe konuşuyorsunuz, siz Türk müsü­nüz?" diye sordu (arada bir kardeşime Türkçe bir şeyler söylüyor­dum). Evet diye söyleyince kan çektiğini memleketini çok özlediğini onunla 1-2 saat konuşmamızı istedi. Niye memleketi olan Adana'ya gidemediğini sorunca iltica ettiğim o nedenle dönemediğini söyledi.
Yani, Türkiye'yi, Türklüğü kötüleyerek, aşağılayarak orada oturma izni almıştı. Türkiye de onuruyla başı dik yaşarken burada
kendisi a şartlanmaktaydı dışlanmaktaydı Yine de Üzüldüm, kendisi-
ne Kürt demelerine rağmen onlar da Türk idi ve onun şahsında Türk­lük aşağılanmaktaydı Geçte olsa umarım gerçekleri anlayabilmiştir-Çünkü, biz övünerek gururla Türk olduğumuzu söylediğimizde ve Türk değer yargılarına göre davrandığımızda onlara yapılanın aksine bize saygı duyuyorlardı. Kısa bir not yazmak için başlamıştım
312

oldukça uzun bir yazı oldu. Ne yazık ki çoğu insanla bunlar paylaşılamıyor. Nasıl paylaşabileceksiniz ki (gecen hafta tatil köyünde jyi eğitimli olduğuna inanan iki grup Türk konuşurken, nüfus cüzda­nımızda Türk yazmış, Müslüman yazmış ne fark eder cebimizde para olsun Avrupa birliğine yeter ki girelim gerisi önemli değil diye konu­şursa ya da Robert koleji mezunu bir bayan, Sinanoğlu kendisi de Amerika da okumuş olayları abartıyor kendisi her olanaktan faydala­nırken başkalarına siz yapmayın diyor, kolejlerin kapatılması Türki­ye'ye ihanettir diye konuşuyorsa) insanlarımız yalnızca paraya hedef­lenmişler, neredeyse paraya tapıyorlar. İnsanlarla neredeyse konuşa­mıyorsunuz bile. Hepsi kısa dönemdeki çıkarlara odaklanmış bugünü kurtarmak için yarınları ülkeyi yok ettiklerini anlamak bile istemiyorlar. Özeleştiri olayı sanki bizim için geçerli değil. Çünkü, herkes bozuk düzenle bir şekilde bütünleşmiş çıkar sağlamaya çalışı­yor. İstanbul'un büyük bir kısmı kaçak binalardan oluşuyor, büyük çoğunluk, şirketler, fabrikalar, işçiler, köylüler kaçak elektrik, su kul­lanıyorlar. Şirketler sigortasız işçi çalıştırıyor. Rüşvet konusu ise ina­nılmaz boyutlarda. Sonuçta Türkiye'de istihdamın kamu ağırlıklı olduğunu düşünürsek rüşvetin ne kadar büyük boyutlu olduğunu anla­yabiliriz. Şirketler zarar ettik diye tek kuruş vergi ödemezken her nasıl oluyorsa barlarda lüks otellerde harcayacak para buluyorlar ya da milyonlarca dolarlık düğünler, davetler verebiliyor. Halka sorduğu­nuzda tek suçlu iktidar kendilerine bakan yok herkes devlet bize yar­dım etmiyor diyor, peki siz devlet için ne yapıyorsunuz dediğimizde cevap yok. Dürüst insan siyasete atılacak olsa onu destekleyen çıkmaz ki halk gecekondu affını çıkartacak, torpille işe alacak, maddi çıkar sağlayabileceği insanları seçiyor. Buzdolabı televizyon araba para iş veren politikacıları istiyor. Bu kadar ekonomideki kaçağı hesaplarsak kişi basma milli gelirin Açıklanan resmi rakamların çok üzerinde çıka­cağı gerçektir. Ama umutsuzda değilim çünkü bunca çirkinliklerin içinde bir yığın güzelliklerde yaşanıyor ve ben genlerimize de güveni­yorum her ne kadar karıştıysa da.
Yalnız bazen üzülüyorum çünkü, insanlar bu konulan ko­nuşmaktan sıkılıyor size de sıkıcı konular konuşan, ukala insan gözüy­le bakabiliyor, (bu arada televizyon radyo gazete olayı da ayrı bir yazı
313

konusu olurdu eğitimsiz insanları cehaleti ön plana çıkararak halkı zehirliyor başkalarının kültürlerinin insanlarımıza sırıngalıyorlar.
insanlar, belirli süre için kişisel çıkarlar uğruna ülkeyi yok etme çalışmalarına ara verebilseler, inanın Türkiye düzelir ne IMF'ye ne de Avrupa Birliğine ihtiyacımız kalır. Kısa bir hesap yapılabilir Vergi Dairesi çalışanları rüşvet almasalar şirketler gerçek vergilerini öderler; gümrükçüler rüşvet almasalar kaçak ithalat ve ihracat önlenir. Polisler rüşvet yemeseler kaçaklar hırsızlıklar önlenir; bankalar rüşvet almasalar hortumlamalar banka içini boşaltmalar kalmaz, insanlar kaçak elektrik su kullanmasalar bizler daha ucuza kullanabiliriz, halk kaçak binalar yapmasa daha güvenli yaşayabiliriz.
Şirketler karlarını doğru gösterseler, çalışanlarının vergi ve sigortalarını ödeseler vergi oranlan düşer. Sonuçta bunları yapanlar bizim insanlarımız diğer ülkelerin insanları ya da uzaylılar ya da nüfu­sa göre küçük bir oranı teşkil eden siyasiler değil çünkü toplum dürüst olursa sahtekar politikacıları yaşatmaz, insanlara bunu anlattığınızda halkın yaptığının küçük olduğunu, asıl büyüklerin onların deyimiyle götürdüğünü söylüyorlar ve hala farkına varamıyorlar ki kendilerinin aldığı o küçük paralar sayesinde diğerleri büyük götürüyor. Ya da sahtekarlığın 1,000,000 de bir; l,000,000,000,000.da bir. Çünkü l,000,000.-luk sahtekarlık yapan birinin 1,000,000,- olanağı olduğu için bu kadar yapıyor. Eğer, daha fazla olanağı olsaydı demek ki daha fazla yapacaktı. Kötü kötüdür. Ve diğer savunma mekanizmaları ise, herkes yapıyor ben aptal mıyım ya da eğer herkes yaparken ben yap­mazsam yaşama şansım kalmaz, gibi cümlelerin arkasına sığınıyorlar. Ben yapmıyorum ve bilebildiğim kadarıyla bugüne kadar halk dilinde haram denilen şeyi yemedim ve dürüstlüğümden ödün vermediğini halde yaşıyorum. Yükselmek için kimseyi ezmedim, beni geçerler endişesiyle insanlardan bilgimi gizlemedim. Tam tersine benim yetiş­tirdiğim insan beni geçiyorsa ben başarılıyım düsturunu kendime örnek aldım ve elemanlarıma her şeyi öğretmeye çalıştım ve yaşıyo­rum hem de benim yasam düzeyimi tutturmak için bir sürü insanın özendiği şekilde. Sonuçta ben de öğretmen emeklisi bir babanın kızı­yım. Zengin bir aile değil, normal yaşam standartları olan bir aile. Ama eğer siz dürüstçe yaşıyorsanız mutlaka bir çözüm buluyorsunuz tabii ki burada şans da önemli. Doğru zamanda doğru insanlarla karşı-
314.

lasmak. İŞTE BU DÜRÜSTLÜK DUYGUSUNU KENDİ ÖZÜMÜ­ZE DÖNME DUYGUSUNU İNSANLARIMIZA NASIL VEREBİ­LİRİZ. Çünkü, ben karşımdaki insanı değiştiremem ya da değişip değişmediğini bilemem. Ama, kendimi değiştirebilirim. Ben değişti­ğimde diğerleri de değişecektir. Çünkü herkes diğerlerini örnek göste­riyor diğerleri birer bire değiştiğinde kötü örnekler de azalacaktır. Yazdıklarıma göre beni aşın milliyetçi, Türkçü biri sanabilirsiniz. Hayır, değilim tam tersine demokrat hatta devrimci biriyim. Halkların ülkelerin birlikteliğine inanıyorum ama eşit koşullarda ve sömürge türü ilişkilere dayanmadan tek taraflı değil, karşılıklı birliktelikler. Lise yıllarımda aşın sol bir örgüte ilgi duyarak göz altına bile alınmış­tım ama yabancıların ve bir kısım bizim insanlarımızın Türkiye' yi yıpratmak için bizi maşa olarak kullandıklarını çok çabuk görebildim ve ayrıldım. Bu arada, Türkiye aleyhine hiçbir faaliyette de bulunma­mıştım. Benim anladığım devrimcilik o değildi.
Sizin kitaplarınızı ulaşabildiğim herkese öneriyorum. Olanak­larım elverdiğince maddi durumu iyi olmayanlara da hediye etmeyi düşünüyorum. Yayınevini arayarak ne kadar indirim yapabileceklerini sordum % 25 indirim uygulayabilecekler. Alabildiğim kadar alıp özel­likle lise ve üniversite (hala Evrenkent kelimesine alışamadım) öğren­cilerine hediye edeceğim. Yalnız çekindiğim konular var. Kitabınızda siyasi düşüncenizin olmadığını yani ülkücü, Fethullah Gülenci ya da dinci, irticacı ya da diğer partilerden (benim için ANAP, DSP, DYP vs. olması da önemli değil, oy verecek partinin olmadığım düşünüyo­rum) olmadığınızı anladım sizin aldattıklarınızdan. Umarım yanlış anlamamışımdır. Düşünce yapımı kısaca belirttim. Sizin kitabınızı hediye ettiğimde yada önerdiğimde içimin rahat olması gerekir. Ne yazık ki Türklükten bahsedilince insanların aklına ya ülkücülük ya da Turancılık geliyor, geçenlerde gazetede yazıldığı gibi birisi kürdüm demiş diğeri lazım, Türküm diye söylenince sen milliyetçisin ırkçısın diye suçlanmış.
İnsanlarımızın bir an önce sizin yazdıklarınızın farkına vara­rak, geç kalmadan toparlanmaları umuduyla iyi günler diliyorum.
Saygılar
5 Temmuz 2002
* * *
315

Oktay Bey,
"Bye-Bye Türkçe" ve "Hedef Türkiye" adlı kitaplarınızı oku-
dum. psikologumun deyimiyle hiç kimsenin söyleyemediklerini açık­
ça söyleyebilen birisiniz, ben ............ Askeri Lisesi'nde okuyorum 3.
sınıf öğrencisiyim, açıkçası sizi tanıyana kadar İngiliz muhiplerinden biriydim hatta okuldaki en ateşli taraftarlarındandım ama fikirleriniz beni ölesiye değiştirdi ki BUNA ben bile inanamadım! inşallah her Türk çocuğu bunları sizin kitaplarınızdan veya bir yerden (yeter ki olsun) öğrenir, kafamıza sokulan her şey yalan, aslında bazen aklıma geliyordu ama bunca kişi yanlış düşünüyor ben mi doğruyum saçma­lama ... diyordum kendime. (...) Türk çocuğuna bu cesareti verecek sizin gibi değerli insanlar...
27 Haziran 2002
* * *
Sevgili Gönül dostum, Gönül yoldaşım, babam Oktay Sinanoğlu; Size nasıl hitap edeceğimi bilemiyorum şu an. Sizi, yüre­ğime nasıl sığdırdığımı, daha doğrusu sığdıramadığımı kelimelere dökmem imkansız. İki kitabınızı okuduğumdan beri ruhum acılar içinde kıvranıyor. Her zaman milletimin üzerinde oyunlar oynandığı­nın farkında oldum. Ama, işin ciddiyetinin bu kadar vahim olduğunu bilmiyordum. İkinci Kurtuluş Savaşını başlatmışsınız. Benim bu sava­şın dışında kalmam mümkün değil. Benim sülalemde Kurtuluş ve Çanakkale Savaşlarında hayatini feda etmiş 3 şehidim (benim bildiğim 3) var. Benim onlara ve Atatürk'e borcumu ödemem için elimi, göv­demi hangi taşın altına sokmam gerekiyorsa oraya sokarım. Ciğerimi kaybettiremediler, ben buradayım ve her şeye nazının. Lütfen bana bu konuda bir yol gösterin. Anayasaya aykırı İngilizce eğitim konusunda hangi mahkemeye başvurabilirim? ve benim gibi sıradan bir vatandaş başvurabilir mi? Neler yapmam gerektir, hepsini ben kendimde araştı­rır öğrenebilirim, ancak artık vakit kaybetmek istemiyorum. Ben, 35 yaşında 2 kız çocuğu annesiyim. Kızlarımın, ilerdeki torunlarımın Avrupa'nın ABD'nin uşağı olmasını istemiyorum. Türk'üm ve Türk kalmak istiyorum. Çocuklarımı da bu duygudan mahrum bırakamaya­caklar. Cevabınızı dört gözle bekleyeceğim. Sonsuz Sevgilerimle
21 Haziran 2002
316

* * *
Saygıdeğer Oktay Bey, iyi günler,
Sizin ve ailenizin iyi olmanız dileklerimle mektubuma baş­lamak istiyorum. Size yazmayı son birkaç aydan beridir her şeyden çok istemekteydim. Üzülerek söylemeliyim ki hayatımda sizden sadece iki ya da üç ay kadar önce haberdar oldum. Bu nedenle çok öfke duydu­ğumu belirtmem gerekir (kime kızacağımı bilemedim, kendime mi yoksa başkalarına mı? ), çok seneler evvel sizden haberdar olmuş olmayı isterdim. Sanırım o zaman bir inşaat mühendisi değil, sizin bir meslektaşınız olarak yazıyor olurdum bu mektubumu.
Size iletmek istediğim konulara öncelik vererek başlıyorum bu mektubuma. Bu nedenle kısa yaşam öyküme mektubumun sonunda yer ayırdım. Tesadüf eseri, Kayseri'deki evimizde bulup Londra'ya getirdiğim Ernest Borek'in "İçimizdeki Atomlar" adlı 1961 basımı kitabını okuyordum, bilgisayarımda sizden bahseden bir mektup aldı­ğımda. Hemen araştırma yaptım ve üç kitabınızı buldum, en kısa yol­dan edinip her birini zevkle okudum (ve tüm çevremle paylaşmakta­yım). Sizin görüşleriniz ile kendiminkiler arasında büyük benzerlikler gördüm. Görüşleriniz benimkileri kapsıyor ve daha bir çok eklentiler getirip derinlik kazanıyor. Bilimsel çalışmalarınızın yanında bu konu­larda ne kadar çok çalışmış olduğunuzu hayranlıkla okudum ve çok gurur duydum sizinle. Ben ne yazık ki son yedi senedir Londra'da çalışmaktayım, ve bu medeniyetlerin zihniyetlerinin ne olduğunu az çok anlamış idim. Görüyorum ki siz, bu medeniyetlerin zihinlerini bir röntgen filmi gibi görebilmişsiniz. O kadar güzel ifade etmişsiniz ki eksik bir şey kalmamış. Okurken teslim oluyor insan yazdıklarınıza. Her kelime bir mantık zincirine bağlanmış muhteşem görüşleriniz ve ifadeniz var. Okullarda ders kitabı olarak okutulmalılar kanısındayım (Milli Güvenlik derslerinde örneğin). Benim buradaki yaşantımı ferah­lattınız bir nebze olsun. Kendime olan saygımı yenilediniz, sağ olun.
Fakat, gözümü öyle açtınız ki derinden bir endişe içinde bu­luverdim kendimi. Bazı konulan farkediyordum, örneğin Evliya Çele-bi'nin Seyahatname eserinin Türkçe baskısını bulamıyorum, Hitler'in kitapları bile Türkçe olarak sokak satıcılarında satılırken. Bunu sene­lerdir söylenirim. Ayrıca demir yollarımızın ihmal edilmesini de kabullenilmez görmekteydim. İstanbul-Ankara arasında henüz hızlı
317

demiryolu yapılmadan otoyol yapılmasını büyük bir utanç abidesi olarak görmekteyim. Mevcut demiryolu batlarımızın yandan fazlası 1940'dan önce yapılmıştır, kabullenmesi güç bir gerçek. Çok önemli olan ve benim göremediğim şuymuş; bütün bunlar birbirlerine başlı konularmış meğerse, sayenizde bağlantıyı kurabildim. Aklıma bir sınama yapmak geldi. Milli Eğitim Bakanlığının örütbağ sayfasına girdim, milli ve batı klasiklerinin adetlerini kontrol ettim. Evet, baş­langıçtan da tahmin ettiğim gibi, 31 milli klasiğimize karşılık 76 adet batı klasiği halkımızdan toplanan vergilerle basılıyordu. "Bu oran en az bunun tam tersi olmalı değil raidir? Burada da bitmiyor aslında, kim bilir bu milli ve batı klasiklerinden kitap başına kaçar baskı yapılıyor­du? Halkımızdan toplanan vergilerden bizim Evliya Çelebi'nin Seya­hatnamesi (her ne kadar roman olmasa da) nasibini alamamıştı maale­sef.
2000 yılının Haziran ayında naçizane bir çabam olmuştu ilk kez. Kısaca anlatmak istiyorum, işyerinden ücretsiz izin alıp ülkeme bir faydam olması amacı ile elimde bir yığın dosya vs. ile Ankara'ya gittim. Üç konu vardı görüşmek istediğim.
1-Orman Bakanlığı: Genel Müdür Muavini ile görüşüp, hızlı
büyüyen bir araç türü (Pavlonia) ile ilgili hazırlamış olduğum bir ön
araştırmamı anlattım. Bununla ülkemizde çok geniş çaplı sanayi or-
mancığı çalışmalarının yapılmasını amaçlıyordum, Yeni Zelanda'da
yapıldığı gibi. Biz bunu zaten biliyoruz bu araç bizim ülkede
yaramıyor dediler vs...
2- Ardından, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'nda aynı
düzeydeki ve teknik elemanlarla görüştüm. Büyük rüzgar türbinleri ile
elektrik üretip bununla yeryüzü şekilleri uygun olan şehirlerimizde
elektrikli hafif demiryolu şebekeleri kurup, halk ulaşımı sağlamayı
hedefleyen bir diğer ön çalışmamı sundum. Kayseri, Konya gibi ova
şehirler bu tür çalışmalar için biçilmiş kaftan. Bununla örnek şehir
projesi başlatmayı ve giderek yurdun müsait olan tüm şehirlerine
yayılmasını hedef çizmiştim. Üstelik bu rüzgar türbinleri rahatlıkla
ülkemizde üretilebilecek çok basit bir tekniktir değil mi? Bisiklet
dinamosu ile aynı kanunlarla çalışmaktadır Buradaki yetkili kişiler
bana, gidip belediyelerle görüşmem tavsiyesinde bulundular. Zaten,
rüzgar türbinleri ile elektrik üretimi konusunda yap işlet devret tarzın-
318

da ihaleler açtıklarım ve ihalelere yabancı firmaların katıldıklarını söylediler vs....
3- Daha sonra, Devlet Hava Meydanları ve Limanlar Genel Müdürlüğü ve T.C.D.D.'na gittim. Daha başka ülkelerde yapılmış örnek köprülerin bilgilerini sunup hali hazırdaki İstanbul Boğazı'nı geçen köprülerimizi güçlendirip orta kısımlarına hafif demiryolu bağ­lantılarının eklenmesi çalışmalarının başlatılmasına ve bunun mümkün olup olmadığını araştırma çalışması başlatmaya gayret ettim. Bana D.H.M.L.da Marmaray (boğaz tüp geçidini kapsayan taslak) çalışma­larından bahsettiler. Ayrıca da demiryoluna ağırlık vermek isteyen bir bakanın bazı çevrelerce ölümle tehdit edildiğinden bahsettiler....
Sizin çok iyi bildiğiniz şeyler bunlar değil mi? Hemen hemen hep aynı yüz karşıladı beni nereye gittiysem. Görevleri gereği bu iş nasıl yapılabilirdi değil, niçin yapılamazı ispatlamaya çalıştılar bana Anlatacak daha başka çalışmalarım da oldu ama konuyu uzatmaktan başka bir işe yaramayacaklar. Sonuçsuz bir şekilde Londra'ya geri döndüm, ama tecrübe oldu. Ben bazen çevremde bir şekilde ülkesine yardım etmek isteyip de bu gibi durumlarla karşılaşan vatandaşlarımı­zı görüyorum. Hayal kırıklığı oluyor doğal olarak. Ama beni asıl ra­hatsız eden, bazı kişilerin bu birkaç kişiye aldanıp tüm ülke insanları­mızı aynı kefeye koymalarıdır. Bunun aksine, ben sürekli ne olursa olsun ne derlerse desinler, ne yapmazlarsa yapmasınlar bu benim ülkem, insanlarımız bizim insanlarımız çalışmaya devanı fikir geliş­tirmeye devam düşüncemi aynı şekilde muhafaza etmeye gayret gös­termekteyim.
Her ne kadar bu fikrim devam etse de, itiraf etmeliyim ki ki­şisel olarak verdiğim savaşı bazen kaybetmek üzere olduğum hissine kapılmaktayım. Gördüğüm kadarı ile halkımızı yönetenler ülkemizi 5-10 sene içerisinde yok edecekler, bunun için çalışıyorlar. Avrupa Birliği diye tutturmuşlar, her şeyimizi feda etmeye hazır bir görüntü sergiliyorlar. Benim gençlik yıllarımda tüm ulus GAP bitecek ülke refaha kavuşacak masalları ile uyutuluyordu, GAP bitti, dünyanın parası harcandı, artık bunun hesabını bile soran yok. George Soros bugünlerde bol bol ekenek almaktaymış o bölgelerden. Topraklarımızı Babalarının tarlası gibi satanlardan bunun hesabım soran var mı aca­ba? Bir noktadan sonra toparlamamız çok daha zor olacak, neredeyse
319

imkansızlaşacak, ödünler verdikten sonra (ör. azınlık dillerinde yayın­
lar vs.) bu haklan da geri alamayacağız. Bugün Salı Pazarında "Ne
Mutlu Türküm" diye bağıran adamı öldürürlermiş. Çünkü Kürt maf­
yasının elindeymiş tamamen. Bunu bana .... Caddesinde muayeneha­
nesi olan Dr. ............ söyledi. Akıntıya karşı kürek çeken sizler bizler
sanki bu akıntı ile sürüklenmekten kurtulamıyoruz düşüncesi hakim oluyor zaman zaman. Bu beni çok rahatsız ediyor, ümitsizliğe kapıl­mak istemiyorum. Hayatim boyunca sağlık konularında (rahmetli ablam ve annemin hastalık dönemlerinde) kabullenmek zorunda kal­dığım çaresizlik duygusunu şu günlerde yoğun bir şekilde ülkemle ilgili hissetmekteyim. Vatanımız elden gidiyor, ne yapacağız? Sizin "Bir New York Rüyası" kitabınıza başladığınız gibi ben de bir rüya görüyorum bazen. Siz ülkemizi yönetiyorsunuz, elinizde tüm yetkiler var. Ben de huzur ve mutluluk hissediyorum, ülkemiz en az iki yüz sene daha bağımsızlığını idame ettirebilecek diye. Mutluluktan uçuyo­rum ki, halkımı z saygınlığına yeniden kavuşacak diye. Bilim ve teknik konularında sözü geçen ileri milletlerden bir tanesi de biz olacağız diye. Kızım ve diğer çocuklar ülkelerinde yaşayıp, güzel huzurlu bir şekilde eziklik duymadan, gönül rahatlığı içerisinde hayatlarını sürdü­rebilecekler, gelecekten beklentileri olacak diye. Ülkemiz turizmle kalkınacak, futbolla tanınacak gibi, halkımıza böyle saçma görüşler aşılanmayacak artık diye. Artık halkımız nerede turist görürse "hellooo" diye bağırmayacak diye. Ama bir de uyanıyorum ki o hissi tarif etmem mümkün değil....
Ne yapmamız lazım? İnsanda gönül olması gerekli diyorsunuz. Sizin bunu demekle ne demek istediğinizi çok iyi anladı­ğımı sanıyorum. Peki şu anda ne yapmamız gerekli? Nasıl olacak ülkemizin kurtuluşu, bu dahili ve harici düşmanlardan nasıl arındıra­cağız masum halicimizi evlatlarımızı. Bazen en basit şekilde bir parti mi kurmalı acaba diye düşünüyorum. Sonra anlamsız buluyorum bu kurulu düzenek içerisinde böyle bir çözümü. Ama bireyler yapmalı sırf konuşmamla olmaz diye aklıma geliyor, inanın, sizin Oktay Sinanoğlu kitabınızdan 500 adet alıp milletvekillerine dağıtmayı dahi düşündüm. Daha sonra sonuçlarından korktum. Bir kısmı, hatta belki de pek çoğu sizin fikirlerinizden rahatsız olup, sizi hedef yapabilirler hayatınıza zarar verebilirler diye. Tam bir şaşkınlık içerisindeyim.
320

Çalışmalara devam ama bilinmesek daha iyi olur düşüncesinde olabi­
lirsiniz pek çok haklı sebeplerden ötürü. Anladığını kadarı ile son
zamanlarda görsel ve yazılı basında daha çok konuşmaya başlamışlar
sizin hakkınızda, memnun oldum, bir yandan da düşünceliyim. Bu
arada henüz bir ay kadar önce Kayseri'de konuşma yaptığınızı öğren­
dim (Sayın ..................... 'ndan). Orada olabilmeyi çok isterdim.
Size yazmamın ana amaçlarından bir tanesi, acaba birlikte bi­reyler yapabilir miyiz sorusunu sormaktır. Çevremizde iyi tanıdığımız, (hükümette veya değil) bize yardımcı olabilecek kimler var bir muha­sebesini yapıp bir takım tasanlar hazırlayabilir hedefler çizebilir mi­yiz? örneğin, şehirlerimizde teşkilatlansak nasıl olur bu? YÖK ve Milli Eğitim Bakanlıkları değindiğiniz gibi çok önemli devlet müesse­seleri ama nasıl bunlar ülkemizin bütünlüğünü sağlamayı amaç edin­miş kurumlar haline gelecekler, bir çalışmamız olabilir mi? Türkçe eğitimi zorunluluk haline getirmeyi nasıl sağlayabiliriz, yaptırımcı yöntemler düşünüp geliştirilebilir mi? Acaba bir parti kuralım mı siz ne düşünürsünüz? Keşke öyle bir düzenek kursak ki bu niyeti bozuk zümrelerin oyunları tutmasa, ne yapsalar çalışmalarımızı engelleye-mesek, bu uğurda harcadıkları zaman ve paralan boşa gitse, ur gibi bizler yayılsak onlar değil. Bu konulardaki görüşlerinizi herşeyden çok merak etmekteyim. Bu sorulan sorarken de farkındayım, nasıl olur da daha önce hiç tanımadığınız bir kimseyle bu konulan tartışıp cevap yazabilirsiniz diye. Beni elbette tanımıyorsunuz fakat içinde bulunduğum şartlar içerisinde size samimiyetimi nasıl ispatlayabilirim bilemiyorum. Olmazsa yüz yüze görüşmek için belki Ağustos ayı iyi bir zaman olabilir. Biz 14 Ağustos tarihinde tatil için istanbul'a gele­ceğiz, Ankara'ya gelmek benim için hiçbir sorun teşkil etmez, yeter ki siz müsait olduğunuz bir zamanı bana bildirin (Sn. ....'e sizi sormuş­tum, İstanbul ve Ankara arasında gidip geldiğinizden bahsetmişti).
Zamanınızı ayırıp bu mektubumu sabırla okuduğunuz için si­ze çok teşekkür ederim. Sizinle temasta olmanın benim için çok anlam taşıdığım bilmenizi isterim. Pencereden içeri süzülen güneş ışınlan gibi aydınlatanız hayatımızı, onurumuzu tazelediniz. Size çalışmaları­nızda kolaylıklar, sağlıklı ve mutlu günler diliyorum, teşekkür ederim.
En içten saygılarımla 9 Haziran 2002
321

* * *
Merhaba Oktay Bey;
Siz takdire şayan bir bilim adamısınız. Ben sizi yürekten kutluyorum. Benim düşünce ufkumun genişlemesine vesile oldunuz; TEŞEKKÜR ederim.
Ben bir Kürt evladıyım, ben de en az sizin kadar bu konular­da kendimi rahatsız hissettim, (fakat daha çok Kürtçe konusunda). Sizi tanımadan önceki fikrim hangi dilin ne kadar konuşulduğu anadilde eğitimin önemini belki de tam kavrayamamıştım. Belki de sizin kitap ve konuşmalarınızda sıkça bahsettiğiniz sebeplerden olsa gerekti. Bundan sonrası için ne yapmam gerektiği konusunda sizin fikirleri­nizden istifade etmeye devam edeceğim.
İyi çalışmalar 6 Haziran 2002
* * *
Sayın Oktay Sinanoğlu,
'Hedef Türkiye' isimli kitabınızı geçen hafta (17 Mayıs 2002) Türkiye'ye dinlenmek için geldiğimde tesadüfen satın aldım ve umduğumdan da hızlı bir şekilde okuyup bitirdim. Heyecanlıyım, çünkü sözlerinizin büyük bir kısmının ne kadar da doğru olduğunu sanının bir çok insandan daha iyi biliyorum. Burada size aktaracağım bilgi teorik, kuru bir bilgi değil, bizzat yaşanarak elde edilmiş, elle tutulabilir, alçak gönüllü bir tecrübe, nispeten kısa da olsa tüm bir hayattır.
Ben 1972 yılında Ankara'da doğdum. Annem ve babam ay­dın diye nitelendirilebilecek insanlardır. 1983 yılında aslında pek aklımda olmamasına rağmen, üstelik de pek fazla çalışmadan, çaba göstermeden Saint-Benoit isimli Fransız lisesine girdim. Ortaköy'de bir ilkokulun son sınıfında okurken, aslında çok da iyi niyetli olan bir öğretmenimin ailemi kolej sınavlarına girmem için uzun uzun konuşa­rak nasıl da ikna ettiğini hâlâ dün gibi anımsarım Tabii ki o öğretmeni suçlamıyorum, zira o zaman da tıpkı şimdiki gibi çocukları bir koleje sokabilmek gerek aileler, gerekse öğretmenler için bir ölüm kalım meselesiydi. Sonunda dediğim gibi, Saint-Benoit Fransız lisesine girdim. Okuldaki ilk günümü de hatırlıyorum, b zaman daha henüz 12 yaşındaydım... Okulun Fransız müdürü, Denedikten rahibi Yves
322

Danjou tek kelimesini dahi anlamadığım uzun bir konuşma yapmıştı. Suratsız, soğuk bir adamdı bu. Konuşması da kendisi gibi soğuk, he­yecansız ve ürkütücüydü. İnanın, taraflı, duygusal bir abartma değil bunlar, gerçekten de böyle bir adamdı okulun yabancı müdürü. Biz, başka bir ülkenin çocuklarının geleceğini hasırlama konusunda hiç bir heyecan taşımadığını (o şuada tek kelime Fransızca bilmiyor dahi olsam) sadece sesinin vurgusunu dinleyerek anlamak mümkündü. Oysa veliler, biz çocuklar gibi tek kelimesini anlamadıkları bu dili dinlerken, öyle hülyalı gözlerle izliyorlardı ki bu rahibi, tahmin dahi edemezsiniz (aslında bu denli inanarak konuştuğunuza göre pekala da tahmin edebilirsiniz...).
Bu, Yves Danjou'nun Fransa'da yapamadığı şeyi bizim ül­kemizde yaptığını, yani sevmediğine emin olduğum Türk çocuklarını arada sırada yumrukla dövdüğünü sonradan da gönlüm (hoş, bunu bir duygu sömürüsü malzemesi olarak kullanmak da istemem, zira aynı şeyi o zaman okuldaki Türk hocalar da sık sık yaparlardı). Sayın Sinanoğlu, iki sene boyunca sözümona Fransızca öğrenmek için, haf­tada toplam otuz, otuz beş saat, adına 'hazırlık' denen o garabet prog­ramı takip etmek zorunda kaldım, insan beyninin en bakir, en kıvrak, bilgiye en aç iki senesinin bu en alçak, en kahpe sahtekarlık uğruna heba edildiğini anlamak için daha uzun yıllar beklemem gerekecekti. Ama sonradan aslında benden çalmanın sadece bu iki seneyle kalma­dığını, durumun çok daha vahim olduğunu kahrolarak öğrenecektim.
Neyse, yeniden şu 'hazırlık' senelerine geri dönelim. Başka ulusların çocuklarının bakir beyinlerini hedef aldığı için, DeGaulist Fransız kendini beğenmişliğinin en zararlı, en kahpe silahı olan bazı kitaplardaki (dil, coğrafya ve Fransız kültürü kitaplarındaki) benim özümle, kimliğimle uzak yakın ilgisi olmayan şeyleri ezberleyerek geçirdim en değerli zamanlarımı. Ayrıca dil falan da öğrenmedim, zira uyguladıktan yöntemler fi tarihinden kalma, hiç de etkili olmayan yöntemlerdi (sanırım bunu bile bilerek yaptılar, yani doğru dürüst dil öğretmemeyi bilinçli bir yöntemle gerçekleştirdiler.) Yani, Cumhuri­yet'in ilanından sonra kapatılan mahalle mekteplerinde uygulanmış, o hiç bir işe yaramayan, aksine çocukları eblehleştiren, sallana sallana anlamı anlaşılamayan metinleri ezberleme yöntemleri gibi bir şeydi, bizim kolejimizde uyguladıkları. Hâlâ bugün bile Fransa'da (8 senelik
323

Saint-Benoit eğitimi ve on bir senelik Fransa surecinden sonra) bir ekmek fırınına girdiğimde ya dediğimi doğru dürüst anlamazlar, ya da ırkçı oldukları için anlamazlıktan gelirler. Ama bunun, yani Fransız­ca'ya gerektiği kadar hakim olamayışımın benim dil öğrenme konu­sundaki yeteneksizliğimden kaynaklanan bir şey olmadığını, on bir seneden beri yurt dışında olmama ve etrafımda Türkçe konuşan hiç bir yakınım olmamasına rağmen Türkçe'yi hâlâ (naçizane) iyi konuşuyor ve yazıyor olmamdan yola çıkarak, iddia edebiliriz.
Fiziği ve matematiği severdim. Ama inanın bana, altı senelik ortaokul ve lise eğitimi sürecinde bu ikisinden de doğru dürüst bir şey anlayamadım Yani derste bir şey anlayamadım demek istiyorum, yoksa kendim evde Türkçe kitaplardan fiziği elimden geldiğinde öğ­rendim. Oysa okulda Fransızca konuşan hocanın ağzından çıkan söz-. dikler yıllar boyu benim için bambaşka bir gezegenden gelen sesler gibiydi. Özellikle son iki sene bizi sınavlara dahi sokmadan sınıf ge­çirdiler Sayın Sinanoğlu. Neymiş efendim, bir kolej olarak örnek lise olmamız gerekiyormuş ve bu yüzden de üniversiteye giriş sınavında kullanılan (öğrencinin) karne notlan yüksek tutulmalıymış! Oktay Bey, size son iki sene boyunca ne fizikten, ne kimyadan sınava dahi girmedik diyorum, böyle bir kepazelik dünyanın başka bir ülkesinde ' olabilir mi?! Okul idaresinin verdiği talimat gereği hocalar bizleri normal ders saatinde sınıfla, hafta sonu gittiğimiz (ben girmezdim ama, diğer tüm arkadaşlarım giderlerdi) üniversiteye hazırlık kursları­nın abeceli testlerini çözmemiz için tamamen serbest bırakırlardı. Şimdi düşünüyorum da, aslında böylesi bir kötülüğün İstanbul'un işgal edildiği yıllarda dahi düşman kuvvetlerince başarılamamış oldu­ğunu dehşetle görüyorum!
öte yandan, yine aynı okulda yıllarca Fransız gramerinin ina­nılmayacak kadar saçma analiz gramatikallerini (bu da ne demekse!) ezberler, bunlar için felaket ter dökerdik. Bu analiz gramatikallerin ne ise yaradığını hâlâ çözebilmiş değilim (özellikle fırından ekmek ister­ken, lehçemden ötürü suratıma (muhtemelen ırkçılığından da ötürü) bugün bile bön bön bakan fırıncı çırağını gördükçe bu analizleri bize yaptıran bocalan teker teker bilhassa yad ediyorum!).
Sonrasına gelelim biraz, sonrası da ilginç. 1991'de, Saint-Benoit'yı bitirir bitirmez, o zamana dek adını dahi bilmediğim bir
324

şehrin, Poitiers'nin üniversitesine Deug A, yani matematik ve fizik okumaya geldim. Biraz tembel oluşumdan, biraz bunların üniversitele­rinde uyguladıktan eğitim sistemlerine yabana oluşumdan, ama özel­likle de Fransızca'ya tam hakim olamayışımdan ötürü, bu tahsili yan­da bırakıp aynı şehrin konservatuarında şan tahsili yapmaya başladım. Aslında benim için çok bir şey de değişmiyordu, öğrenmeyi seviyor­dum, ama kendi başıma öğrenmeyi (burada kendi kişiliğimden bir kaç ayrıntı eklememi izin veriniz lütfen). Bir çok konuya birden meraklıy­dım. Dolayısıyla okulda ne okuduğum pek de önemli değildi. Ve işte şans eseri tabiat bana bir de ses vermişti. Paris Yüksek Konservatuarı­nın şan bölümüne zorlanmadan girdim. Aslında yabancı öğrencilere göstermedikleri bir uygulama ile bana konservatuardan özel bir de burs ayarladılar. Bu bakımdan nankörlük etmek istemem. Hatta sonra­dan bir başka Japon bursunu da devreye sokarak Almanya'daki bir konservatuara, dünyanın en ünlü operacılarından Kurt Moll ile çalışa­bilmem için beni, her şeyi kendileri örgütleyerek oraya gönderdiler. Bir süre sonra yine dünyanın en ünlü opera festivallerinde ve tiyatrola­rında solistlik yapmaya başladım (Viyana, Brüksel, Paris, vesaire). Bunları kesinlikle övünmek için anlatmıyorum, sadece bir insanın rotasıyla ilgili nesnel kalmaya çalışarak kısa bir özet geçiyorum. Geç­tiğimiz sene Paris Operası'nın korosuna operanın tüm yöneticilerinin ve orkestra şeflerinin hazır bulunduğu, oldukça önemli bir sınav sonu­cunda, yüz aday arasından (aralarında Japonya ve Amerika'dan dahi kalkıp gelenler vardı) oy birliği ile seçilerek, bu tek kişilik kadroyu aldım. Bu sınav önemlidir, zira Fransa'da artık solist kumpanyası diye bir şey yoktur ve bir şana olarak kadrolu çalışmak isterseniz tek ya­pacağınız şey büyük bir operanın korosuna girmektir. Sonradan koro-culara uygulanan ikinci bir iç sınav ile size eserlerde rol verilip veril­meyeceği kararlaştırılır. Ben bu sınavı da başarıyla geçtim ve daha ilk girdiğim sene bir kaç operada ikinci dereceden roller almaya başla­dım. Bu durum, operadaki diğer meslektaşlarımın tepkisine yol açtı, zira ilk sene böyle bir uygulama da yoktur.
Her gece sahneye çıkıyorum. Maddi hiç bir sıkıntım yok. U-zun lafın kısası, içinde bulunduğum duruma dışarıdan bakan bir insan, yüzeysel tüm bu göstergelere muhtemelen gıpta edecektir. Ancak, kazın ayağı hiç de öyle değil. Bunu en iyi bir kaç ay önce, bir gecede
325

anlayıverdim. Verdi'nin Macbeth operasında bir rolüm vardı. İlk gös­terinin sonunda, dünyanın sayılı baritonlarının Leo Nucci ve Ameri-kah soprano Deborah Voigt'in arasında üç bin kişilik o çok heyecanlı seyirciyi selamlarken içimde tuhaf bir burukluk vardı. O alkış sesleri arasında kendi kendime şöyle mırıldandığımı çok iyi hatırlıyorum: "N'oluyor lan?" Bu soru orada, o anki durumumu en iyi özetleyen soruydu sanırım. Kim ne derse desin, bu tepkinin anlamsız bir şıma-nklık, nankörlük ya da tatminsizlikten çok daha fazla bir şey olduğunu en azından ben kendim çok iyi biliyorum. Bunun derinlerinde insanı yirmi dört saat meşgul eden bir şeyler var.
Neden selamlarken mutlu değildim, diye bir kaç kez sordum kendime. Çünkü milyonlarca vatandaşımızın yaşadığı, Türkiye'de kalsa da, yurtdışına gidip sefil ya da mesleğinde çok başarılı olsa da asla kurtulamadığı bir huzursuzluğu, ortak bir iç sıkıntısını yaşadığım için mutlu değildim. Ve biliyordum ki değil Paris Operası'nda sahne almak, Fransız hükümetinde hasbelkader kültür bakanı dahi olsam aynı huzursuzluğu, muhtemelen de şiddeti artarak yaşayacaktım.
Bir nevi tutsağız biz, hepimiz, yetmiş milyon insan. Avrupa Medeniyeti'nin artık çoktan çökme sürecine girmiş olduğunu, onun tam kalbinde yaşadığım için her saniye çok açık bir şekilde görebil­meme rağmen, hâlâ Batinin tutsağıyız. Ve eğer ülke çapında çok kök­ten, çok önemli kararlar alıp bunları uygulamaya geçiremezsek görü­nen o ki bu tutsaklıktan da kolay kolay kurtulamayacağız.
En çok üzüldüğüm ise, bu tutsaklığa Batinin en çok zayıfla­dığı şu son yirmi, otuz yılda bu denli düşmüş olmamız. Zira Batı, özelinde de Avrupa gerçekten de can çekişme aşamasında olan çok yaşlı bir medeniyet artık! Günlük hayatta gördüğüm her şey, rastladı­ğım her birey bunu bana her dakika, çok bilimsel temelli olmasa da; oldukça sezgisel temelli bir şekilde ispatlıyor. Artık ne ingiltere bir yüzyıl öncenin İngiltere'si, ne de Fransa bir yüzyıl öncenin Fransa'sı.
Ve bizler de, bu kokuşmuş topluluğun köhneleşmiş dillerinin bir zehir gibi kullanıldığı vatan haini okulların sayısını kendi elleri­mizle arttırarak çocuklarımızın kafalarım karıştırıyor, geleceklerini karartıp, ne olduğunu, kim olduğunu, nereye gittiğini bilmeyen, mut­suz ve köle nesiller yaratıyoruz. Atatürk'ün bahsettiği 'gaflet ve dala­let' herhalde bu olsa gerek. Gerçekten de tarihimizin en talihsiz dö-
326

nemlerinde, mesela işgal altında bulunduğumuz zamanlarda bile eşi benzeri olmayan, inşam kahreden bir durum bu.
Tam on yıldır, ilk önce havalarda uçarak geldiğini bu Batıyla ilgili gözlemlerimi, duygularımı düşüncelerimi, öfkelerimi her gün aralıksız yazdım ve bu şekilde de Türkçe'mi korumaya çalıştım. Bin­lerce şayia birikti bilgisayarımda. Bir gün Türkiye'ye geri dönüp, bu alçakça oyuna karşı savaşmam gerektiğini bildim. İşte bu yüzden sizi keşfetmiş olmaktan ötürü mutluyum. Türkiye'nin, çok geç olmadan Avrupa Birliği'nden adaylık başvurusunu derhal çekmesi ve 'yabancı dille eğitim verdiği' yalanı ile bütün bir milletin geleceğini karartan bu işbirlikçi okulları kökten değiştirmesi gerektiğine tüm kalbimle zaten öteden beri inanıyordum, şimdi bu inancım biraz daha güçlendi. Sizin de söylediğiniz gibi bu bir varoluş savaşıdır, bir ölüm kalım meselesi­dir artık. Yabancı dil eğitimi Batı ülkelerinde nasıl veriliyorsa bizde de en âzla o şekilde verilmeli, ama diğer tüm dersler kendi dilimizde, Türkçe olarak verilmelidir. Bunun şu aşamada artık tartışması bile yapılmamalıdır, zira tartışarak kaybedecek vakit de kalmamıştır. Hatta belki de Genelkurmay bu meseleye (tıpkı imam-hatip okulları mesele­sinde olduğu gibi) el atmalıdır.
öte yandan şunu da biliyorum ki Türkiye şu anda dünyanın en umut vadeden ülkelerinden biridir. Bunu her seferinde daha iyi görüyorum, ama şimdilik alçakça, tarihin en sinsi, en kahpe silahlarıy­la tutsak edilmiş bir haldedir. Yarın, hem de çok uzak olmayan bir tarihte bütün dünyaya gerek insanlığı, gerek sanatı, gerek bilimi bizim milletimiz öğretecektir. Buna şimdiye kadar hiç bu kadar derinden inanmamıştım, ama artık biliyorum ki bu sadece kendimiz için değil, geleceğe yönelik ümidini kaybetmek üzere olan bütün bir insanlığın (hatta Batıdaki insan topluluklarının bile) mutluluğu için milletimize verilmiş bir görev, bir zorunluluktur, insanımızın şu anda yaşanmakta olan tüm çürümelere ve yozlaşmalara rağmen hâlâ bir kale gibi ayakta duran vasıflarını, buradakilerin sınırsız tıynetsizliği ile kıyaslayıp anladıkça inanın gözlerim yaşarıyor. Ama ilk önce özgürlüğümüze kavuşmak zorundayız. Bu şart!
Yabancı dille eğitim veren okulların kapatılması (ya da milli­leştirilmesi diyelim) ve Türkiye'nin Avrupa Topluluğu'ndan adaylığı­nı hemen çekmesi için canla başla çalışmaya hazırım. Çünkü ülkemiz-
327

deki mevcut potansiyel ve tazelik, belki de yirmi seneye çözülüp parçalanacak, şu kendi geleceği bile belirsiz Avrupa Toplulu-ğu'nun köhne kafalı, ırkçı ve sinsi yöneticilerinin ellerinde çar cur edilmemeli, insanlarımız bunların karşısında aşağılık duygusu ile el pençe divan rezil olmamalıdırlar. Hem de bir hiç uğruna! Çünkü Av­rupa yüzlerce yıldır sürdürdüğü, mertliğe hiç yakışmayan o eski oyun­ları, sahtekarlığı ile aslında arasına almak istemediği bir Türkiye'yi üye adaylığı masalı ile oyalayarak sömürmeye devam etmekte, güm­rük birliği aldatmacası ile edindiği yeni kapitülasyonların tadını çıka­rıp ekonomimizi içerden adeta bir kabak gibi oymaktadır. Ayrıca dünyanın yeni medeniyetleri, dünyanın geleceği Avrupa'nın dışında, özellikle bizim de çok önemli bir parçası olduğumuz Asya'da biçim­lenmektedir. Kültürü, sanatı, bilimi ve ekonomisi ile önümüzdeki on, yirmi yıl içinde Asya devletleri Avrupa devletlerini sollayacaklardır. Bunu bilmeyen yok artık, örneğin sanat alanına, biraz daha özele inerek çok çarpıcı bir örnek olan sinemaya bakalım. Çin ve Hindistan sineması bugün bile gerek dürüstlüğü, gerek özgünlüğü, gerek tazeliği ve gerekse tekniği ile Avrupa sinemasını çoktan geride bırakmıştır. Kültür alanında ortaya çıkan bütün bu göstergeler çok değil, yirmi senede ekonomi ve politikaya da yansır... nitekim de yansıyor. Avrupa bugün artık- o yaşlanmış, o kanlı tarihinin son yüzyılına girmiştir. Tam da bu sırada, yani giderayak bizim bunların son oyunlarına kurban gitmemiz ve kapılarında kul, köle olmamız, bunların şimdiki gerçek güçleri (ya da zayıflıkları) göz önüne alındığında çok yazıktır (bu biraz, 2. Dünya Savaşının sonunda müttefikler Almanya üzerine sürat­le yürürken, yani son zaferden bir kaç gün önce canını toplama kamp­larında kaybeden milyonlarca Yahudi'nin 'pisi pisine' akıbeti gibi hüzün verici bir şey). Bizim atalarımız bunlar bugünkünden çok daha güçlüyken dişleri ve tırnaklan ile bunları topraklarımızdan atmayı başarabilmiş tek ulustur. Evet, (Batılıların tabiri ile) bütün üçüncü dünya ülkeleri arasında gerçek anlamda, doğrudan sömürgeleştirile-memiş tek bir ulus varsa o da bizim ulusumuzdur, öyleyse şu anda bunu kendi ellerimizle yapmak için, yani kendi kendimizi, bunlar eski güçlerini yitirmişken, tutsak etmek için çırpınmamız gerçekten de çok acıdır.
328

Eğer şu alçakgönüllü yazımı bir konuşmanızda ya da bir ya­yında kullanmak isterseniz, belki bir işe yarar ümidi ile bundan sadece memnunluk duyarım.
. Saygılarımla Sayın Oktay Sinanoğlu, 22 Mayıs 2002
* * *
Merhaba, nasılsınız? Şu an "Hedef Türkiye "adlı kitabınızı da okuyorum.
Bizim fakültemizde, benim üniversiteyi kazandığım yıl hazır­lık dersi koydular ve dersleri %70 ingilizce yaptılar. (Tarzan İngilizci­si, ne anlatan hoca biliyor ne de dinleyenler anlıyor; biç unutmam bir fizik hocası vardı aynen tabiri şöyle "this is this" adamın kendisi de anlatacağı şeyi bilmiyor, Hacettepe'den gelen bir hocaydı.) Bizler, ilk yıllar çok sıkıntı çektik, (aslında sonraki yıllar alışmamızın sebebi düzene uymuş olmamızdır tahmin ediyorum) ders aralarında arkadaş­larla çok tartışmalarımız oldu. Ama ben biç bir zaman İngilizce eğiti­mi savunmadım.
Selametle; 22 Mayıs 2002
* * *
Ben TED Ankara Koleji öğrencisiyim. 16 yaşındayım ve 9. sınıftayım. Sizi medyadan ve kitabınızdan tanıyorum. Sizi ilk olarak İskele Sancak, sonra da Ceviz Kabuğu adlı programlarda izledim ve bu dil konusunda ne kadar haklı olduğunuzu gördüm. Kitabınızı önce­den kitapevlerinde görmüştüm ama kimya hocamızın tavsiyesinden sonra kesin olarak almaya karar verdim ve gördüm ki sizin döneminiz­le bizim dönemimiz arasındaki uçurumları...
Ayrıca, sayısal dersler olan Matematik, Fizik, Kimya ve Bi­yolojide İngilizce öğretim yapıldığı için oldukça zorlanıyorum. Kimya ile biyoloji sizin de üzerinde çalıştığınız bilim dallarının konularını ezberlemek zorunda kalıyorum, bunun da bana çok zararı oluyor. Yani yarın bir gün ÖSS'de İngilizce değil Türkçe göreceğiz, Matematik ve fizikte ise iyi olduğum bu iki dersi yabancı dilde olduğu için
329

yapamıyorum. Ayrıca o kadar vahim ve bir o kadar da komik olan şey hepsi çok iyi birer öğretmen olmalarına karşın, öğretmenlerimiz de konu anlatımında zorlanıyorlar. Yani sayılan İngilizce söyleyip, konuyu Türkçe anlatıyorlar ve de tahtaya ingilizce'sini yazıyorlar. Daha saymakla bitmeyecek olan olaylar...
Saygılarımla 17 Mayıs 2002
* * *
Adım.............. ODTÜ Matematik 94 Mezunuyum. Çalışmala­
rınızı dikkatle izliyoruz. Çoğumuz yabancı dilde eğitimler aldık. Bu­
nun ne amaçla olduğunu, neden bizi böyle düşünmeye zorladıklarını
mezun olduğumuzda algıladık. Design değil pazarlama elemanı olalım
diye yetiştirilmişiz. Neyse uzun sözün kısası. Sizinle görüşmek
istiyoruz.
Çoğu yabancı dilde eğitim almış doktor, Mühendis, Bilim a-damı olan arkadaşlarımız sizinle görüşmek istiyoruz. Bu konuda bize yardımcı olur musunuz.
Saygılarımla, 30 Nisan 2002
* * *
Selamlar. Ben Diyarbakır'da ikamet eden Kürt asıllı bir Türk vatandaşıyım. Ben, son zamanlarda medyada konuşmalarınız üzerine sizden daha açıklayıcı bilgiler almak istiyorum. Belki duymuşsunuz­dur son bir kaç ay içinde Dicle üniversitesi başta olmak üzere bazı üniversitelerde Kürtçe eğirim için öğrenciler ve velileri dilekçe verdi­ler ve tam bu sıralarda sizin basın-yayında, Türkçe eğitim dışında başka dillerde eğitim yapılamayacağım savunduğunuzu gördüm. Si­zinle daha önce Diyarbakır'da Kimya Kurultayı'nda tanışmıştım.
(.......... )
Bir insan düşünün ki bu insan, günlük konuşmalarından tutun da rüyalarına kadar devletinin resmi dili olmayan bir dilde görüyor ise bu insanın o dilde eğitim görmeye hakkı var mıdır? Hakkı varsa eğer, bu amaç için girişimde bulunması ne kadar yanlış olur? Ben sizin Türkçe eğitim çalışmalarınıza sonuna kadar destek veriyorum. Ben bir
330

üniversiteli olarak kaynaklardan tam olarak faydalanamıyorum ve üniversite hocalarım tarafından bilime katkıda bulunabilmenin yolu­nun ingilizce'den geçtiği vurgulamasından sonra takılıyorum.
Okulun panosunda dilekçe verilmesinden sonra bir çok adını daha önce duymadığım derneklerin beraberce yayınladıkları ve Türkçe eğitim dışında eğitime karsı çıkan bir yazı okudum; bu yazıda geçen dernekler neden sizin gibi bilimsel gerçeklere dayanarak bu işi gerçekleştirmiyorlar da Kürt çocuklarının eğitim gördüğü bir üniversi­tenin panosuna böyle bir yazı yazmakla yetiniyorlar? Ben sizin bir bilim adamı olarak bu misyonu hiçbir siyasi parti veya hareketin ma­şası olmadan yaptığınıza inanıyorum ve bu halkın bir gün gerçeklerin peşinden koşarak bilimin, yalnız bilimin Türkiye'nin temellerini atma­sını en az sizin kadar istiyorum. Sağlıcakla kalınız.
Diyarbakır'dan selamlar; 15 Temmuz 2002
* * *
Ben ...... , savunduğunuz düşüncelerin çok önemli olduğunu
ve biz gençlerin sizden çok büyük bir varlığın değerini - Türkçe'mizi -kaybetme eşiğinde olduğumuzu gördük. Sizin sayenizde bir çok genç artık daha bilinçli, ve eminim ki bundan sonra önümüzü tıkayan kişi­leri dinlemeyip özümüzü unutmayalım, Atamız için bir savaş verece­ğiz.... Bu yüzden siz ile tanışmak benim ve arkadaşlarım için bir onur­dur... Umarım, cevabınızı en yakın zamanda iletebilirsiniz...
28 Nisan 2002
* * *
Oktay Bey,
Bir noktanın altını çizelim, 1900'lu yuların başına gidelim. Mevcut ülke yönetenleri bugünkü yönetimlere büyük paralellikler gösterir bir haldedirler. Siz üzerinize düşenden fazlasını gücünüz yettiği kadar yapıyorsunuz. Ama ben diyorum ki örnek bugün çıkarı­lan maden yasasından ve daha bir dolu IMF güdümlü yasalardan habe­ri olmayan halkla nasıl bir kurtuluş savası yapabilirsiniz. Sorunun ümünde can alici nokta burası. Yani Atatürk bir şekilde mevcut
hükümetine karşı bu halk örgütlenmesini sağladı ama çok kritik bir nokta var emin olun bugün yaşasaydı Atatürk bu basarıyı
331

sağlayamazdı neden? Çünkü bugün ülkenin en ücra noktasına kadar insanlar medya tarafından beyin yıkamasına tabii tutuluyor. Dolayısıy­la sizin anlattıklarınıza karşı önyargılı olarak yaklaşıyorlar. Dolayısıy­la söylediğim gibi oyunu kuralına göre oynamak gerekiyor. Yani, insanlar gücü severler ve güçlüye itibar ederler. Bugün, medya gücüy­le bunu yaparken bizim gibi insanların kafasındaki düşünceleri şu anki yöntemlerle değiştirmemiz ve bir halk uyanışı sağlamamız çok zor. O yüzden diyorum ki oyunu kuralına göre oynamak lazım. Yani aynı güçle propaganda yapmak lazım. Yani bir şekilde insanlar sürekli akıntıya kapılıyorlar, bugün nasıl ki İngilizce bilmeyen odacı bile olamıyor bu hava gayet başarılı bir şekilde yaratılmış. Bizim de aynı havayı Türkçe ile ilgili olarak yaratmamız lazım, söylediğim gibi bir takım çözüm önerilerim var ama, bu konuyla ilgili çözüm önerimi söyleyeyim. Bir okul açalım, öyle bir reklamını yapalım ki işe girmek çok zordan tutun, çok büyük torpile ihtiyaç vara kadar insanlar bu okula çocuklarını yazdırmak için birbirleriyle mücadele etsinler ve bu okul bizim gibilerin düşündüğü eğitimi versin ileride açılacakların ilki olsun mantar gibi yayılsın bütün ülkeye. Size ütopik gelecek a-ma Avrupa ve Amerika yurdumuzda inanın ilk okulu bu mantıkla açtılar ve bugün o okulların sayısını bilmiyoruz. Yani, bizim proble­mimiz bu 50 yıllık projeler üretemiyoruz hep yapalım üç gün sonra görelim yok öyle birsek. Oktay bey, ben genç bir diş doktoruyum farkında olduğunuz gibi belli düşüncelere sahibim. Ama, bireyin far­kındayım şu anda cılız güçleri temsil ediyoruz. Hep bunu nasıl değişti­rebiliriz diye düşünüyorum. Lütfen sizinle görüşmeye devam edelim. Çünkü bilgi ve tecrübelerinizden yararlanmam ve gerekli birikimi yapmam gerekiyor. Çünkü, bu gidişe dur demeye kesin kararlıyım. İyi Günler,
6 Haziran 2002
* * *
Sayın hocam;
Nasılsınız inşallah iyisinizdir. Benim bu size ikinci mektu­
bum. Daha birincisine cevap yazmadınız ama olsun. Ben sizle sürekli
yazmamak için mektup adresi istiyorum. YILDIZ Evrenkenti'ne gön­
derirdim ama elinize ulaşmaz diye endişe ediyorum. Ben................. Sel-
332

çuk Evrenkenti ... Fakültesi .... bölümünde okuyorum. Üçüncü sınıfa geçtim. Hocam eğitim bakanlık düz liselere de hazırlık sınıfı koymuş. Bunun için bir boykot düzenlesek, siz de destek verseniz ve imza toplayıp bakanlığa göndersek, bir kamuoyu oluşturmaya çalışsak, yol gösterici ve destekleyici olur musunuz.
Görüşmek üzere, sağlıcakla kalın. Cevabınızı bekliyorum.
9 Haziran 2002
* * *
Merhaba hocam, Sizinle tanışma fırsatım hiç olmadı ve belki de hiç olmayacak ama size ve çalışmalarınıza duyduğum hayranlığı belirtmek istiyorum. Ben bir üniversite öğrencisiyim Bilkent'te elekt­rik elektronik bölümünde okuyorum bir bayan olduğum için kafamda birçok soruyla bu bölümü tercih etmiştim ta ki sizin kitabınızı okuya­na kadar da. kafam hep karışıktı. Bir bayanın da pekala başarılı olabi­leceğinin sizin tarafınızdan onaylandığını görmek beni çok mutlu etti, artık daha mantıklı düşünüyorum ideallerim büyük umarım hepsi gerçek olur. Her yerde minnetle anacağım bir insansınız gerçekten de sizin hayatinizi anlatan kitabınızı okumak beni her bakımdan çok değiştirdi artık derse geçmek için değil anlamak için dinliyorum her konuyla ilgilenmeye çalışıyorum hatta dün Japonca kursuna başladım ilk Japonca dersinde siz aklıma geldiniz, bu dile gösterdiğiniz ilgiyi ve çalışmalarınızı öğrendikten sonra, bu dile olan eğilimim arta, sizin hayatınız gerçekten de örnek alınacak bir hayat. Bunları kitap haline dönüştürerek bizlerle paylaştığınız için size çok minnettarım benim gibi birçok gencin hayatında da iz bıraktığınızı bilmenizi istedim Bil­kent'te de büyük bir ilgi odağısınız hatta yakın bir arkadaşım sizin hayatinizi Türkçe dersinde sunum olarak anlatti. Sizinle tanışmak ve görüşlerinizden birebir dinlemek en büyük hayallerimden birisi. As­lında, bu maili yazmamın bir sebebi de Ankara'ya gelip gelmeyeceği­nizi ve eğer gelecekseniz geliş tarihinizi öğrenmekti. Hocam sizden ricam Ankara'ya bir konferans vesilesiyle, gelecek olursanız bana tarihini bildirmeniz çok meşgul bir insan olduğunuzu biliyorum böyle bir talep de bulunmak ne kadar doğru olur bilemiyorum ama eğer haber verirseniz gerçektende çok mutlu olurum en kısa sürede görüş­mek dileğiyle hoşçakalın. 19 Haziran 2002
333

* * *
Değerli Hocam,
Türk Aynştaynı Oktay Sinanoğlu kitabı ile Hedef Türkiye ki­tabınızı birkaç gün içinde okudum. Size; ufkumu daha da açtığınız, meselelere bakış açımın farklılaşmağını sağladınız ve yaşadığımız hayatın her bir safhasında kainatı algılaması üstün bir farklılık arzeden ve .tecrübelerinizi istifademize sunduğunuz için çok teşek-
kür ediyorum. Öncelikle teşekkür etmek istedim hocam.
Hocam, iç dünyamda o kadar çok şey değişti ki sizi okuduk­tan sonra. Bunların hepsini size yazmak isterdim. Fakat, vaktinizi almak istemem. Ama, emin olun ki siz fikriyatınızla ve içtenliğinizle düşünen insanların gönlündesiniz. Tekrar teşekkür ediyorum ve Rabbimizin size her şeyin en güzelini ihsan etmesini niyaz ediyorum.
Saygılarımla 19 Haziran 2002 * * *
Sayın Oktay Sinanoğlu,
Ben, Yıldız Teknik Üniversitesi makine mühendisliği bölümü 1. Sınıf öğrencisiyim. Üniversiteden önce Bursa' da yaşamaktaydım. İstanbul'a geldikten sonra bir büyüğüm bana sizden bahsetti ve aydın­lık dergisinde yayınlanmış olan bir yazınızı (Anadolu liselerinde ki eğitim hakkında) bana okuttu, inanılmaz derecede etkilendim ve kendi çapımda sizin hakkınızda bir araştırma yaptım. Şu anda kitabınız 'he­def Türkiye' yi ve sizinle yapılan bir söyleşiden derlenmiş olan Türk Aynştaynı' kitabını okumaktayım. Hayatınız, yaşama bakış açınız, Türkiye'de yozlaşan en büyük sorun olan Türkçe konusunda verdiği­niz savaş ve saymak isteyip de sayamadığım daha birçok şey. (...) Sizi anlatamayacağım derecede çok takdir ediyorum. Benim kafamda apayrı bir yeriniz var ve bunu hissetmek harika bir duygu. Türkiye'de sizin gibi bir büyüğe sahip olduğumuz için çok büyük gurur duymak­tayım.
Saydığım kitaplar dışında son birkaç haftadır aydınlık dergi­sini de takip etmekteyim. Bu dergi hakikaten kapalı kalmış, belki baskı yüzünden ya da balkı farklı eğilimlere sokacağı korkusundan dolayı diğer basının açılmaktan korktuğu (bu benim yorumum) bir-
334

çok siyasi vb. konularda kanımca bizi bilgilendirmekte. Bütün Türki­ye'de sınırlı da olsa böyle kapalı kalmış konulan öğrenmemiz çok güzel, aydınlatıcı bir şey. Ancak, bu haberleri gördükçe artık içimi öyle bir sıkıntı alıyor ki, yani tarif edemeyeceğim bir çıkmaza giriyor bey­nim. Nereye kadar gider bu işleyiş? Hiç mi düzelme umudumuz yok? Başımızdaki devlet adamlarının benim görüşüme göre %99'u bu ülke­yi yabancılara vermeye can atıyor. Bütün bu ulusun yaşamı için atala­rımızın fedakarlıktan göz ardı edilip, kişisel çıkarlar ön plana alın­makta Daha saymak istediğim ancak sayamadığım onca detay, özel konu. Bunları sizinle tek tek konuşmayı çok isterdim. Ama, sanırım bu biraz zor, malum işlerinizin yoğunluğunu tahmin edebiliyorum.
Şu anda ya da daha önceki hayatımda, siyasi yada bunun tü­revi hiçbir görüşe sahip değildim ve halende sahip olamadığımın bi­lincindeyim. Çevremde olup bitenin farkına varmaya başlayalı henüz 6 ay oldu ve ben şunu anladım. Ben ülkemi seviyorum, bunun yanında bu ülkeyi yabana ülkelerin sömürgesi olmaktan kurtarmamız kanaa­tindeyim. Üstü kapalı da olsa, halkın çoğunluğu bunun henüz farkında olamasa da, (malum büyük kesim cahil, eğitim oranı düşük, halk her yönde eğilime yatkın) içten içe bir kurtuluş savaşı dönemi içindeyiz. Aynen Mustafa Kemal dönemi gibi. Bu olayın farkında olduğunuza eminim.
Sizin gibi Aydınlar varolduğu sürece umarım bu bilinç daha da yaydır ve bizleri gelecekte daha ileri seviyelere götürür, (ulusça, birlik içinde, yabancı ülkelerin sömüremediği bir toplum olarak dim­dik ayakta)
Size çok teşekkür ediyorum, lütfen başımızdan ayrılmayın, hep yanımızda olun. Türkçe eğitim konusundaki görüşlerinize sonuna kadar katılıyorum. Çok büyük bir destekçinizin! ve bu konuda arka­daşlarıma da sizden bahsediyorum. Yazımın başında da dediğim gibi, siz apayrı bir insansınız Lütfen bunu bir pohpohlama olarak görme­yin, birebir aklıma şu anda gelenleri sadece yazıya döktüm. Vakit buldukça size yazmaya çalışacağım. Çalışmalarınızda basanlar diliyo­rum. Bir gün tanışabilmek dileğiyle...
12 haziran 2002
* * *
335

Değerli hocam;
Size ait kitapları okuduktan sonra kafamda soru işareti olarak kalan bazı hususlar tamamen aydınlandı. Uzun uzun yazarak vaktinizi almadan şunları ifade etmek istiyorum; kitapları okurken müthiş he­yecan, moral bozukluğu, acizlik, zaman zaman hınç duygulan hisset­tim. Yaklaşık l hafta size ulaşmaya çalıştım. Yıldız Evrenkenti'ni aradım emekli oldu dediler, ev telefonunuzu aldım cevap vermedi, Emine Çaykara ve otopsi yayınevini aradım, sonunda bu maili bul­dum.
Hocam; Türkiye'de yasayan biri olarak yapmam gereken çok şey olduğunu düşünüyor, nasıl bir yol izlemem konusunda size danış­mak, elimden geldiğince bir şeyler yapmak istiyorum.
Bu bağlamda vaktiniz olurda cevap yazarsanız sevinirim.
Saygılarımla, 11 haziran 2002
* * *
Merhaba,
Hocam, size önceden de bir ileti atmıştım ama sanırım elinize geçmedi. "Türk Aynştaynı" kitabınızı okudum ve gerçekten çok etki­sinde kaldım. Lise Öğrencisi olmam size karşı edindiğim etkileşimi azaltsa da sizinle yüz yüze görüşmeyi çok istiyorum. Ama cesaret edemiyorum. Boş vaktinizin olmadığını gerçeğini de göz önünde bulundurarak sizle întemet ortamında (icq gibi bir program vasıtasıy­la) görüşebilir miyiz? Belki sizin gibi bir insanın benim gibi vasıfsız biri ile konuşması biraz ilginç. Mücadelenizde muvaffak olmanız dileğiyle...
10 Haziran 2002
* * *
Sayın Sinanoğlu,
Benden daha iyi biliyorsunuz ki Türkçe sorunlardan sadece bir tanesi, ülkenin en büyük problemi, ülkeyi yönetenlerin bizden olmaması, insanlar sizin bildiğiniz konulardan haberdar değilse yani sizinle ayni frekansta değillerse onlara bu konulardan bahsedince ya ilgilerini çekmiyor yada sizi moda tabiriyle söyleyeyim küreselleşen
336

dünyadan haberi olmayan geri kafalı biri olarak görüyorlar, biliyo­rum çünkü bende 3-4 yıl öncesine kadar öyle görüyordum, yani küçük bir örnek vereyim izninizle politikacı çıkıp efendim buğdayın tonu dünyada bu kadar bizim çiftçimiz üretiyor bundan daha pahalıya ben niye çiftçiye ürettireyim ithal ederim dediğinde dışarıdan bakan birine mantıklı geliyor, ama sizde biliyorsunuz ki olayın içyüzü öyle değil, adam dışarıda çiftçisine bir dolu sübvansiyon uyguladığı için böyle. Aratmayayım her insan günlük yaşamının zorunluluklarından dolayı olayların içyüzünü doğru olarak bilemiyor, dolayısıyla onları bu konu­larda ikna etmek zor. siz tutup ta ben çocuğumu İngilizce değil Türkçe eğitim yapılan bir okula göndereceğim diyince size nasıl "vah vah" der gibi baktıklarını biliyorsunuz. Oktay bey benim bu konulara ilgi­den ziyade ne yapabiliriz diye yoğun düşüncelerim ve iyi kotu strateji­lerimde var. eğer sizinle görüşmemiz mümkün olursa bunlardan size bahsetmek istiyorum, cevap verirseniz sevinirim.
5 haziran 2002
* * *
Merhaba, ben Uludağ Evrenkenti ... bilimler bölümcesinde okuyorum. 3. sınıftayım. Türkçe'ye önem gösteren biriyim fakat, şu an hızlı yazmam gerekiyor. Yazım hataları için kusura bakmayın, tik önce Türkiye için bir iftihar olduğunuzu söylemeliyim. Kitabınızı bugün bitirdim (Bye Bye Türkçe), çok beğendim. Herkes okumalı diye düşünüyorum ama, başarabileceğim en fazla etrafındakilere o-kumalan için tavsiyede bulunmak daha iyisini yapmak isterdim. Bu mektubu yazmamdaki asıl amaç, sizinle sürekli yazışma arzusudur. Biliyorum, benim istediğimi kim bilir kaç kişi istemiştir, neyse. Mek­tubumun tamamen okunacağını sanmadığım için kitapta okuyup da anlayamadığım bir noktayı dile getireyim; tamam İngilizce etkisinden kurtulsun istiyoruz Türkçe'nin, peki sizin de dediğiniz gibi Arapça ve Latince'den de o denli korkmalı mıyız, asıl sorun şu; ben sizi sol gö­rüşlü arkadaşlarıma anlatmaya çalıştığımda bu sorunu dile getiriyorlar, "Arapça'ya Farsça'ya eyvallah İngilizce öcü" gibi şeyler söylüyorlar, yani Osmanlıca'yı da kenara mı atmalıyız, saf Türkçe nasıl oluşacak...
Çalışmalarınızda basanlar, her şey için Allah razı olsun, inşal­lah sayenizde az da olsa bu millet uyanacak (mektubumun en başında
337

ukalalık yapmak istemedim, Evrenkent ve bölümce sözcüklerini ger-çekten benimsiyorum merak etmeyin)
Hoşçakahn,
5 haziran 2002
* + *
Sayın hocam,
3 kitabınızı da okudum, bu çok önemli konulan dile Getirip toplumu ikaz etmeye yönelik çalışmalarınızdan dolayı size teşekkür ediyor ve ellerinizden öpüyorum.
Yalnız ayarlı basın, beyinleri öyle yıkamış ki yapacak çok şey var. Bu konuda bir internet sitesi kurulması gerektiğini düşünüyo­rum. Sizin fikriniz olumlu olursa, içerik yönünden desteğinizi verece­ğinizi umuyorum.
Selamlar S haziran 2002
* * *
Tekrar selam Oktay Abi,
"Bye Bye Türkçe" ve sizinle ilgili olan, "Türk Aynştaynı" ki­tabini da maddi durumum elvermediği için alamamıştım. İnşallah, yarın birisini alacağım, irenin büyük bir zevkle okuyorum. Bu devir­de, böyle yazılara, sizin gibi insanlara Türk milletinin çok ihtiyacı var. Böyle yazılara ve Türkiye'yi savunmaya devam edin, edelim. Böyle konularda çok hassasım. "Hedef Türkiye" kitabı ile de bayağı bilgi­lendim. Hatta, geçen hafta Türk Dili dersinde, açık oturum yaptık (Avrupa Birliği Ve Türkiye) ben başkandım, bence çok güzeldi, AB'yi savunan insanlara bir bir ağzının payını verdim. Tabii sizin kitabınız sayesinde. Ve hepsi sonunda doğru, haklısın demeye başladı­lar. Milletimizin bilinçlenmesi lazım, o dediğiniz Kuva-yı Milliye şuurunun tekrar gelmesi lazım. Ben de İngilizce öğretmenliği bölü­münde okuyorum, Allah'ın izniyle, benim de hedeflerim var. İnşallah, gerçekleşir ve vatanımıza bir faydamız olur. Bu arada sizden bir iste­ğim olsa Oktay abi, ben 'Türk Aynştaynı" kitabım alsam kendim, ama sizden bana şu "Bye Bye Türkçe" yi imzalayıp bana bir tanesini hedi­ye etmenizi istesem, bu isteğimi geri çevirir misiniz bana çok güzel bir iyilikte bulunmuş olursunuz, bu arada zannedersem gecen sen? Ger­çekten de İnönü Üniversitesine gelmişsiniz, ama ben bunun farkında
338

değilmişim demek ki, şimdi kendime diyorum, "çok büyük bir fırsatı kaçırmışım", hayırlısı inşallah, yüce Allah ileride bir gün karşılaşmayı nasip eder.
Amerika'da eğitim görüp, onca şey yapıp da tekrar Türki­ye'ye gelip Türk milletinin menfaatine çalışmanız Bir Türk olarak beni çok mutlu etti. eminim bir çok İnsanda bunu hissetmiştir. Allahın izniyle kitaplarınız Çok satar bu okumayan milletimiz okurda bilinç­lenir ve Biraz milletine sahip çıkar, biliyorum bunlar derin ve Hassas konular, ama insan düşünmeden edemiyor... sizin Gibi insanların çoğalması dileğiyle. ... Allah basanlarınızın devamını arttırsın şimdi­ye kadar Arttırdığı gibi (...)
3 Haziran 2002
* * *
Sayın hocam, size haddim olmayarak bir teşekkürü borç bili­yorum. Kitaplarınızı beğenerek okudum. Kitaplarınızda Türkiye'nin korkunç bir şekilde yok oluşa doğru gittiğim ve bir zaman sonra tarih­ten silinebileceğini yazıyorsunuz. Bu konulan okurken tüylerim ürpe­riyor. Fakat, neler yapmam gerektiği hakkında bir fikrim de yok. Ama, şunu bilmelisiniz İd sizler gibi değerli büyüklerimizin bizleri yönlen­dirmesi gerektirmektedir. Biz bu ülke için kanımızı canımızı vermeyi bir borç bildik ve her türlü fedakarlığa da hazırız.
Hocam, neler yapmamız gerekmektedir ki ülkemizi bu hale getiren satılmışları bu ülkeden defedelim. Bizlere yol göstermenizi temenni ederim. Ayrıca, sizi siyasetin bir oluşumunda görmek beni çok mutlu eder.. Sağlıcakla kalın..
l Haziran 2002
* * *
Merhabalar...
Ben, şu anda İspanya'nın Mallorca adasında, bir "Türk" şir­ketinde çalışmakta olan, 27 yaşında bir "Türk" genciyim. ... 1998 yılı Haziran'ında .... üniversitesi sosyal bilimler meslek yüksekokulu işletmecilik bölümünden mezun oldum. ... Fakat, daha öncesinde, Adana'da, sahibesinin de İngiliz olduğu bir "kolej"den mezun oldum. "Hedef Türkiye" adlı kitabınızı bir solukta okudum. Fikirlerinize sonuna kadar katılıyorum ve birey olarak, elimden bu konuda ne geli-
339

yorsa yapmaya hazırım. Şimdilik elektronik posta adresini bildiğini tüm arkadaşlarımdan, kitabınızı mutlaka okumalarını ve eşlerine dost­larına tavsiye etmelerini rica ettim, (inandığım, az çok tanıdığım bir kaç köşe yazan da dahil olmak üzere) Fakat, daha fazlasını yapmak istiyorum ve bu konuda fikirlerinize ihtiyaç duyuyorum. Mevzu bahis konularda, sizin önderliğinizde, büyük ve emin adımlar atmanın za­manı geldi de geçiyor bile...
Unutmamalıyız ki, bir zincir en zayıf halkası kadar kuvvetli­dir... Öyleyse zincirin bu anlamda, bütün halkalarını güçlendirene ve tek bir zayıf halka dahi bırakmayana kadar mücadeleye devam...
Atalarımız çok büyük işler başarmış, bizler neden başarama-yalım?
Sevgim ve saygımla
* * *
Oktay Hocam tekrar merhaba,
Hala kitabınızı okuyorum, sizi kitabınızı okuyarak sevdim, kim bilir tanısam ne kadar seveceğim, ama dediğim gibi sizinle inşal­lah tanışacağım. Bu iletiyi okuduğunuzu umarak yazıyorum, içinde bulunduğumuz durumun ne kadar vahim olduğunu sayenizde gördüm. Gördüm görmesine de şimdi ne yapabiliri(m)iz onu düşünüyorum kara kara, ama bir yol gösteren olmalı, sizin gibi bu konuda yularca emek vermiş biri olmalı. Arak tek gayem bu kötü gidişatı engellemek için çalışmak İnsanların böyle gayeler için yaratıldığını düşünüyorum sayenizde. Sizi ne kadar geç tanıdığım için de hayıflanıyorum bir yandan. Görüşmek dileğiyle.
31 mayıs 2002
* * *
Saygıdeğer hocam,
Sizi elimizden geldiğince takip etmeye çalışıyorum. Medyada size ve sizin gibi düşünceleri olan aydın ve vatansever insanlara bi­linçli bir şekilde yer verilmemektedir. Ben de sizi kitap ve yayınları-uzdan takip etmeye çalışıyorum. Size bir önerim var. Kendi düşünce­lerinizi iletebileceğiniz ve size ulaşmak isteyenlerin ulaşabilmeleri için örütbağda bir site kurmanızdır. Bu sayede, bizler de sizin toplantı­larınızı,değindiğiniz konulan takip etme imkanı bulabiliriz.
340

Ben size Gölcük-Kocaeli den yazıyorum gelecek panellerini­zin, programına ulaşmayı arzu ediyorum. Gelecek günlerin Türk mille­ti, devleti ve bütünlüğünün daha güçlü olması dilekleriyle.
Sizler umudunu kaybetmiş biz Türk gençliğine, karanlıktan çıkmamızı sağlayacak bir umut ışığı oldunuz. En içten saygı ve sevgi­lerimle.
Gölcük-Kocaeli
29 mayıs 2002
* * *
Merhaba, nasılsınız hocam? '
Sizinle ilgili ve ya sizin yazdığınız yayınların tümünü oku­maya çalışıyorum. Gerçekten Türkçe eğitim üzerine çabalarınız çok etkileyici. Hocam, ancak bir noktayı es geçiyorsunuz gibime geliyor (belki de ben öyle zannediyorum). Bir milletin kültürü, dili dini ve tarihi ile var olduğunu söylüyorsunuz. Bir milletin dilini yazılı ortama dökecek alfabesinin de çok önemli olduğunu da biliyoruz. Ancak, bizim yüz yıllık tarihimize baktığımız zaman tarihimizi öğrenmeye, dilimi?!, dinimizi öğrenmeye engel olacak bir değişiklikle karşılaşmıyor muyuz? Alfabemizin değişikliği, bir ara Osmanlıca (siz bunu uyduruk bir kelime olduğunu, bunun yerine tabii ki Türkçe diye­bileceğimizi söylüyorsunuz) el yazısını öğrenmeye çalıştım. Eski alfabesini okuyabiliyorum. Gerçekten de bu alfabeden farklı ve zor. Yani, bu alfabe kendi kültürümüz içerisinde oluşmuş bir alfabe. Ne­den bizim kendi milletimizin ürettiği bir alfabeyi kullanmak varken, Latin alfabesini tercih ettik, (sizin cevabınızın, diğerleri gibi kaçamak bir cevap olmayacağını düşünüyorum, yani işte "o şartlar bunu gerek­tirdi" gibisinden, zaten böyle bir cevap sizin şu andaki mücadelenize karşı da başkaları tarafından verilebilecek kolay bir itiraz olabilir.) Yani, demek istediğim sizin bu elli senedir olduğunu bahsettiğiniz, bizi kendine yabancılaştırma hareketleri daha öncesine dayanmıyor mu? Belki de siz de bunun farkındasınız. "geçmiş geçmişte kaldı" deyip "şu an bizim için önemli" diyebilirsiniz. Ama, bu söz ancak bir siyasi kişiliğin ağzından çıkabilir. Hocam, gerçekten çok takdir edile­cek faaliyetlerde bulunuyorsunuz. Yanlış Anlamayın beni, çok yakın bir Öğrenciniz, dostunuz olarak görmenizi isteyerek şu soruyu sormak istiyorum: Bu faaliyetleriniz ve konuşmalarınız karşısında, bu "acente
341

kafalı" işbirlikçilerden fiili bir tepki, baskı alma korkunuz, ve ya daha da ileri canınızdan olmak bir çekinceye giriyor musunuz? Bu sorunun samimi cevabı, böyle bir ortamda peşinden gidilecek bir şahıs (lider) arayan benim gibiler için önemli olacaktır.
Selametle 28 mayıs 2002
* * *
Oktay Hocam merhaba,
Size daha önce de yazdım, yazmaya devam edeceğim. Kitap­larınız, daha önce de genel olarak bildiğim ancak, çok da farkında olmadığını bu vahim durumu adeta gözüm içine soktu ve bakış açımı değiştirdi. Şimdi bu durum için neler yapabilirim sorusu beni o kadar meşgul ediyor ki, adeta acı çekiyorum ve mutlaka bir şeyler yapmalı-yun diye düşünüyorum ama bu sefer, 'ne' ve 'nasıl yapmalıyım' soru­suna takılıyorum. Hocam, sizi övmek için söylemiyorum ama sizin gibi bir insanı bir daha ki sefere yıllarca bekleyebilir bu ülke, Oktay Sinanoğlu fırsatını kaçırmamalıyız ve acilen bir şeyler yapmalıyız, işte bu noktada size ihtiyacımız var, bana ve benim gibilere yol gösterme­niz gerek. Bir şekilde sizden cevap bekliyorum, beni duyduğunuza
inanmak istiyorum.
Hoşçakalın,
26 mayıs 2002
* * *
Çok değerli Hocam,
Kanal 7, Ulusal Kanal ve Mesaj TV deki konuşmalarınızı iz­leyip, "Türk Aynştaynı" ve "Hedef Türkiye" adlı kitaplarınızı oku­dum. Gerçekten, fazlasıyla etkilenmiş bulunmaktayım ve sizin gibi çok değerli' bir bilim adamımızdan daha önceleri habersiz olmamdan dolayı büyük üzüntü içerisindeyim.
Değerli hocam söylemek istediğim çok şeyler var fakat mü­saade ederseniz ilk önce kendimi tanıtayım. İstanbul evrenkenti tarih mezunuyum, ingiltere'de uluslararası ilişkilerde yüksek lisans yaptım Halen .... Evrenkenti Avrupa topluluğu enstitüsünde, Kıbrıs sorunu ve Türkiye-Avrupa birliği ilişkileri konusunda doktora tezimi bitirmek üzereyim, (bu konudaki görüşlerinizi merak ediyorum) Balıkesir doğumluyum. 2 yıl Sakarya üniversitesinde araştırma görevlisi olarak
342

görev yaptıktan sonra kitaplarınızda anlattığınız malum sebeplerden dolayı ayrılmak zorunda bırakıldım. Ayrılmadan önce YÖK stratejik araştırma ve etüdler milli komitesi adına tez konumla ilgili bir proje­yi hazırlıyordum. Fakat sizinde belirttiğiniz gibi nerdeyse araştırma yaptığım için, üstelik YÖK'ün isteğiyle yaptığım halde, adeta ceza­landırıldım ve istifaya zorlandım.
Üstelik çalışmam oldukça başardı olmasına rağmen (11 eylül sonrası gelişmeleri gören yerler var ayrıca sizin görüşlerinizle paralel­lik içinde) daha sonra birazda benim gecikmem bahane edilerek an­laşmam feshedildi fakat İngilizcisinin gönderilmesinde ısrar edildi.
Hocam Evrenkentler hakkındaki yorumlarınızın hepsini maa­lesef, Evrenkentte iken yaşadım. Sakarya Evrenkenti YÖK tarafından pilot uygulama olarak seçilmiş, uluslararası ilişkiler bölümünde İngi­lizce dersler var ancak çocuklar Tarzan ingilizce'sinden başka bir şey bilmediği için dersleri anlayamıyorlar.
Hocam, sizle paylaşmak istediğim çok şey olduğundan dolayı daldan dala atlarsam kusura bakmayın. Hocam kitaplarınız bir harika. Üslup ve içerik bakımından enfes. Sabahlara kadar okunacak bir sü-rükleyiciliğe sahip. Keşke daha önce okuyucularla buluşsaydı diye içimden geçirdim fakat siz tanımlamayı daha uygun bulmuş olabilir­siniz. Yinede tam zamanında çok kritik bir ortamda bulunduğumuz bir zamanda yayınlamanız, çok isabetli olmuş. Kadıköy'deki kitapçıları gördünüz mü kitaplarınız başköşelerde ve yok satıyor.
Hocam, çok sık olmasa da aralıklı olarak kitaplarınızın de­vamının gelmesinde bence büyük fayda var. Mevcut kitapların depre­mi en az 6 ay-1 yıl sürebilir. Hocam bir de kitaplarınız sayesinde sizin edebi yönünüzün de, bilim yönünüzden hiç aşağı olmadığı anlaşılmış­tır. Tabii ki hala devam ettiğiniz bilimsel çalışmalarınız vardır, lütfen onlara devam edin ve eğer çok önemli bir sonuç bulursanız onu dün­yayla, bence, paylaşmayın Türkiye'nin geleceği için saklayın. Fakat, bence roman gibi ve ya yine kısa hayat hikayelerinizden oluşan kitap­lar yazabilirseniz çok büyük bir okuyucu kitlesinin sizi beklediğinden emin olabilirsiniz. Çocukluğunuzda yarım bıraktığınız edebiyat yönü­nüz bence yeniden keşfedilmeyi bekliyor. Çünkü hocam, biz sosyal bilimciler sizin bilimsel araştırmalarınız ne kadar önemli de olsa fen
343

bilimlerinden çok anlamadığımız için sizin diğer sosyal ve edebi ça­lışmalarınıza doğal olarak daha çok ilgi gösteriyoruz.
Bununla birlikte hocam, bilimsel çalışmalarınızı o kadar akıcı bir şekilde anlatmışsınız ki daha önce biç ilgilenmediğim fizik, kimya çalışmalarınızı bile büyük dikkatle okudum ve içimde büyük bir araş. tırma heyecanı duydum.
Çok değerli hocam, Türkçe eğitim konusu ile gerçekten ola­yın bam teline basmış oluyorsunuz ve hala daha ülkenin ne hale geldi­ğini görmeyenler gaflet içinde değillerse hıyanet içindedirler. Ben şahsınızda bu kadar yıl ABD'de yaşadıktan sonra hala devşirilemeyen ve muazzam bir yurtseverlik örneği teşkil eden sizden başka bir aydın tanımadım Kitaplarının okurken çoğu zaman ağlamamak için kendi­mi zor tuttum, kimi yamanda gülmekten alamadım, örneğin aklıma gelenler arasında "Afganistan roleksi", ABD'li yazarın size Türkiye için; "ora nere oluyor? " diye karşılık vermesi gibi. Ayrıca, tarih bilgi­nize bk tarih mezunu olarak hayran oldum. Dünyadaki Türk varlığını, Japonlarla ortak yönlerimizi gözler önüne seriyorsunuz. Burhanilik konusunu ilk defa sizden duyuyorum, tarihçilerimiz uyuyor herhalde.
Hocam çok uzattım, daha fazla başınızı ağrıtmak istemiyorum, birkaç konuyu belirttikten sonra satırlarıma son vermek istiyorum. Hocam, bu Türk-Müslüman ve maneviyat konularına gir­meniz çok iyi olmuş. Maalesef ülkemizdeki durum sizinde belirttiği­niz gibi bir felaket Bilimcisi dini hor görüyor, dincisi bilim nedir tanımıyor. Maneviyata inanan biri olarak sizinle aynı duygulan pay­laşmak beni çok sevindirdi Zaten, kitaplarınızdaki düşüncelerinize tamamen katılmakla birlikte bizlerin hissiyatı ancak bu kadar güzel dile getirilebilirdi. İlk defa sizin sayenizde millet sağ-sol Sünni ayrı­lıklarının ne kadar sahte olduğunu görmüş oldu.
Hocam, doktoramı 3 ay içinde bitirip bir evrenkente öğretim görevlisi olmak istiyorum fakat, Türkçe eğitim yapan bir vakıf evrenkenti bulamadım. Bir tek Maltepe evrenkentinde var fakat, orada da uluslararası ilişkiler bölümünde henüz öğrenci alınmıyormuş her­halde Türkçe olduğu içindir. Çaresiz kaldım.
Hocam, bu Türkçe eğitim konusu çok birleştirici olacaktır. Bu konuda bastırmanızda büyük yarar var. Bendeniz her türlü çalış-
344

manızda yardımcı olmak için gönüllü olarak talibim. En büyük arzum
sizinle tanışmak görüşmek fikirlerinizi daha yakından öğrenmek.
Zatı -alinizle nasıl tanışabiliriz. Yakında katılacağınız bir toplantı varsa
bildirebilirseniz çok mutlu olacağım. Hocam, ülkemize yapmış oldu-
ğunuz hizmetlerden dolayı size ne kadar teşekkür etsek azdır. Tekrar
bu uzun yazı için özür diliyorum kendimi tutamadım. Çok meşgul
olduğunuzu biliyorum, okumaya fırsat bulup ta cevaplayabilirseniz
çok mutlu olacağım.
Çok değerli hocam, cevabınızı sabırsızlıkla bekliyorum. En derin saygılarımla.
14 şubat 2002
* * *
" Sevmiyor bilginler sizin Türkçe dilini Erenlerden işitsen açar Gönül ilini
Ayet-hadis anlamı Türkçe Olsa duyarlar Anlamını erenler başı eyip Uyarlar". Ahmet Yesevi
iyi günler sayın Oktay Sinanoğlu hocam (inşallah sizin o de­ğerli vakitlerinizi çalmıyoruzdur.)
Hocam, ben ........ lise 2 öğrencisiyim (sizin kızdığınız bir
okulda okumaktayım.) Ben sizi 6-7 yıldan beri takip etmekteyim, birinde TVye çıkmıştınız ve babam sizin için bu adam çok değerli bir insan, ABD evrenkentlerinde hoca, çok değerli buluşları var ama Türkiye değerini bilmiyor demişti 7 yıl önce. daha sonra sizin çeşitli bana okutmuştu ve bu sayede yüreğime büyük Türklük
sevdasının ilk tılsımlan düştü . (hep sizin sayenizde hocam.)
Hocam, siz uyuyan Türkiye'yi uyandırdınız, en önemlisi de biz gençleri. (...) Hergün önümüze çıkan engelleri sizin sayeniz de asıyoruz, ülke meselelerinde de sizin bizlere öğrettiğiniz bilgilerle daha ilerisini görebilmekteyiz. Çok sağolun....
345

Hocam, sizin adınızı, çevremle konuşup tartışırken abartısız 10 defe dile getiriyorum ve rüyalarımı süslüyorsunuz. Hocam, siz bende bitmekte olan idealizmi tekrar dirilttiniz, artık kendim için de­ğil, ülkem için, vatanım için, Türklük için ve en önemlisi insanlık için çalışıyorum..
Hocam, sizin değerli vakitlerinizi çaldığım için özür dilerim ama, yazacaklarım bitmedi eğer siz izin verirseniz geleceğim, gelece­ğimiz ile ilgili sorular sorup ingilizce İle olan ilişkilerimi (bu konuda bayağı muzdaribim.) Bizleri uyandırdığınız için çok sağolun, kısmet olursa sizin elinizi öpmek istiyorum.
Bir gün biz de at oynatacağız bu ovalarda. Bir gün bizim de sözümüz geçecek bu budunda. İşte o zaman Atamın ecdadımın hakkı helal olacak. Bizler insanların duygularını, düşüncelerini, emeklerini ... Sömürmedik sömürmeyeceğiz. Bizler çağlayanlara sevgi boşaltaca­ğız. İnsanlara hoşgörünün gülünü uzatacağız. Hep kol kola olacağız, çünkü biz, "Severiz insanı yaratandan ötürü....."
Denizli'den hürmetler, Allah'a emanet olun sayın Oktay
Sinanoğlu Hocam......
25 mayıs 2002
* * *
Oktay hocam,
Türkiye'de uyandırmak istediğiniz direnişin arkasındayız. Si­ze destek veriyoruz. Biz de kendimize düşen görevi arkadaşlarımız arasında gerek konuşarak, gerek onları sizin kitaplarınıza yönlendire­rek yapmaktayız. Fakat, burada da bilinçsiz, özentilerinin kölesi olmuş bir gençlik yetişmekte. Uludağ Evrenkentinde bir konferans verdiğini­zi duydum ve bunun İsparta'da da etkili olabileceğini düşünüyorum. Süleyman Demirci Evrenkenti öğrencileri olarak İsparta'da sizi konfe-rans vermeniz için bekliyoruz. Hocam, bunun için ne gerekli ise yap-maya hazırız. Türkçe'nin konuşulabilecek en güzel dillerden biri ol­duğunu insanların artık anlaması gerek.
Makine müh. böl. öğrencisi, 25 mayıs 2002
* * *
346

Sayın Hocam, biz Erzincan meslek yüksek okulunda okuyan üç arkadaşız. Kitabınızı, hedef Türkiye'yi okuduk ve çok etkilendik. Sizin başlattığınız bu direnişte bizimde bir katkımız olsun istedik ve kaldığımız yurtta bu konularla ilgili makaleler yazmaya başladık.
Hederimiz daha geniş çaplı bir çalışma ile bulunduğumuz il­deki üniversitelerde risaleler yazıp dağıtmak ve gençliği bilgilendir­mektir. Sayın hocam, biz bu konuda ileride birde kitap yazmayı düşü­nüyoruz ve çalışmalara başladık. Sayın hocam sizin ateşle­miş olduğunuz bu güzelim fikir akımını (Haklı davayı) bizde bir nefer olarak bu ateşi nefesimiz yettiği kadar yaymaya çalışacağız. Bastırıp dağıtacağımız risalenin metni aşağıdadır. Gerekli gördüğünüz ekleme­leri veya lüzumsuz bulduğunuz yerleri bize bildirmenizi ve önerileri­nizi bekliyoruz ve size teşekkürü bir borç biliyoruz.
Saygılarımızla 25 mayıs 2002 * * *
Sayın Oktay Sinanoğlu,
Merhaba. Ben........ Afyon Kocatepe üniversitesi ...'da öğre­
nim görmekteyim. Sizi ilk olarak, kanal 7'de bir tartışma programında
gördüm ve televizyon kanallarında birçok profesör gövde gösterisi
yaparken sizin gibi adını dünyada duyurmuş bir profesör, bunu yap­
madığı için şaşırdım. Sizi bu tutumunuzdan ötürü tebrik ederim. Bun­
dan tam iki hafta önce, cuma günü Afyon'da Çek Cumhuriyeti'nden
iki turistle tanıştım. İkisi de erkek. Biri 29 öbürü 26 yaşında. Ben de
20 yaşındayım. Baya iyi arkadaş oldum. Çok iyi ingilizce konuşuyor­
lar. Neyse, ben turizm bölümünde okuyorum deyince başladılar be­
nimle Türkiye hakkında sohbete...
Bana sordular "Siz Müslümansınız, Avrupa Birliği Hıristi­yan. Sence Türkiye Avrupa birliğine alınabilir mi? Sence Türkiye Avrupa'da mı? " Ben de "Bunlar Amerika ve Avrupa'nın Türkiye üzerindeki siyasi hileleri. Amerika diyorum, AB'yle ilgisi yok ama, dünyanın merkezi. Avrupalılar bize kural koyuyorlar. Uyguluyoruz fakat yine de zorluk çıkarıyorlar. Türkiye coğrafi olarak kısmen Avru­pa'da ama gelenekleri gereği kültürel olarak değil" dedim.
Sonra bana, Osmanlıdan bahsettiler. "1. Bayezıt: İstanbul'u işgal etti, alamadı Fatih: İstanbul'u aldı, büyük komutan. Muhteşem
347

Süleyman (Kanuni): büyük devlet adamı. M.K. Atatürk desen ona keza" dediler. Dediklerinin hepsi doğru sadece padişah isimlerini İngilizce söylüyorlar. Bunların dışında Fenerbahçe ve Galatasaray'ı biliyorlar. Bugünkü siyasetçilerdense hiç birini bilmiyorlar. Bizdeki entelektüel, aydın geçinen bazı profesörlerimiz tarihimizi aşağılarken, Çek Cumhuriyetinden iki vatandaş öve öve bitiremiyor. Bu olay bir turizmci olarak bana çok dokundu. 1940'dan bu yana kendimizi dün­yaya hiç tanılamadığımızın göstergesi. En basitinden, bizim dünya starı diye yere göğe sığdıramadığımız Tarkan'ı bile bilmiyorlar.
Bu olay, Türk genci olarak bana çok dokunduğundan sizinle paylaşmak istedim. Bu arada bunları söylerken "Türk Aynştaynı" adlı kitabınızdan etkilendiğimi belirtmeliyim. Şuan kitabınızı etrafımdaki arkadaşlarıma da tavsiye ediyorum. Böyle bir kitap hazırlayıp dene­yimlerinizi biz gençlerle paylaştığınız için size teşekkür ederim.
Saygılarımla
17 mayıs 2002
* * *
Sayın Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu,
Sizi ve yaptığınız çalışmaları anlatan "Türk Aynştaynı" isimli röportaj kitabı okudum ve inanın çok etkiledim. Gerek kimya gerek
matematik ve gerekse fizik alanındaki çalışmalarınızdan dolayı SİZİ
kutlarım. Bu yapıtta yaptığınız çalışmaları hiçbir zaman unvan ve ya para kazanmak maksadıyla yapmadığınızı söylemişsiniz. Buna rağ­men, dünyada 300 yıllık bir ilki (özellikle Amerika'da) gerçekleştirdi­niz. Dünyanın en genç profesörü oldunuz. Kurduğunuz teorilerle bili­min her alanına (matematik, fizik, kimya, fizikokimya, biyokimya, moleküler biyoloji ve sayamadıklarım) ışık tuttunuz. Okuduğumdan kadarıyla t Türkiye'nin bilimde dünyanın önde gelen ülkele-
rinden olması için çok çaba harcamışsınız. Özellikle de Türkiye'de eğitimin Türkçe olması için bazı kişiler (burada isimlerini sayamıyorum), tarafından engellense de, siz elinizden gelenin daha fazlasını yapmaya çalışmışmışsınız. Bu kitabı okuyuncaya kadar okul­larda ingilizce eğitim verilmesi hoşuma gidiyordu. Arak ben de sizin gibi düşünüyorum ve sizi destekliyorum. Bazen kendi kendime "ne­den bu kitabı daha önce okumadım? " diye kızıyorum. Arkadaşlara da kitabı tavsiye ediyorum. Hatta bir arkadaşıma verdim o da okuyor.
348

Sizi bütün yönlerinizle tanımak daha ayrıntılı bilgi sahibi olmak istiyorum. Bana sizi anlatan başka yapıtlar varsa isimlerini gönderebilirseniz inanın çok sevineceğim. Ben ...'da oturuyorum. ... Üniversitesi'nde öğrenciyim. Sizinle tanışıp yüz yüze konuşmayı çok istiyorum. Biliyorum sizin gibi değerli bir bilim adamının bana ayıra­cak vakti yoktur ama yine de söylemek istedim. Size, bundan sonraki hayatınızda basanlar diliyorum, mesajınızı (ileti) bekliyorum... Türki­ye'nin, genç Türk bilim adamı adaylarının ve bilim dünyasının çok ihtiyacı var.
16 mayıs 2002
* * *
Sayın Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu,
Çok değerli hocam piyasada bulunan, sizin hakkınızda ya-
almış olan iki kitabı, tesadüfen görüp okuduktan sonra size ulaşıp
teşekkür etme isteğimin sonucunda bu e-mail adresine ulaşabildim.
(Yıldız' dan bakkalınıza ulaştım. Bakkalınız e-mail adresinizi verirken
çok cömert davrandı, o arada da güzel anın ne olduğunu da öğrendim)
İstanbul' da radyoloji uzmanı olarak çalışan 39 yaşında bir hekimim.
İzmir Atatürk lisesini bitirdim. Devlet okulu idi ancak, zehir gibi fen
dersleri vardı, sürekli başa oynayan bir liseydik. Tek sakıncası erkek
lisesi olmasıydı sanırım. Okullarımı hep iyi dereceyle bitirmiştim. Bir
oğlum var, eşim de.......... fakültesi'nde........... bölümünde asistan. Ben­
deniz, ...... hastanesinde çalışıyorum. Burası bir.......... hastanesi ve ben
buraya yeni tayin oldum. KPDS diye bir sınava girmem gerekli oldu­ğu için Ankara' ya gitmiştim. Sınav çıkışı başarısızlığın getirdiği bü­yük bir düş kırıklığı içindeydim. Ben, orta derece İngilizce ve Fransız­ca biliyorum. Paris'te 1,5 yıl kalmıştım. Hatta, orada belediyenin açmış olduğu ücretsiz dil kursunun orta (moyen) bölümünü bitirdim. İngilizcem ise daha iyidir. Gayet rahat mesleğimle ilgili kitapları söz-lüksüz okurum. Yayınlan takip edebilirim. Ancak bu KPDS iktisat mimarlık hukuk tip vs bilumum daldan yapılıyor. Sonuçta moral bo­zukluğu ile İstanbul'a dönecektim ki, sizin iki kitabınızı sokakta yere tezgah kuran insanlardan satın aldım, otobüse bindim ve istanbul'a gelene kadar birini bitirdim diğerini de ertesi gün.
349

Sevgili hocam, hep içimde bir şeylerin eksik olduğunu düşü­nürdüm. Sizin net görüşleriniz ile hayatımın bir anda kapalı olan bö­lümleri ışıl ışıl olda 5,5 yaşındaki oğluma, 3,5 yaşında bir org almış­tım bir de müziği sevdirsin diye, bir konservatuar eğitimi almış bir öğlenciden küçük bir harçlık karşılığı ders aldırıyordum bizim oğlanın kulağı falan yoktur ama zeki kerata herhalde notaları söktü. Piyano alın artık diyorlardı, ama ben hep kulak arkası ediyordum. Ama sizin kitabınızdan sonra gidip alabileceğimin en iyisini aldım eve getirdim. Daha profesyonel bir hoca' ya göndermeye başladım, şimdi oğlan bana Bach'ın menüet'ni piyanodan dinletiyor. Keyfim arttı sayenizde. Bakarsınız zengin olurda bana bir yat dahi alır (ha ha ha.)
Oğlanı hep bir özel okula veriyim diyordum ama, nasıl mali yükün altından kalkarız diye karalar bağlamıştım. Şimdi arak, devlet okuluna gidecek doğal olarak Yazın da dil kursuna eğer isterse gide­bilir tabii ki. Ya da babası gibi kendi olanaklarıyla Paris'e gidip biraz tişört dikmesini öğrenir dünyanın kaç bucak olduğunu görür ve geri gelir. Sevgili hocam size en içten sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Derin bilge kişiliğinizi bugüne kadar ıska geçmiş olmam 39 seneme büyük haksızlık oldu. Hayata bakıp tarzımı topyekün değiştirmeme yol açmış olmanız beni çok etkiledi. Bugüne kadar etkilenerek parça parça değiştiğimin farkındaydım ancak tam olarak bu boyutta hiçbir zaman olmamıştı. Sevgili hocam; vaktiniz müsait olur mu bilmiyorum
ama bir gün sizi......... uzmanlarının ulusal kongresinde görmek isteriz.
Kürsüde sesinizi duymak bize şeref verecektir. Ayrıca sizi sadece
......... ların gördüğü............. 'in çıkardığı bir dergide tanıtmak isterim.
Sanırım USA'dasınız bunu pratik olarak internetten pekala yapabiliriz, size e-mail ile sorular göndersem yanıtlarınızı esirgemezsiniz umanın. Bu arada Allah selamet versin büyük kaptan Bu da nerden çıktı de­meyin, efendim bende ehliyetli amatör bir yat kaptanıyım ama teorikte tabii ki. Hiçbir sefer yelkenlide bulunamadım. Ama yalnızca rüzgarın sesini duyabileceğim yan yatmış orsalayacağım günleri görür müyüm Allah'a kaldı, ya nasip, istanbul' a geldiğinizde sizinle tanışmayı çok isterim, oğluma sizi mutlaka tanıştırmalıyım. Hatta bir gün sizi esiniz ile birlikte evimde eşim, oğlum ile birlikte yemekte görmek ne hoş olurdu. Umarım başınızı şişirmedim. Ellerinizden öpüyor size en derin saygılarımı sunuyorum değerli hocam.
350

Geliştirmekte olduğum (web adresi) adresinden editörden ba­na her zaman ulaşabilirsiniz.
15 mayıs 2002
* * *
Sayın Sinanoğlu,
Ben sizi TV programlarından takip ediyorum ve kitaplarınızı okuyorum "Bye Bye Türkçe" ve "Hedef Türkiye" isimli kitaplarınızı okudum çok etkilendim ve birçok düşüncem değişti ve sonradan sizi taptıktan sonra farkettim ki hakikaten Türkçe yok ediliyor ben İngi­lizce kursuna gidiyorum ve orada bazı şeyler dikkatimi çekti bir arka­daşım iş müracaatı için ev. (özgeçmiş) yollamak istemiş ve ingilizce istemişler bunu hocamıza söyleyince o da şaşırdı bu arada hocamız ingiliz dün de diller hakkında konuşuyoruz ülkemizdeki dil eğitim sistemi hakkında konuştuk adam bize fiilini? önemli bunu unsursanız yakında yok olursunuz diye uyanda bulundu bazı arkadaşlarımızsa halen bunun kötülüğünün arkında değiller ve salakça sanki modern olduklarını düşünerek konuşuyorlar bu da beni üzüyor tabii ki ama, umarım yalan zamanda herşey düzelir. Allah'tan size daha uzun ve sağlıklı ömürler vermesini temenni ederim çünkü, bu konu için siz bizim için önemlisiniz. Sonra tekrar görüşmek ümidiyle.
Allah'a emanet olun. 10 mayıs 2002
* * *
Oktay Bey,
"Hedef Türkiye" kitabını yazdığınız için çok teşekkür ede­rim, bir nevi benim gibi insanların bir sözcüsü konumundasınız. İs­mim ..... 1961 yılı Bulgaristan doğumluyum. 1989 senesinden beri Türkiye'de yaşamaktayım ve Türkiye vatandaşıyım Kitabınızdaki yazmış olduğunuz zorluklara eğitimim boyunca Bulgaristan'da yaşa­dım. Bir çok yetenekli arkadaşım konuları anlamada zorluk çektikleri için okumadan dahi nefret etmişlerdi.
Müsaadenizle diğer bir konuyu sizlerle paylaşmak isterim, Türk insanı genelde başka bir ulusun yönetiminde kalmamıştır ve ne olduğunu da bilmez. Bizim gibi Osmanlı devleti dağıldıktan sonra
351

diğer devletlerin topraklarında yaşamak zorunda kalan Türk­ler esaretin ne anlama geldiğini çok iyi bilirler ve hiç bir zaman, böyle durumlara düşmemek için var gücüyle çalışırlar. Bu doğrultuda, kita­bınız yol göstericidir. Saygılarımı sunar çalışmalarınızda nice basanlar dilerim,
2 mayıs 2002
+ * *
Sayın Oktay Sinanoğlu,
Hedef Türkiye adlı Kitabınızı okurken her sayfasını ve keli­mesini adeta içerek okuyorum, içerek diyorum, çünkü; susuzluğumu­zu giderecek kadar dolu dolu bir anlatım ve cümleleriniz var. Adeta her sayfasında ağlıyorum. Ne yazık ki, Türkiye'nin ne kadar oyunlara kurban gittiğini ve halen de devam ettiğini okudukça titriyorum. Bu kitabı herkesin okuması tek tesellim olacaktır. Ne olur daha daha daha (...) yazın ve görsel yayınlarla bu bilinci insanlarımıza taşıyın lütfen.
Yıllardır düşündüklerimizi siz, bir çırpıda anlatıvermişsiniz, adeta bir imza gibi. Ben ve eşim, bu kitabın okunması için kendi ça­pımızda elimizden geldiğince bir şeyler yapacağız. Çok kişinin oku­masını sağlayacağız, çünkü; bu kitap bir hazine. Herkesin bu hazineyi bulması lazım. Çok çok teşekkürler.
Selam ve saygılarımızla.
l Mayıs 2002 j
*** . l
Saygıdeğer Oktay Sinanoğlu Hocam,
Sizin çalışmalarınız sayesinde, insanımız artık bilime ulaş­mak için dil öğrenmek zorunda olmadığını anlamış durumda. Biz de, uzun süredir teknolojiye ulaşmak için İngilizce bilmenin şart olmadı­ğını insanlara anlatmaya çalışıyoruz. Öncelikle; (...) adresinde bir kampanya başlatarak (...) gibi sitelerde Türkçe dil desteği talep ettik. Siteyi 15.000 kişi ziyaret etti, binlerce kişi ziyaretçi defterine not bı­raka. Ama şirketlerden gelen cevaplar şöyle idi; (...) yakında düşünü­yoruz. (:...), henüz düşünmüyoruz. Planlanınız arasında yok.
Bununla birlikte bir de encarta sitelerinde Türkiye'yi aşağıla­yıcı bilgiler yer almasını protesto ettik ve bu konuda basan sağladık, gerekli düzeltmeleri yapmak zorunda kaldı. Şimdi ise, mevcut sistem-
352

ierin Türkçe'sini geliştiriyoruz. (....) adreslerinde ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Sizden cevap gelmesi halinde, daha ayrıntılı bilgiler göndereceğiz.
Saygı ve teşekkürlerimizle
* * +
öncelikle size hocam demek istiyorum, çünkü ben de İstan­bul Evrenkentinde öğrenciyim. Gerçi, bunu söylemeye bile artık utanır oldum. Okulun eğitimi, öğrencilerin düşünceleri ve faaliyetleri çok kötü, hatta berbat denecek seviyede.
Sorunlara geçmeden önce, size ve sizin gibi ülkesi için çalı­
şanlara teşekkür etmek istiyorum. Sizin ilk olarak Türk Aynştaynı adlı
kitabınızı okudum ve şu anda "Bye-Bye Türkçe" adlı kitabınızı oku­
maktayım. Ülkemiz için ve biz gençler için gerçekten büyük hizmet­
ler.... '
Kitaplarınızda yazdığınız İngilizce eğitim konusunda, ben de kendimi örnek vermek istiyorum. Okulu kazandığım sene puanım yüksek olduğu için ingilizce eğitim hakkı kazandım, l sene okula sadece İngilizce öğrenmek için gittim - geldim ve sonunda arkadaşlar­la elde ettiğimiz bilgi "sıfır" yani hiçbir şey. Daha sonra kendim aynı zamanda da çalıştığım için iş piyasasında kendimi biraz zorlayarak gayet güzel İngilizce öğrendim. Çok istediğimden değil mecbur kaldı­ğımdan. Yani İngilizce'yi öğrenmek için öyle l yıl hazırlık sınıfına Man gerek yok, gerçekten öğrenmek isteyen en fazla 2 ay içinde İngi­lizce'yi çok rahat öğrenebilir.
Şu anda okulumuzda eğitim gerçekten çok sıkıcı, ama bizdeki durum başka okullara göre yine iyi sayılır. Hocalarımızdan bazıları derslere girmek yerine, iş piyasasından gelen işadamlarına ders vere­rek para kazanıyorlar ve bizler öğrenmemiz gerekenleri yeterince öğrenemiyoruz. Artık Türkiye'de herşey para olmuş, karakterli insan bulmak gerçekten çok zor.
Herşeyden önce Atatürk'ün ülkeyi emanet ettiği gençlere ya­ni bizlere bakıyorum ve gerçekten çok boş bir durumdayız. Düşünen insan nerdeyse hiç kalmamış. Arkadaşların tek bildikleri okey oyna­mak ve futbol maçı yapmak. Düşündüğünü sananlarda birilerinin kalıp düşüncelerini almış boş davul gibi aynı şeyleri söylüyorlar. Yani bun­ları görünce insanın gelecekten de umudu kalmıyor.
353

Kitaplarınızı okumaya başladığımda' düşüncelerinizin tıpkı benim düşüncelerim gibi olduğunu gördüm. Sizde kendimden bir şeyler bulmuştum. Kitaplarınızı birçok arkadaşıma tavsiye ediyorum. Tabii bu arada sizinde tanıtımını/ı yapıyorum. Çünkü sizin ve sizin gibi insanların tanınması ve bilgilerinden faydalanılması gerekir. Her ne kadar bazılar ihtiyaç duymasa da bizlerin ihtiyacı var.
Birçok konuda sizi kendime örnek almaktayım. Ülkem için ben de sizin gibi çalışmak ve ülkemizin şu işgal günlerinde ülkemizin kurtulması için her şeyi yapmaya hazır olduğumu belirtmek istiyorum. Atalarımız bu ülke için her türlü fedakarlığı çekmiş ve bu ülkeyi bizle­re bırakmışlarsa bizlerde aynı fedakarlığı gösterip ülkemizi kurtaraca­ğız. Bizim gibi ülkeler için mücadeleler ve kurtuluşlar her zaman olacaktır. Bizde her zaman bu mücadeleden zaferle çıkacağız. Çünkü bu millet her zaman kendini kurtaracak ülkesini seven kişileri kendi içinden çıkarmıştır. Bize düşen görev kurtarıcı beklemek yerine ken­dimiz kurtarıcı olmak için çalışmalıyız.
Bu güzel ülkemiz ve insanları her türlü iyiliği ve güzelliği sizde her türlü saygıyı hak etmektesiniz. Yaptığınız çalışmalarda yal­nız değilsiniz, manevi olarak sizin yanınızdayız. Eğer maddi olarak ta yapabileceğim bir şeyler varsa benden rahatlıkla isteyebilirsiniz.
(örütbağ sayfa tasannu yapmaktayım. Yazılarınızı ya­da düşüncelerinizi örütbağda yayınlamak isterseniz size yardıma olabilirim)
Saygılarımla Hocam.
* * *
Sayın Hocam,
Bu mektubu sizinle sımsıkı bir gönül bağı kurmuş onlarca va­tansever genç adına yakmaktayım Dikkate alıp okumak lutfunda bulunursanız bizi şereflendirmiş olacaksınız. Bizler "ülkenin umudu" diye nitelenen, giriş sınavlarında ODTÜ'ye en yüksek puanlarla kabul edilen ODTÜ elektrik-elektronik bölümü öğrencileriyiz. Nice parlak hayaller, ne büyük umutlarla oturmuştuk bu sıralara. Tam an ilerledi, 4 sene sonunda mezun olma yolundayız artık. Velilerimizin halisane duyguları, "ülkeye hayırlı olursun inşallah" dualarıyla girmiştik ilk dersimize. Ne yazık ki zaman bize hiç bir şeyin aslında olması gerek-
354

. tiği gibi olmadığını acı bir şekilde gösterdi. Size yazdığım bu mektup, yüzlerce zavallı gencin bir varolma-yok olma savaşı verişinin sessiz çığlığıdır.
4 sene ingilizce vaazlar dinledik, pazar ayini gibi., özbeöz Türk ağızlar, özbeöz Türk kulakları tırmaladı durdu. Kendi vatandaşı­na kendi dilinden farklı bir dilde eğilim vermenin çarpıklığı, vurdum­duymazlığın ve bilinçsizliğin çarkında ufalandı; savunma refleksleri­miz alıştıra alıştıra eritildi. Fakültemizin dekanı yıldırım beyin bir zamanlar bana itiraf ettiği gibi "îngilizcecilik oynandı" yıllarca. Belki de hepsinden daha da fenası şu: kendi bilim ve teknoloji dimiden utanan bir nesil yetiştiriliyor. Mahalle ağzı Amerikanca terimlerden oluşan rezil bir terminoloji "mühendislik irfanı"mıza musallat olmuş durumda.. Sadece terminoloji mi? Anamızın ak sütü Türkçe'mize İngilizce ile gayrı meşru bir evlilik yaptırıldı! 'Tarzan language" böy­le doğdu. Netice itibariyle yuların birikimi, hocalarımız arasında en parlak beyinleri bile ne Türkçe'yi ne de mahalle tarzı Amerikanca'yı doğru dürüst konuşabilir hale getirdi, "you know, ı mean" gevelemele­ri, bir özentiden öteye geçip konuşanın Türkçe'sini bile yerin dibine batırıyor, hocalarımızın Türkçe(!) cümleleri arasında "bla bla"lar, "as usuallar, "of course"lar vs. vs. "vaka-yı adiye"den sayılıyor.
4 sene süren bu adam yerine konmama durumu, kendi yur­dumuzda yabana muamelesi görmemiz, biraz değişik deyimiyle "öz vatanında parya" olmamız artık sabrımızı taşırıyor. Sizin fikirleriniz bizde yankı bulana dek, "ne yapabiliriz" sorulan aklımızı kurcalamak­taydı. Sizinle geç olsa da tv'lerden tanıştık, fakat nefis üslubunuzla dertlerimize tercüman oluşunuz, "bilim + gönül" felsefenizle hakiki manada gönüllerimize seslenmeniz bizi kısa sürede size bağladı. Artık bu özlemin dinmesi için bir şeylerin yapılması gerektiğini düşünmek­teyiz.
Türkiye'nin birçok yerinde sayısız konferanslar vermiş obua­nız, Türk halkı ile sağlam bir gönül bağı kurmanızı sağlamıştı. Birebir yetiştirdiğiniz binlerce öğrenci ise zaten sizin o doyulmaz sohbetinize az çok aşina olmalıdır. Peki biz zavallı ODTÜ elektrik mühendisliği öğrencilerinin kabahati ne? Bir başka deyişle, bizim basımız kel mi? Biz niye Oktay hoca ile yüz yüze sohbet etme ayrıcalığını yaşamaya­lım? Bir kısmımız zaten. 4 sene başına tak tak vurulan ingilizce ya-
355

zûnden perişan halde; bir çift güzel Türkçe söze hasret. Öğrencilerin asıl önemli kısmı ise tamamen derin uykuda; "ingilizce eğitim dünya-ya açılmanın şartıymış" diyorlar. Biraz konuşunca aslında içten içe rahat olmadıkları anlaşılıyor. Size işte tam bu noktada ihtiyaç duy­maktayız. Sizi yakından dinleme isteğimiz bu mektubu yazmamızda önemli bir etken olmasına rağmen, Türkiye'nin gelecekte teknolojisini emanet edeceği yüzlerce uyuklayan gencin bilinçlenmesi arzusu kendi heveslerimizden önce gelmektedir.
Utana sıkıla da olsa, sizi iki-üç saatliğine aramızda görmek isteğimizi belirtmek istiyoruz. Haziran ayında mezun olacak ve ülke­nin kaderinde önemli pay sahibi olacak bu gençler inanınız ki sizin sözlerinizi duymaya hararetle muhtaçtır. Zamanınızın çok değerli olduğunu biliyoruz, hatta olumlu cevap vermeniz bizim için çok tatlı fakat gerçekleşmesi çok zor bir hayal gibi görünüyor. Yine de sizden en kısa zamanda olumlu ya da olumsuz bir cevap beklediğimizi bil­menizi isterim. Eğer gelmeniz mümkün olamayacaksa, (bölümdeki organizasyonun zaman gerektirmesi açısından) bunu mümkün olan en kısa sürede öğrenmemiz gerekiyor; affınıza sığınarak sizden bunu rica ediyoruz.
Fakat eğer gelebilecek iseniz, size kısaca durumu arzetmek istiyorum: 4. Sınıfta aldığımız zorunlu bir proje dersimiz var. Bu der­sin teorik ve pratik olmak üzere iki ayrı ders yükü var. Teorik dersler, her hafta davet edilen ayn bir hocayla çarşamba günleri saat 13:30-15:30 arasında bölümümüzün en güzel salonu olan sevim tan amfisin­de yapılıyor. Haftadan haftaya değişmekle beraber, davet edilen ko­nuşmacılar genelde mühendisliğin temel sorunları üzerinde duruyorlar (güvenilirlik analizleri, kalite kontrol, mühendislik etiği vs. - her za­manki gjbi "in Tarzan language"). Hocalar mutlaka bölüm içinden olmak zorunda değil. Bu dersler büyük ihtimalle mayıs sonuna kadar devam edecek, fakat arada bazı boş haftalar var. Beynimizde çakan şimşek bu boş haftalardan birinde sizi konuk etme fikriydi. Derslere devam zorunluluğu olduğundan, konuşmacı neredeyse bütün 4. sınıf öğrencilerini karşısında görme fırsatı buluyor. Şayet gelebilirseniz, sizden "mühendislerin topluma karşı sorumlulukları, bilim-teknoloji-gönül bütünlüğünün nasıl sağlanacağı, yurtdışı eğitime gidecek arka-dikkat etmesi gereken konular vs. " ve sizin arzu ettiğiniz
356

daha birçok başlık altında aydınlatıcı bilgiler alabileceğimizi düşün­mekteyiz. Kendi hesabımıza, konuşmanızda "Türkçe eğitim, yabancı­laşma ve sömürgeleşme vs." konularına ağırlık vermenizi rica edece­ğiz. Gönül sohbet ister, proje bahane... Proje dersi sadece sizi çağır­mak için bir araç bizim için. Şuna bütün kalbimizle inanıyoruz ki, sizin vereceğiniz iki saatlik Türkçe bir ders, tarihinde hiç bir zaman dikkatle dinlenmemiş bu dersin tarihinde bir ilk olacak ve geleceğin Türk mühendislerine gerçek bir sorumluluk bilinci kazandırmaya yarayacak.
Olumlu cevap bildirmeniz halinde, birçok arkadaşım ve bazı hocalarımızın desteğiyle sizin için bir proje saati ayırmaya çalışacağız. İlk ihtiyaç duyduğumuz şey, sizin buraya gelebileceğinizi bilmek. Sizden en kısa zamanda cevap beklediğimizi haddim olmayarak bir kez daha yinelemek istiyorum.
En derin saygılarımla,
* * *
Sayın hocam nasılsınız;
Ben size ilk başta kendimi biraz tanıtmak istiyorum. Uludağ Evrenkentinde elektronik mühendisliğinde okuyan bir talebeyim. Sizi ilk defa 2001 yılında Meltem TV de diyalog programında görmüştüm ve size hayran kalmıştım sizi tanıtan bilgiler içerisinde sadece yıldız evrenkentinde bir hoca olduğunuzu öğrendim ve dedim ki kendi ken­dime iyi konuşuyor da bunda iş yok iş olsaydı Boğaziçi veya ODTÜ' de hoca olurdu (bunun için beni bağışlayın ne kadar çok şekle bağlı hale gelmişim.) Sonraki günler cuma dergisinde bir söyleşinizi oku­muştum o zaman sizi biraz daha yalandan tanıma fırsatım oldu en sonunda "Bye Bye Türkçe" kitabınızı aldım orada sizin ne kadar va­tansever bir insan olduğunuzu anladım. O kitap bana çok şey kazan­dırdı. Kitabı okumadan önce bir safsatam vardı derdim ki; bir gün ingilizce öğrenirsem tek kelime dahi Türkçe konuşmayacağım elimde devamlı o dışarıdan ithal yabancı İngiliz kitapları, sevmiyordum on­lardan çalışmayı ama, bir amaç haline germişti o kadar çok hezeyanla­ra kapılmıştım ki ev de annemle bile yarısı İngilizce yansı Türkçe gibi bir dil ile konuşmaya başlamıştım örneğin = for example kapı = door bunlar sadece ufak bir örnek daha neler neler aslında Türk dili, edebi-
357

yatını ve tarihini çok severim ama adam olmamış için ilk şartının ingilizce'den geçtiğini zannetmiştim. Allah sizden razı olsun ki bize doğru yolu gösterdiniz.
Arak Türkçe'ye çok fazla yakınlık duyuyorum ve Türkçe ko­nuşmaktan zevk alıyorum her Türkçe kelime sanki bir balmış gibi geliyor bana Türkçe'm geliştikçe yabancı dil öğrenme kabiliyetim artıyor bence işim püf noktası burada kendi dilini çok iyi bilen adamın yabana dil öğrenme zorlanması gibi bir sorunu olmuyor. Sizi geç te olsa tanıdığım için çok mutluyum. Arkadaşlarıma hediye olarak sizin kitaplarınızı veriyorum, her kitabınızı da soluksuz iki üç kere okudum, neyse asıl konuya geleyim Bursa'da çok büyük bir hayran kitleniz oluştu ve biz size bir kaç parça hediye göndermek istiyoruz. Aslında hediyemiz bir kaç şiir kaseti olacak. Bu şiirlerin şairini Bursa'daki gençler olarak çok seviyoruz ve devamlı şiirlerini okuyup dinleriz. Bize şiirlerde ileride Türkiye için neler yapmamız gerektiğini tasavvu­ru tarihi, kısaca herşeyi güzel şiirsel bir üslup ile anlatıyor. Eğer öne­rimize olumlu bir teklif verirseniz adresinizi yazan bir posta yazarsa­nız çok sevinirim. Böyle bir şeyi istemezseniz eğer boş bir posta atsa­nız çok iyi olur. Belki çok garip ve saçma bir nedenden dolayı size bir posta yazdım. Arkadaşlar kaç gündür soruyordu ona ulaşabileceğimiz bir adres var mı diye inşallah kusura bakmazsınız. Bu kısma kadar okuduysanız da sabrınız için teşekkür ederim.
* * *
Sayın Hocam,
Sizin vaktinizi belki de gereksiz yere almış olabilirim ama si­ze yaymaktaki maksadım ben ve benim gibi Anadolu'da yetişmiş ve orada eğitim görmüş bilim adamı olma sevdasındaki gençlerin ortak
sıkıntı sıdır
Hocam, ben Malatyalıyım bütün eğitimimi de burada yaptım 1994 de inönü üniversitesi eğitim fakültesi biyoloji öğretmenliğini kazandım 1998'de yine bu üniversitede fen bilimleri enstitüsünde yüksek lisans yapmaya başladım. 3,5 yıldır Yük. Lis. Öğrerıimimi sürdürmek zorunda kaldım zorunda kaldım dedim çünkü KPDS bara­jına takıldım.
3S8

Hocam ben çok zeki bir insan değilim, yalnızca yaptığım iş­leri en iyi şekilde yapmaya gayret ederim. Ben yaz tatilleri de dahil deney olduğu zaman her şeyi bırakıp laboratuara gidiyordum, akşamla­rı da ayakta durmaktan bacaklarımda oluşan ağrılardan ancak yastığın üzerine yatarak uyabiliyordum, belki bunları neden anlatıyorsun diye­ceksiniz; hocam ben ve benim gibilerin İngilizce temeli yok bunda belki ben de suçluyum ancak lise ve üniversitemizde verilen dersler veya dersi verenlerin dil bilgisi sizce de malumdur. Durum böyle iken şimdi benden bir ingiliz'in bile belki de bilemeyeceği gramer bilgisi istiyorlar, ben bir biyologum, İngilizce yayımlanmış makaleleri rahat­lıkla okuyorum, ama dürüst olmak gerekirse kendi makalemi yaza­mam ama ben daha yolun başındayım. Uluslararası bir dergide bir posterim yayımlandı ben İngilizce'ye çeviremedim.
Hocam, bir eğitim sisteminde kişiyi ancak kendisine verilen eğitim konularında ve verilen eğitim kalitesinde sınava tabi tutmak gerekir. Fakat ben ve benim gibi bilim adamı olma yoluna başlamış ve de bu engele takılmış düz eğitimli okullardan gelen gençler ne yapa­cak. Eğer bize üniversite yüksek lisans başlangıcında İngilizce hazırlık verse idi o zaman biç kimsenin bu duruma isyan etmesi beklenemezdi ama bizi vermedikleri bir eğitimden sorumlu tutuyorlar.
Hocam biz ülkemizden destek istiyoruz ama hem maddi hem de manevi olarak yıpranmaktan öteye gidemiyoruz. Ben deneylerim aksamasın diye zamanında öğretmenliğe başvurmadım, kaldı ki şimdi baş vursam da almıyorlar, ha bunların ödülü ne-oldu diye sorarsanız et. Al olarak geçtik...
Sayın hocam kısaca size sormak istiyorum, benim bir torpi­lim yok, KPDS'em yok ben ne yapabilirim, artık bu aşamadan sonra geri dönmekte nefsime ağır geliyor (..) Eğer şu an kendini çok affe­dersiniz kitap yüklü bir merkep gibi hisseden bu gence verebileceğiniz
bir tavsiye olursa size müteşekkir olurum...
* * *
İyi akşamlar saygıdeğer hocam,
Sizi yeni tamdım ve ilgiyle takip ediyorum. Marangozluk mesleğim icra ediyorum. Sizin 'siyasetçinin, bilimcinin en kötüsü olunacağına; tamircinin en iyisi parmakla gösterileni olmak yeğdir. '
359

sözünüzü okuduktan sonra kendime olan güvenim ve saygım bir kat daha arttı.
Daha lisedeyken eğitim sistemini eleştiren kompozisyon ya­zan, Türk dil ve tarihine aşık bir genç iken, neredeyse bu evrenselleş­me, bizden adam olmaz, ancak Avrupalılar bir iş yapabilir sloganları­na inanmaya başlamıştım. Baştaki ihanetçilerin yüzünden devlete küsmüştüm. Fakat, sizin kitaplarınızı okuyunca silkindim ve tekrar benliğime döndüm. Bununla da yetinmedim, sizin bilgilerinizi çev­remden başlayarak halka halka yaymaya başladım. Türkiye uyanmaya başladı diyorsunuz televizyon programlarında. Bu uyanış Fethiye'de de başladı fakat, yeterli değil. Bu uyanışa ivme kazandırmak amacıyla sizi Fethiye'ye konferansa davet ediyorum efendim. Konferans için her kesimden insanın katılması gerektiği şartını biliyorum ve gayretle­rim bu yönde olacak Biliyorum, yoğunsunuz: Bu yoğunluk içinde bize de bir zaman ayırırsanız, size minnettar kalacağım.
* * *
Sayın hocam;
Programı izledim. Görüşlerinize saygılarımı sunuyorum. Ben de programa telefonla katılarak işin kitapçılık boyutunu anlatacaktım ama izin vermediler. Hocam ben Ankara'da kitapçıyım. Her eylül ayında, İngilizce kitaplar satıyoruz. İnanın, içimiz kan ağlıyor bu ki­tapları satarken (para kazanmak o kadar da önemli değil) İşin ticari boyutu tahmin edemeyeceğiniz kadar yüksek... Ben, aynı zamanda kitapçılar kooperatifinin yönetimindeyim. Türkiye'de yabancı dil ile eğitim olayındaki kitap pazarlamanın ticari boyutlarını ve de dönen dolapları oldukça iyi biliyorum. Bu konuda isterseniz size kooperatif olarak bir rapor gönderebiliriz.
Saygılarımı sunar, iyi çalışmalar dilerim.
* * *
Syn. Prof. Dr. Oktay Sinanoglu,
Sizi tüm insanlığa, özellikle de Türk insanına yaptığınız eşsiz katkılar dolayısıyla büyük bir heyecan ve gururla takip ediyor, her fırsatta saygı ve minnetle anıyoruz. Yaptığınız çok değerli ve etkili çalışmalar bizleri yıllardır uyutulduğumuz derin uykudan uyandınna-
360

ya devam ediyor. Uyandıkça bize ninni söyleyenlere ve söyledikleri ninniye iğrenerek bakıyor, bunlara kandığımız için kendimizden uta­nıyoruz. Bu uyku, yalnızca bir bilgisizlik uykusu değildir. Bazı insan­larımız var ki; bütün ninnileri bilmesine rağmen, damarlarında gerçek­ten uyuşturucu dolaşıyormuşçasına duyarsız ve edilgen. Bu durum korkunç bir hastalık gibi hızla bütün benliğimizi sarmaya devam edi­yor. Üzerlerimizden bu hastalığı atabilmemiz için adeta bir "şok" a ihtiyacımız var. Bizleri ihtiyaç duyduğumuz bu "şok"tan ve sizinle tanışmaktan duyacağımız gururdan yoksun bırakmayacağınızı umuyo­ruz. Türk eğitim-sen Giresun şubesi olarak sizi -sizin uygun göreceği­niz bir zamanda- aramızda görmekten duyacağımız mutluluğu anlat­maya benim kıt Türkçem yeterli olmayacaktır. Size bu kutlu davamız­da basanlar diler, saygılar sunarım.
Sağlıcakla kalın.
* * *
Sayın Oktay Sinanoğlu,
Aydınlık'taki yazılarınızı her hafta büyük bir özlemle bek­lemekte ve okumaktayız. Bizler Gaziantep Üniversitesi mühendislik fakültesi öğrencileriyiz. Okulumuz, yabana dille eğitim yapmaktadır ve bunun sonucu olarak da hem maddi hem de manevi bir kayıpla karşılaşmaktayız, bu kayıplar ulusal bilincimize, yüreğimize, beyni­mize (fiziksel olarak) zarar vermektedir. Mayıs ayının ilk haftasında gerçekleşecek olan Gaziantep Üniversitesi bahar senliklerine bir kon­ferans vermek üzere Gaziantep ADD şubesi gençlik kollan olarak davet ediyoruz. Size telefonlarınız vasıtasıyla ulaşmaya çalıştık fakat, ulaşamadık. Tekrar deneyeceğiz. E-posta ile de cevabınızı verebilirsi­niz. Saygılarımızı sunarız.
* * *
Kıymetli hocam,
Sizi ilk kez TV'de seyrettiğim "İskele Sancak" programı va­sıtasıyla tanıdım Konuşurken anlattıklarınızı/tespitlerinizi son derece takdir ettim. İlk başlarda, sizin için Amerika'ya gidip de nasıl devşir­me olmamış, hayret doğrusu demiştim programdan sonra hemen ertesi gün, sizi anlatan "Türk Aynştaynı" adlı kitabı alıp okudum.
361

Bunu, daha sonraları "Bye Bye Türkçe" ve "Hedef Türkiye" takip etti. birçoğunu sizin kadar olmasa da ben de yaşadım. 16
yaşımdayken, (şu an 22 yaşında Ankara'da bir üniversitede ingilizce öğretmenliği öğrencisiyim.) Merkezi ODTÜ olan kendi memleketim­de bir arkeolojik kazıda yazlan çalışmaya başladım. Buraya, Almanlar hariç her milletten adam geliyordu; ama çoğunluk Amerika ve İngilte­re'dendi. Orada S yaz çalıştım ve grubun vazgeçilmez elemanı haline geldim. Yapılan işi, arazide yöneten konumuna geldim. Tabi bu 5 sene içinde İngilizce öğrenip onu geliştirdim. Patronlarım biri İngiliz, diğe­ri Fransız karıkoca ODTÜ de öğretim üyesi, benden çok memnundu­lar. Hem affedersiniz, eşek niyetine çalışıyordum hem de İngilizce öğreniyordum. Bu durumdan haliyle patronlar memnundu. Ancak, çalıştığım o kazı da içten içe bir rahatsızlık duyuyordum, oraya getir­dikleri, çoğunluğu ODTÜ den gelen öğrencilerin hallerini ve bizim yapılan aşağılamaları gördükçe canım çok sıkılıyordu.
Dediğiniz gibi, gelen öğrencilerin birçoğu İngilizce konuşmaktan acizdi ve bir çoğu yabancıların "tuti"liğini yapıyordu. Yaşım ilerle­dikçe bazı şeyleri artık seziyordum. Bu sezişlerim, patronların bana olan sevgisini azalttı. Meğer, benim hakkımda düşündükleri farklıy­mış üç kağıtçıların, neyse. Bir çok şeyi anladığım ve buna dayanama-dıgım için işten ayrıldım, biraz kötü bir şekilde Bir ara misyonerlik denemesinde bile bulunmuşlardı.
Sayın hocam meseleyi uzattığım için kusura bakmayın. Ama Türkçe eğitim ve dış güçlerin bizi kullanması hususunda ben de sizin gibi çok hassasım. Size dile getirmek istediğim bu konuda artık yalnız olmadığım? Atatürk'ümüzün Türkçe gibi daha birçok meselede üze­rimizde büyük hakkı olduğuna inanan bir gencim ve bunların hesabı­nın öteki dünyada bizden sorulacağına da inanıyorum. O yüzden, yalnız değilsiniz. Size şu an sadece içimden gelenleri yazdım. Şayet, ufak bir cevap yazarsanız beni mesut edersiniz yazamazsanız da canı­nız sağolsun.
* * *
Sayın hocam,
Yazılarınızı Aydınlık'ta izliyor ve çok değerli buluyorum. Te­şekkür ederiz. Ben Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde çalışmakta
362

olan bir doktor / öğretim üyesiyim. Belki de bildiğiniz gibi Marmara Tıp fakültesi ingilizce eğitim yapan bir fakülte. Başlangıçta büyük heyecan yaratan ve desteklenen bu durum son yıllarda yaşanan pratik zorluklar nedeniyle fakülte içinde değerlendirilmeye alınmış dununda. Bu amaçla koordinatörler kurulu (fakültenin eğitimden sorumlu öğre­tim üyeleri topluluğu) kendi içerisinde bir çalışma birimi oluşturdu ve konuyu incelemeye başladık. Henüz yolun çok başındayız; ve kesin­leşmiş saptamalarımız yok. Bu çahşma ile ilgili olarak sizinle görüş­menin bizim için çok yol gösterici olduğunu düşünüyoruz. Çalışma birimimizde beş öğretim üyesi var. Size uygun bir zamanda, örneğin bir hafta sonu sabah kahvaltısında ya da bir akşam üzeri kahve-çay molasında bizim misafirimiz olursanız çok sevineceğiz. (...)
Saygılarımla
* * *
Çok değerli hocam,
Dün yaptığımız telefon konuşması için çok teşekkür ediyo­rum. Sizin hayatinizi okumak beni çok rahatlattı, omuzlarımdaki yükü hafifletti. Çünkü siz, benim kendimi yapmak zorunda hissettiğim şeyleri çok daha derinden ve daha büyük çapta gerçeğe dönüştürmüş­sünüz. Size hepimiz minnettar olmalıyız. Bilimsel çalışmalarınız ve adınız bize ilkokuldan itibaren neden hemen duyurulmadı? Sizin yeni kimya kuramınız bize neden öğretilmedi? "İşte Türk bilim adamı budur! " diye siz bize neden tanıtılmadınız? Neden şimdi milli dilimiz ve onurumuz için biz kendi ülkemizde sokak savaşı veriyoruz? Bunlar hiç tesadüf değil. Hocam biz bu savaşta yanınızda olmak, ve mutlaka kazanmak istiyoruz.
Sizi mümkün olan en kısa sürede Mersin'de ağırlamak; güzel yaylalarımızda, portakal bahçemizde biraz dinlenmek; biraz alabalık, bıldırcın, vs. tatmak, güler yüzlü insanlarımızla buluşmak, sohbetiniz­den faydalanmak biç unutmayacağımız değerli zamanlar olacaktır. Eğer sonbaharı uygun buluyorsanız, bize ekim 2002 için kesin söz verebilirseniz, çok sevinecek ve derhal çalışmalarımızı bu programa bağlayacağız.
Mersin'de sizi, yeterince insan ile buluşturabilmek için bir takım sosyal kuruluşlar ile çahşma zorunluluğu mutlaka var. Doğru-
363

dan kişisel temasta olduğumuz halde, Mersin üniversitemizin saygıde­ğer rektörü, henüz sizin için açtığım telefonuma cevap vermedi. Yal-mz İçel Sanat Kulübü adlı kuruluş size büyük ilgi gösteriyor.
Üyesi olduğumuz ticaret ve sanayi odası, tenis, dalış ve diğer kuruluşlar, yayınevleri ile birlikte birkaç bin kişinin sizinle buluşma imkanı bulacağından hiç şüphem yok. Sizin neden hareketin tabandan başlaması gerektiğini düşündüğünüzü doğrusu çok iyi anlıyorum. Uzun yular sürecinde oyuncak haline getirilmiş kuramlarımız içinde gerçek milli çıkarlarımızın boğulması çok üzücü. Ancak, bazı saygı­değer hocalarımızın dahi, genç üniversite ve lise öğrencilerine ulaş­mamıza bir. mani çıkarabilmekti pek mümkün değil. Sizin işaret etti­ğiniz ulusal doğrularımı/ hakkında tereddüdü olanların şahsen milli­yetinden ve niyetinden şüphe ederim. Bazı hocalarımızın tereddütleri­nin sebebi sanırım bunların sadece üniversitede yeterince bekledikleri için doçentlik ve profesörlük almış olmaları, yazdıkları tezlerin çeviri ve çalıntıdan ibaret olması yatıyor.
Sizin gibi gerçek bir bilim adamının etrafla mevcut olması dahi bunların varlığını, aldıkları maaşı ve gösterdiğimiz saygıyı sorgu­lamamıza yol açacağı için sizden rahatsız olmaları oldukça doğal. Sevgili hocam, dünkü konuşmamızda Mersin ve Üniversitesi için çok kritik bir bilgi verdiniz. Üniversitemizi biran evvel yabancı dilde eği­time teslim etmeye çalıştıklarını belirttiniz. İhtimaldir ki, sizin yarattı­ğınız uyanış daha fazla büyümeden bu planı tamamlamaya da çalışabi­lirler. Mersin'de Anamur gibi küçük yörelere kadar Amerika merkezli mason dernekleri örgütlenmiş vaziyettedir. Mersin'in ne kadar kritik ve pazarlığa tabi bir bölge olduğunu siz de belirttiniz. Sevgili hocam, iste bu nedenlerle Mersin'e biran önce gelmenizi, çalışmalarınız mü­saade ederse birden fazla kere gelmenizi sizden istirham ediyoruz. Güzel doğası olan şehrimizin sizin için bir tatil ve dinlenme imkanı olması için de gereken her şeyi yapacağımızdan emin olunuz.
Sizin zamanınız bütün Türk ulusu için çok değerli. Bunu en doğru şekilde kullanmamız gerektiğinin son derece bilincinde olduğumdan lütfen emin olun. Burada gereksiz karmasa ve vakit kaybı ile sizi boğmamak, anlamlı şekilde zaman geçirmenizi sağlamak için tüm gerekenleri şahsen yapacağım. Sevgili hocam, sizi gereksiz sıkmak istemiyorum. Ancak bana en geç ekim ayı için kesin söz verirseniz, buradaki herkes çok mutlu olacak. En kısa zamanda
364

buradaki herkes çok mutlu olacak. En kısa zamanda yeniden görüş­mek dileği ve saygılarımla.
EK: örütbağ konusu sevgili hocam, telefonda kısaca belirtti­ğim gibi istanbul teknik Üniversitesi'nden "elektronik" mühendisi­yim. Yedi yıldır örütbağ ile uğraşıyorum. İzin verirseniz resmi örütbağ sitenizin açılısında ben de çalışayım. Sizin belirteceğiniz bir alan adini alıp hemen çalışmaya başlayalım. Su anda oktay sinanoglu. com/. net/, org alan adlan birisi tararından alınmış. Öte yandan "com. tr/. org. tr vs. " ODTÜ vakfının kontrolünde. Çok sorunlu bir yerdir bu kurum. Lütfen biran Önce resmi siteniz için bir tescil yaparak çalışmaya baş­layalım. En azından sohbet ve duvar gazetesi uygulamaları koyarak, nerede olursanız olun insanlara rahatça ve doğrudan ulaşmanızı sağla­yalım. Lütfen izin verin.
* * *
Sayın Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu;
Nasıl bir giriş yapacağımı bilemediğim için bu yazım size ga­rip gelebilir, lütfen acemiliğime yorun. Ben on yedi yaşında, liseli bir genç kızım. Maalesef sizin yıllardır mücadele ettiğiniz yabancı dil eğirimle yetiştim, iyi sayılabilecek bir Anadolu Lisesi'nde. Kitabınızı okuduktan sonra, yaşadığım şaşkınlığı size anlatamam. Birçok konu hakkında görüşlerim değişti. Belki de güzel Türkiye'mizin bu durum­larda olduğunu kabul etmek istemedim.
4 yıl boyunca hem matematiği hem de fen bilimleri derslerini İngilizce okudum, iki yıldır da malum ÖSS denen yanşa hazırlanıyo­rum. Ama, genç beyinlerin törpülendiğini geç farkettim. Her zaman her yerde sonuna kadar milliyetçiliği savunan bizler suskun kalıyoruz. O kadar çok kızıyorum ki, hem biz gençlere hem de ülkeyi yönetenle­re. Etrafımda bir an önce yurtdışına kaçıp "kurtulmayı" isteyen onlar­ca insan var. Gençlerin böyle düşünmesi ne kadar acı verici! Üniversi­telerimizin içlerinin boşaltıldığını ve hala bu sorumsuzluğun giderek artmasını üzüntüyle izliyoruz. Yapılabilecek hiçbir şey kaldı mı? Ata­türk'ün istediği Türkiye böyle olmamalıydı.
Maalesef bir süre önce Karen Fogg olayı da patlak verdi. Ba­şımıza örülen çorapların haddi hesabı yok. Medyanın duyarsızlığı bizi çileden çıkartıyor. Kimse bu mektupların "ne için" yazıldığım
365



sormuyor! Bir genç olarak bu duyarsızlığı gördükten sonra öyle bir çaresizliğin içinde buluyorum ki kendimi, elimizden hiçbir şey gelemez mi diye düşünüyorum sinir ve üzüntü içinde. Milletimiz uyu­tuluyor ve kimse buna dur demiyor. Size bunları neden yazdığımı bilmiyorum, belki de teşekkür etmekti amacım. Sizin sayenizde görüş açım genişledi. Ama, bir sorun var; biz sizi televizyonlarda daha sık görmeyi istiyoruz. Belki içinizden 'saçma! ' diyorsunuz ama inanın biz gençler için çok önemli. Bu ülkede hakkettiğiniz değeri görmeme­niz inanın bizi çok üzüyor. Yıllardır ülkenizden göremediğiniz desteği yurtdışı gösteriyor ve insana sadece şu soruyu sormak kalıyor; neden? Sanırım sene sonunda Yale'den emekli olacaksınız. Umarım emeklili­ğiniz hayırlı ve rahat geçer. Kendinize çok iyi bakın, sizi hocam ola­rak görüyorum ve ellerinizden öpüyorum.
* * *
Sevgili Oktay Sinanoğlu,
Ben Türkiye'nin zirvedeki denilen üniversitelerinin birinde okuyan bir öğrenciyim. Şu an okuduğum üniversitede İngilizce eğiti­me doğru hızlı bir geçiş var. Hocalarımızın bir kısmı dersleri İngilizce veriyor, öğrencilerin çoğu bu durumdan şikayetçi ama, neden ve niçin olduğu belirsiz olan bir ingilizce eğitim mevzuu var ortada Aynı dersin Türkçe not ortalaması, ingilizce not ortalamasının iki kati. İngilizce bilenler, İngilizce olan dersten az bilgiyle çok kolay geçer­ken (çünkü ortalama düşük), aynı dersi Türkçe alanlar çok daha zor geçiyor. Ben de bu konu üzerine bir eleştiri yapmak istiyorum cumhu­riyetçi bir aileden gelen biri olarak.
Bizler, ulu önder Atatürk'ün cumhuriyetçi gençleriyiz her seyden önce. Ve bizler geleceğin mühendisleri, doktorları ve belki de geleceğin Türkiye'sinin yöneticileri olacağız. Geleceğin Türkiye'si kavramı çok önemli ve üzerinde durulması gereken dikkatlice anla­şılması gereken bir konu. Geleceğin Türkiye'si demek, gelecekte bu ülkenin gidişatını bilimini ilmini t sanatım yani ülkenin tüm manevi gücünün ve dolaylı yollardan maddi gücünün alacağı yöntemin üzeri­ne oturtulacağı şablon demek Geleceğin Türkiye'sini yönlendirecek olanlar bugünün Türkiye'sinin gençlerinin başarılı olardan demektir. Bu da şu demek; bugünün gençleri ne düşünüyor, karalarında ne
366

amaçlıyorsa geleceğin Türkiye'si iste o fikirlerin , amaçların üstüne oturacak ya da belki de şu demektir, bugünün gençlerini neye yönlen­dirirseniz, onlara neyi öğretirseniz ve en önemlisi onların basanlarını neye göre değerlendirirseniz geleceğin Türkiye'sinin nitelikleri iste bu unsurları taşıyacak. Acaba İngilizce eğitimin bununla bir ilgisi var mıdır? ?!
Şu son zamanlarda, bir Kürtçe eğitim kampanyası başladı, al­dı başını gidiyor. Kimileri kötü amaçlı olarak, kimileri farkında olma­dan, kinlileri de şapşallığından imza atıyor bu kampanyaya. Bir bakı­yorsunuz ki en yakın arkadaşınız bile buna parmak basıyor. Tartışma­ya girişiyorsunuz ve tartışma senli, benliyken oluyor sizli, bizli. Sanki kurtuluş savaşında bizler, sizler vardı ya...
Sonuç olarak asıl maksadım şuydu: Bir milleti, neyle tanım­larsınız? Etnik kökenle mi, ırkla mı? Bir ulusu ulus yapan, o ulusun ortak tarihi ve en önemlisi dilidir. Benim parmak basmak istediğim bugün birileri (kim olduktan önemli değil, zaten herkes biliyor) bizim ulusumuzun bütünlüğünü en ince noktaya, dilimize saldırarak bozma­ya kalkışıyor. Bugün Romalıların Keltler'e yaptığını, işte o birileri de bize yapmaya cüret ediyor.
Son olarak, yazının başında ifade ettiğim soruna parmak basmak istiyorum. Bir öğrenci olarak, nasıl bilim yapılıra belki iyi bir cevap veremeyebilirim (onu İngilizce ders veren profesörler versin­ler). Ama, okuduğum kadarıyla su konuda sonuca vardım, bilimin gelişmesi demek bilim dilinin gelişmesi demektir. Hangi ulus bilimde ilerlemişse p ulusun ilerlemesinden önce, hınca hınç çır çeviri sefer­berliği olmuştur. Bizde ise yozlaşma söz konusu oluyor. Daha 20 yaşındayım, bu kadar konuşmamam lazım belki de ama, benim göz­lemlediklerim bu kadar. Herşeyin insaniyet ve ulusumuz için en iyisi olması dileğiyle saygılarımla,
* * *
Sayın Sinanoğlu;
22 yaşındayım. Adını.... İstanbul erkek lisesi mezunu olarak Münih teknik üniversitesinde bilgisayar bilimleri eğitimine başladım. Her ne kadar, son 11 yıldır eğitim hayatımda hep Almanca okuduy-sam da Türkçe'nin önemini hiç bir zaman unutmadım.
367

Bundan yaklaşık l hafta önce türkçe bilim adında bir projeyi
tamamladım. (web adresi) amacı insanların yabancı bilimsel terimlere
Türkçe karşılıklar önerebilecekleri ve bu önerilerin başkaları tarafın­
dan oylanabileceği bir ortam yaratmaktı. Proje fikri uzun zamandır
aklımdaydı. Sizin Türkçe konusundaki yazılarınızı okuduktan sonra
bu projeyi bayata geçirme konusunda daha hızlı davranmaya başla­
dım. Aradan henüz bir hafta geçmiş olmasına rağmen oldukça olumlu
tepkiler aldım. Türkiye bilişim demeği destek vermek istedi. İTÜ'den
profesör............ kendi oluşturduğu bilgisayar bilimleri sözlüğünü pro­
jeye aktarmaya başladı. İstanbul'daki arkadaşlarım üniversitelerin
Atatürkçülük dernekleri ile iletişime geçmeye başladı. Kısacası, "söz­
de Atatürkçü" olmadığını göstermeye çalışan biz bir avuç genç birey­
ler başarmaya başladık
Türkiye'nin finanssal açıdan en önde gelen insanlarının bile kurdukları eğitim kurumlarında değil Türkçe bilime destek olmak, ikinci el kitapları bile dolar üzerinden sattıkları bir dönemde arkadaş­larımla giriştiğim bu oluşumun ses getirmesi takdir edersiniz ki sizin gibi aydınların desteği olmadan oldukça zor. Sizden iki konuda ricam olacak Birincisi, bu konuda ben ve arkadaşlarıma destek çıkmanız. Bulunduğunuz çevrelerde ve yazılarınızda bir iki kelimeyle de olsa projenin varlığından insanları haberdar etmeniz, ikincisi ise, projeye eğer mümkünse içerik açısından yardımda bulunmanız. Kitaplarınız­dan edindiğim bilgiye göre daha önceden hazırlamış olduğunuz kim-ya-fizik terimleri ile ilgili bir çalışmanız var. Bu kaynaktan yararlan-mamızı sağlarsanız çok seviniriz.
Umuyorum bu çabamıza destek verirsiniz. Çalışmalarınızda sonsuz basanlar. Sevgi ve saygılarımla;
* **
Sayın Oktay Sinanoğlu,
.................. olarak internet yayıncılığı yapmaktayız. Web si-
temiz'in ..................... konuk sayfalarında her hafta edebiyat, tiyatro,
sinema, müzik, iş dünyası ve çeşitli dallardaki başarılı isimlerle söyle­şilere yer veriyoruz. Önümüzdeki haftalarda konuk bölümümüzde, eğer sizin için de uygunsa, sizinle yapacağımız bir söyleşiye de yer vermek istiyoruz. Yanıtınız olumlu olursa çok memnun olacağım.
368

iletişim bilgilerimi aşağıda bulabilirsiniz. Sizden haber bekliyorum. Şimdiden teşekkürler...
Basanlarınızdan dolayı tebrik ediyor, iyi çalışmalar diliyo­rum.
* * *
Hocam adım................. Selçuk Üniversitesi ... 3. Sınıf öğren­
cisiyim. Sizin üç kitabınızı da okudum ve çıktığınız tüm kanalları
izledim, (.... kanal da dahil.) Görüşlerinizin her zaman savunucusuy-
dum, siz benim ve benim gibi düşünenlerin, ağzı ve yüreği olup, sesi­
mizi duyuldunuz tüm dünyaya, özellikle de 'küresel kraliyetçilere'...
Okuduğum bölüm gereği, siyasi tarihi çok iyi biliyorum ve belirttiği­
niz ve haykırdığınız abluka ülkemiz içinde maalesef geçerlidir. Duy­
gulan köreltilmiş yurdum inşanı, sorumsuzluk ve duyarsızlık yokuşu­
na itilerek, milli benliği ve kimliğinden arındırılarak, tam bir sömürge
haline dönüştürülmek istenmektedir. Dilimiz, kültürümüz ve hatta
dinimiz yok edilerek, tarihten silinmek isteniyoruz. Ben ve benim gibi
düşünenler, yerel nitelikte, çevremdeki herkesi uyandırmaya ve yeni­
den Atatürk ruhunu canlandırmaya çalışıyorum. Sizden de ulusal
düzeyde ekranlara daha çok çıkmanızı ve halkı daha çok bilinçlendir­
menizi istiyorum...
EK : Fakültemizde benim başladığım seneden bu seneye ka­dar hazırlık sınıfı yoktu ve bu sene hazırlık sınıfi tüm bölümlere mec­buri olarak getirildi Hocam, bize bilinç lazım. En büyük hayalim ise sizinle tanışmak fotoğraf çektirebilmek, bir kitabıma imzalatabilmek. Tanımak demiyorum çünkü kitaplarınız sizi tanıttı bana yeterince.
Saygılar ve sevgiler hocam. Basanlarınızın devamını dilerim.
Arkanızdayız hocam. Allah sizi korusun. Sizi ne kadar sevdiğimi
inanın yazıyla anlatamam Babasız büyüdüm sizi baba gibi görüyo­
rum.......
* * *
Sevgili Oktay Hocam,
Sizi rahatsız ediyorum ama çok önemli bir konu var. Hakkı­nızda çok şey biliyorum. Siz benim arayıp da bulamadığım lidersiniz belki de. Türkiye'nin ihtiyacı olan kişi. Size amaçlarınıza ulaşmanız için elimden gelen her türlü yardımı yapacağımdan kuşkunuz olmasın.
369

Sizi takip etmeye devam edeceğim. Kitabınızı okudum ve en çok etkilendiğim ikinci kitap oldu. Birincisini sizi tanıdıktan sonra söyle­mek istiyorum izin verirseniz. Sizinle birebir görüşmeyi çok isterdim. Belki hatırlarsınız, 'gençler! ' diye başlayan bir yazınız vardı. Türki­ye'nin içinde bulunduğu durumu aktarıyor ve öğütler veriyordunuz. O fikirler belki inanmayacaksınız ama bizim fikirlerimizle birebir uyu­yor. Hatta siz biraz insaflısınız. O yazıyı o kadar beğendik ki çoğalt­maya geçtik ve Ankara'da üniversiteler önünde dağıtacağız. Herkes bilsin istiyoruz. Merak etmeyin yeni nesil tüm bu kötülüğün üstesin­den gelecek ve Türkiye hak ettiği yeri yemden alacak. Size söz veriyo­rum. Bizim varlığımız zaten sadece bunun için. Aslında ben size bu konuyla ilgili olarak konuşmak için ulaşmak istiyordum ama daha önce bir mesele çıktı. Ben hava harp okulu ... sınıfta ... mühendisli­ğinde okuyorum. Allah izin verirse .... olmak istiyorum. Okulumuza yeni gelen bir emirle ABD/Virginia'da yapılacak olan 'yüzyılın hava­cılık fuarı'na Türkiye'nin de katılacağını ve bu konuda neler yapabile­ceğimiz hakkında fikir üretmememiz gerektiği geldi. Sizin çok güzel fikirleriniz olduğuna eminim. Havacılıkla çok ilgileniyorsunuz. Bu fuarda sadece hava kuvvetleri değil aynı zamanda tüm Türk havacılığı tanıtılacak. Öyle bir tanıtım yapmalıyız ki o fuardan ayrılan herkesin dilinde Türkiye ve Türk hava gücü olmalı. 1950'lerde ve 60'larda Türkiye'de yapmış olduğunuz çalışma aklıma geldi. Hani 'İstanbul lectures' adı altında yayınlanmıştı. Yeniden aynı şeyi neden yapama-yalım dedim ben de kendi kendime. Madem lafa gelince Türk Hava Kuvvetleri dünyanın sayılı hava kuvvetlerinden, madem 'Türk gibi güçlü' sözü boşuna çıkmamış, madem ilk denizaltı istanbul'da yapıl­mış, o zaman kim olduğumuzu gözler önüne sermemiz gerekir. Sizin de dediğiniz gibi akılla gönlü birleştirip orada herkeslere göstermeli­yiz. Bu yarışta biz de varız demeliyiz. Bu sebepten dolayı yaklaşık 15 kişi bir beyin fırtınası takımı oluşturduk ve çalışmalarımıza başladık. Sizin fikirlerinizi almak bizim için çok önemli. Hatta uygun bir za­manda yüz yüze de görüşmek istiyoruz, tabii eğer müsait olursanız. Yoğun iş temponuzda bize de yer verirseniz çok seviniriz. Yaklaşık 3 haftalık bir süremiz var. Bizim aklımıza gelenle şimdilik şöyle: - Türk Yıldızları'nın bir gösteri uçuşu düzenlemesi,
370

- Envanterde bulunan uçaklardan ve Türk bava kurumu elin­
deki hava araçlarından birer örnek götürülüp sergilenmesi,
- Türk bayrağına boyanmış bir f16 ve kc-135 statik
- Bir f4 2020, buna şöyle bir şey düşünüyoruz, önüne bir re­
sim koyacağız. Before ve after yazacak. Before'da normal bir f4 var
yaşlı ve sakalı var. After'da ise (yani bir turkish delight yedikten son­
ra) ayaklanmış bir f4 2020. Umarım ingilizce yazmama kızmazsınız.
Sadece daha hayal edilebilir olması için.
- Animasyon, galata kulesinden atlayan Hezarfen Ahmet ce­
lebi aşama aşama değişerek en sonunda bir f-16'ya dönüşüyor. Bir
flash animasyonu olabilir.
- Havacılıkta kadının önemini gösterecek bir şeyler,
- Uzay havacılığının gelecekteki önemi,
- Geleceğin havaalanının bir maketinin yapılması,
- Çeşitli bilgisayar animasyonları ile tanıtım,
- Eşantiyon dağıtımı, çünkü insanlar bedavaya her zaman ilgi
göstermiştir
- Kalabalığın araşma dağılacak ingilizce (hatta mümkünse
Fransızca, Almanca, vs.) seviyesi yeterli bayan ve erkek öğrenciler
aracılığıyla eşantiyon dağıtımı ve reklam,
- Simülasyon imkanı
Bizim yaratıcılığımız şimdilik bu kadar. Üretmeye devam e-deceğiz ama sizden alacağımız yardım çok önemli. Başka kimlere fikir danışabiliriz bilmiyorum. Cevabınızı dört gözle bekliyoruz.
Sevgiler...
* * *
Sayın Oktay Sinanoğlu;
Gaziantep evrenkenti, Makine Mühendisliği birinci sınıfta okumaktayım. "Hedef Türkiye'' adlı kitabınızı okumak yeni kısmet oldu. Kitabı okudukça, unuttuğum bazı duygularımın tekrar canlandı­ğını farkettim. özellikle "Türkçe" hakkında yazdıklarınız gerçek­ten gözardı edilemeyecek konulardı. Düşüncelerinize tamamiyle katıl­dığımı belirtmek isterim.
Gaziantep üniversitesi ingilizce eğitim veren üniversiteleri-. mizden birisi. Bu üniversiteye gelmemin en büyük sebeplerinden biri
371

bölümün ingilizce olmasıydı. Ancak, henüz birinci sınıftayken bunun bazı zorluklarını farketmeye başladım, örneğin, diğer üniversitedeki arkadaşlarımızla konuşurken, ders hakkındaki terimlerde çok farklı olduğunu görüyoruz. Açıkçası, çoğu terimin Türkçe karşılığım bilemiyoruz. Okul sonrası atılacağım iş bayatı beni bu yönden korku­tuyor.
Ülkemizin içinde bulunduğu durum beni gerçekten üzüyor. Başka ülkelerin sözleriyle iş yapıyoruz. Yavaş yavaş onların sömürge­si oluyoruz. Yüce Türk milletinin bu hallere düşmesi beni kahrediyor açıkçası. Bir şeyler yapmak istiyorum ama, elimden bir şey gelmiyor. Her akşam acaba ülkem için ne yapabilirim diye düşünüyorum, ama tek başıma elimden bir şey gelmiyor. Artık uyuyan Türk milletinin uyanmasını istiyorum. Türk insanı arak gerçekleri görmesi gerekiyor. Ancak, bu şekilde hakkettiğimiz yere ulaşacağımıza inanıyorum. Bu ülkenin başına gerçekten ülkesini seven kişilerin geçmesi gerekiyor. Maşaların artık bir kenara itilmesi gerektiğine inanıyorum. Ve bu gerçekleşecek. Çünkü, artık bazı şeylerin farkında olan gençler var. Ve bu insanlar bir gün gelecek, bu ülkenin başına geçecek. Gerçek vatanseverler geçecek bu ülkenin basma.
Sizin gibi dünya çapında ünlü birinin ülkesi için çalışması da beni çok sevindiriyor ve ümitlerimi artırıyor.
Saygılarımla * * *
Sayın Sinanoğlu,
Bendeniz............. Endüstri mühendisliği 2. sınıf öğrencisiyim.
Sizi, ortaokul yıllarımdan hatırlıyorum. O zaman fikirlerinizi duymuş­tum -özellikle anadille eğitim konusunda- ve öğretmenlerimin bana, Anadolu lisesinde "chemistry is a branch of science " diyerek kafamı karıştırdıklan yıllarda oldukça ilgimi çekmiştiniz. Ortaokuldaki çocu­ğa İngilizce fen ve matematik öğretme çabasını anlayamamıştım O zaman size, bütün kalbimle katılmıştım. Daha sonra fen lisesinde Türkçe eğitim şansını yakaladım Şimdi, yalnız hazırlık eğiti­mi bulunan bir üniversitedeyim, yazın bir aylık çalışmayla İngiliz­ce hazırlık sınıfını muafiyet sınavıyla geçtim sizi doğrularcasına. Ki­tabınız büyük yankı buldu, daha da fazla insanın size katılmasından mutluluk duyuyorum.
372

Çalışmalarınızda başarılar diliyorum
Selam ve saygılarımla..
* * *
Merhaba, efendim,
Ben .... Elek Müh. son sınıf öğrencisiyim. Internetten kita­bınızla ilgili duyumlarım oldu ve en yakın kitapçıdan tedarik ettim. Bir gecede soluksuz okudum, keşke daha önceden okusaydım kendi öğrenciliğimden utandım her zaman not için çalışan öğrenciyim kim nerede burs verirse o bursu almak için kılıftan kılıfa giren bir kişiliğim vardı ama bundan sonra konulan anlamaya çalışacağıma ezberleme­yeceğime, bu ülke için hayırlı işler yapacağıma yemin ettim. Sizin gibi büyük bir bilim adamını bize tanıtmayan değerli büyüklerimize ve magazin medyamıza yazıklar olsun. Kitabınızı bütün arkadaşlarımın da okumasını sağlayacağım onlarında gerçekleri görmesine bu ülke üzerinde oynanan oyunları anlaması için elimden geleni yapacağım, (posta ismi için de Türkçe bir isim bulacağım lütfen kızmayın) siz elinizden gelenin en iyisini yaptınız sıra bizlerde.
1yi çalışmalar
* * *
Bu iletiye nasıl başlayacağımı bulamadığım için gerçekten çok özür diliyorum. Hemen derdime başlamak istiyorum müsaadeniz­le... belki sizinle ayni okulda olduğum için belki de başka bir sebepten bilemiyorum bu ülkenin ve bu ırkın bu hallere düşmesine gönlüm razı gelmiyor. Yaşımın küçük olmasından ötürüde elimden bir şeyin gel­memesi beni gerçekten kahrediyor. Fakat sizin yaşa önem vermediği­nizi lise yularında yaptıklarınızla daha iyi kavrıyorum. Lise 2. Sınıfla olmamda beni hayatımın dönüm noktasında (ÖSS) bulunduğum için elimden fazla bir şey gelmemesine yol açıyor. Türkçe eğitime ilgili bir
çok fikrinizi savunmamda okulda bir ÇOk öğretmenimle papaz olmama
neden oldu. Tabii ki bu durum benim ÖSS gibi saçma bir yolda tökez­lememe yol açacağa benziyor. Elbette üniversiteyi kazanıp ta açıkta kalmak verdiğimiz emeklere değer mi siz karar verin. Keşke sizin döneminizdeki sisteme geri geçebilsek... Bu sistemi değiştirebilmek için verdiğiniz hareketlerin hepsinde yanınızda olacağıma inanmanızı
373

istiyorum, bu iletiyi de arkanızda sizi destekleyen ne kadar insan ki bunlara benim tüm okul arkadaşlarım ve ailemin destek verdiğini unutmamanızı istiyorum. Bu yolda size ve bize basanlar. Umarım sizi
yakından da tanışabilirim
* * *
Sayın hocam,
Bu gün Anadolu lisesinin hazırlık sınıfında müzik dersine girdiğimde öğrencilerim benden ders çalışmak için izin istediler, hangi dersi çalışmak için izin istiyorsunuz diye sorduğumda kimya dediler, bende ardından sizin kimya dersiniz var mı diye sorduğumda yeni koydular seneye kimya, fizik, matematik, biyoloji derslerini İngilizce olarak göreceklerini söylediler, bunun için şimdiden hazırlık yaptıkla­rını söylediler, bunu duyduğumda çok üzüldüm ve çocuklara eğitimin ana dilimiz olan Türkçe ile yapılmasının gerekliliği hakkında bir şey­ler söyledim, yabancı bir dilde eğitimin sakıncalarından bahsettim. Sizin Türk Aynştaynı adlı kitabınızdan alıntılar da yaptım, öğrenciler bu durumdan çok rahatsız olduklarım söylediler, seneye normal bir liseye bile gitmek istediklerini ve böyle olacağını bilselermiş Anadolu lisesine hiç gelmezdik dediler. Bundan daha vahim olanı zil çalınca öğretmenler odasında bu konu ile ilgili olarak beyni tamamen yıkan­mış Tarzanca'yı savunan öğretmen arkadaşlarla karşılaşmam oldu. bunu savunanda arak emeklilikleri gelmiş öğretmenlerdi, yok dünya dili İngilizce olmuşmuş, bilimin dili Tarzanca'ymış, artık herkesin Tarzanca öğrenmesi gerekliymiş gibi teranelerine, gerekli cevaplan sizin söylediklerinizi de ekleyerek cevap vermeye çalıştım, Allah'tan bir arkadaşım beni anlamıştı ve benim için çok doğru söylüyor hoca­nım dedi. artık durumun buraya kadar varması tehlikenin ne büyük boyutlarda olduğunu gösteriyor. Neler yapılması gerekiyorsa bir an önce yapalım yoksa bir kuşak sonra Türkçe'yi tamamen unutan bir nesille karşılaşacağız, bu gün şunu çok daha iyi anladım, bu emperya­listlerin istediklerinin artık içimize şırınga ile verildiğini gördüm ve her türlü kültürümüzü, dilimizi milliyetimizi unutan insan prototipini
meydana getirdiklerine bizzat şahit oldum, selamlar.
* * *
Değerli Hocam, öncelikle sizi hürmetle selamlıyorum, sizi ilk defa 06. 04. 2002 tarihli ceviz kabuğu yayınında izledim, yapmış
374

olduğunuz açıklamalar beni çok şaşırttı, çünkü şimdiye kadar hiç bu kadar acık bir şekilde ifadelerde bulunana rastlamadım Ben Türki­ye'de tıp fakültesini bitirdim. Ancak ne çalışma ne de TUS'a girme imkanım oldu. ailemin imkanı olduğu için Almanya'ya eğitimimin devamını görebilmek için geldim, öncelikle bir zorluk çekeceğimi hiç ummuyordum; çünkü tip dilinin evrenselliğine güveniyordum., ancak ilk zorluğu okula kayıtta yaşadım, çünkü diplomamın denkliğini iste­diler. Sağlık bakanlığı bünyesindeki tip denklik merkezine tüm evrak­larımın (not belgesi, gördüğüm ders konulan ve teorik -pratik saat miktarı) yollanmasını istediler. Sonuç; 2, 5 yılıma mal olacak bir sevi­yeden kabul edilmiş olmam. Yani anlayacağınız diplomam kabul edilmedi. Neyse dedim hem bilgilerimi tekrar etmiş hem de Alman­ya'nın üniversite eğitimine alışmış olurum düşüncesiyle okula başla­dım, tabii ki öncelikle dil kurslarına giderek dili öğrendim, okula baş­ladığımda çok şaşırdım. Çünkü tüm Latince bildiğim terimlerin Al-manca'sı vardı. Evrenselliğine güvendiğim tıp dilinin Almanca'sını da öğrenmem gerekiyordu. Lafın kısası burada sunu anladım bilim dili, her ne dalda olursa olsun, İngilizce değilmiş. Ayrıca şu ana ka-darki gözlemlerimden de şunu çıkardım; insan eğer kendi dilinde eğitim görürse daha başardı oluyor. Gerçekten Türkiye'deki tip öğre­timi gören arkadaşlarımla ve tabii kendimle karşılaştırdığımda Alman­ların daha rahat her şeyi anlayabildiklerini görüyorum; çünkü hemen hemen her Latince öğrendiklerinin ana dillerindeki karşılığını da bili­yorlar. Bana faydası olur düşüncesiyle beraberimde bazı tip kitaplarını getirmiştim; ancak anlayamadığım konular için baktığımda kafam daha da karıştı, çünkü her 3-5 kelimeden biri yabancıydı ve tercihim Alman kitapları oldu. Ne komik değil mi, yeni öğrendiğim bir dilden daha iyi anlıyorum; niye çünkü öğrendiğim dilin kendi kelimeleriyle anlatılıyor Umarım ne demek istediğimi anladınız, sizin fikirlerinize tamamen kanlıyorum. Belki daha Türkiye'deyken katılmazdım; çünkü o zamanlar doğrudan o kitaplarla tıpa başlamıştım. Şimdiyse ülkemiz­de ne kadar yabana bir dille eğitim yapıldığını daha iyi anlıyorum. Almanca dilini öğrendiğim sıralara gelince. Ben hiç bu kadar zengin bir dille karşılaşacağımı bilmiyordum. Dilimizde eş anlamlı kelimeler dediğimiz kelimelerin hepsinin bir karşılığı var. Yani hepsi farkh sözcükler. Belki bizim dilimiz de öyleydi de öğretilmedi. Çünkü her
375

zaman Türkçe'nin ne kadar zengin bir dil olduğundan bahsedilir. Dille ilgili sizinle paylaşmak istediklerim bu kadar. İngilizce'nin dilimize bu denli sokulmaya çalışılmasını sayenizde daha iyi idrak ettim. Av­rupa Birliği dediler, bilim dili dediler entellektüellik(?) dediler de dediler ve dilimize soktular. Ben Anadolu'daki üniversitelerin birinde okudum. Eğitimim bitip İstanbul'a ailemin yanına döndüğümde kollege'de(?) Okuyan kuzenimle konuşurken sanki tamamen farklı dillerde konuşuyormuşcasına bir iletişim zorluğu çektim. Deyince de; efendim ne kadar günlük hayatin dışında kalmışsın diye de eleştiri aldım. Kısacası dediğiniz gibi entelektüellik adı altında bizleri tama­men kültürümüzden yozlaştırdılar. Hocam ben Almanya'ya gelirken geri dönmemek üzere gelmiştim. Ama şu anda herkesten çok dönmek istiyorum. Gerçi buradaki hayatin İstanbul ve diğer büyük şehirleri­mizden bir farkı yok; ama yine de insanın vatanım diyebileceği yer gibisi de yok. Devlet büyüklerimiz Ula da Avrupa Birliği diyorlar başka bir şey demiyorlar. Ben çok merak ediyorum, bu A.B.'ye gir­meyi gerçekten Türk halkı için mi istiyorlar??? Eğer bunun için istiyorlarsa neden halka sormuyorlar, neden öncelikle Anadolu'nun ve daha nice yerlerinde kapanan veya kapanma eşiğine gelmiş can çeki­şen milli sermayemizin kaynağı olan fabrikalarımızın kapanmasına göz yumuyorlar. Hiçbir şey yapmıyorlar da varını yoğunu A.B.'ye girmek için harcıyorlar. Benim aklıma şu geliyor (tabii ki sizler bü-yüklerimizsiniz, daha iyi bilirsiniz, hatamız olursa düzeltilmeyi iste­rim) acaba A.B.'ne (zaten zengin olan) Avrupalıların sermaye pazarı daha da genişlesin, bol bir doğal sermayeye sahip olan ama inatla bazı güçlerin tesiriyle açığa çıkarttırılmayan vatanım başkalarına faydalı olsun diye mi girilmek isteniyor. Sizin dediğiniz gibi acaba yabana dilin bu denli yaygınlaştırılmaya çalıştırılması, vatanımıza gelecek olan yabancılara karşı önden yabancılık çekmeyelim diye mi öğretili­yor?
Evet hocam vatanıma dönmeyi çok istiyorum, ama bir yan­dan da önce yolsuzluklarla sonra soygunlarla yağmalanan vatanımın bana ne kadar sahip çıkabileceğini, sorunlarıma ne denli- çözüm bula­bileceğini, bir yandan da ileriki yaşamımda bana ne kadar bakabilece­ğini düşününce; buradaki gerek sağlık gerek haklar konusundaki öz­gürlükleri ve imkanları da tadınca biraz duraklıyor ve düşünüyorum.
376

Yazımı Yunus Emre'nin bir sözüyle bitirmeden önce size sormak istiyorum: Hocam bu durumlar karsısında neler yapılıyor ve bizim gibi oturup da seyirci olmak istemeyenlerin ne yapması gerekiyor? "İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir, sen kendini bilmezsen, bu nice okumaktır". Evet hocam dediğiniz gibi şayet bizler dilimize, tarihimize, dinimize sahip çıkmazsak; bizlere sahip çıkabilecekler
çoğalır. Sevgi ve saygılarla.
* * *
Değerli hocam,
Dinine ve milletine bağılı bir vatansever olarak, sizin değerli fikirlerinize ve bilginize saygı duyarak ve destekleyen bir Türk vatan­daşı olarak, altta yazılan konuyla ilgilenmenizi ve daha detaylı araş­tırma yaparak, bu konu hakkında vatandaşlarımıza medya yolu ile bilgi vermenizi rica ederim, biliyorsunuz ki bu konu bilerek gizlenme­ye çalışılıyor, sevgi ve saygılarımla arz ederim. .... bildiğiniz üzere Kasım ayında yaşadığımız ekonomik krizin hemen ardından, krizden çıkış yollarından birisi olarak dünya toplam rezervlerinin %70 'ine sahip olduğumuz bor madenlerinin özelleştirilmesi gündeme getirilmiş ve hükümet içinde basta sayın Şükrü Sina Gürel olmak üzere bir kaç bakanın direnişi sonucu bor madenlerinin özelleştirilmesiyle ilgili dosya kısa bir süre için rafa kaldırılmıştır, bu tartışmanın hemen ar­dından nedenleri hala tam olarak bilinmeyen şubat krizi patlak vermiş­tir... Ve bugün Türkiye bir kaç milyar dolar bulabilmek için herşeyi yapabilecek bir duruma sürüklenmiştir. Çok kısa bir süre sonra bor mâdenlerinin özelleştirme yoluyla yabana sermayeye satışı yeniden gündeme getirilecektir... Ve korkarız bu kez ülkenin içine düşürüldü­ğü ağır ekonomik buhran nedeniyle hiç kimse bu özelleştirme işlemi­ne karşı direnmeyecektir... Aşağıda bor mineralinin stratejik önemi ve değeriyle ilgili bir derginin mart 2001 tarihli sayısından özetlenerek alınmış bir yazı bulacaksınız... Yüzlerce bilim adamının "21. yüzyılın petrolü" diye tanımladığı ve uzay teknolojisinden, bilişim sektörüne, nükleer teknolojiden savaş sanayisine kadar pek çok alanın vazgeçil­mez hammaddesi durumuna gelen bor madeni ülkemizin ve çocukla­rımızın geleceğidir... Üzerinde oturduğumuz bu zenginliğin stratejik ve ekonomik öneminin farkına yarmamızı bugünümüzü ve yarınımı n daha iyi değerlendirmemizi sağlayacaktır....
377

20. Yüzyıl boyunca dünyada yaşanan her türlü siyasi, iktisa­di ve askeri gelişmenin baş aktörü durumunda olan petrol yerini bor madenine bırakmıştır. Petrol üzerinde oynanan oyunları hatırlamamız, ülkemizin sürüklendiği ekonomik ve siyasi krizi de kavramamıza yardıma olacaktır... Ülkemizin ve bor madenlerinin geleceğine sahip çıkmamız, kendi geleceğimize sahip çıkmamız demektir... Ham halde­ki değeri yaklaşık l trilyon dolar olan ve işlendiği zaman değeri 6-7 trilyon dolara ulaşan bor rezervlerimiz bir kaç milyar dolara elimizden alınacaktır... Kamuoyunda değeri / önemi pek bilinmeyen ve maalesef hiç tartışılmayan bu konuya dikkatinizi çekmek istedik... Amacımız ülkemizin ve toplumumuzun geleceğinde çok önemli bir rol oynaya­cak bu konuda ortak bir yurttaşlık bilincinin oluşmasına katkıda bu­lunmaktır... Konuya sizin de ilgi göstereceğinize inanıyor, saygı ve sevgilerimizi sunuyoruz. 2000'h yıllar bizim olacak! Petrol orada ise "bor" da burada! Bir başka Anadolu mucizesi yaşanıyor ve bor mine­rali iletişim çağının gözbebeği oluyor Türkiye yaklaşık 2,5 milyar tonluk bor rezerviyle zengin bir ülkedir. Ham haldeyken tonu 400 dolar olan bor mineralinin değeri, işlenerek süper iletken hale dönüş­tüğünde kat be kat artacaktır. Bilim adamları, tahmin edilenden çok daha yüksek derecelerde bile, neredeyse hiç dirençle karşılaşmadan elektrik taşıyabilen metal bir bileşim tespit etti. Dünya bilim çevrele­rini şaşırtan bu bileşimin, özellikle süper hızlı bilgisayarların üreti­minde kullanılabileceği belirtildi. Çok daha hızlı bilgisayarların yapı­mında, oksijen içeren maddelerle çalışmanın zor olduğu yerlerde; magnezyum-bor bileşiminin kullanılmaya başlanacağı haberi üzerine, Northwestern Üniversitesi'nden profesör John Rowell; bilim adamla­rının düşük sıcaklıktı maddeler üzerinde daha Cazla çalıştığını hatırla­tarak, bunların yerine magnezyum-bor bileşiminin kullanılmasının daha avantajlı olacağını söyledi. Rowell'a göre magnezyum-bor yük­sek ısıdaki iletkenliği sayesinde bilgisayar bileşenlerinin 4 kat daha hızlı çalışmasını sağlayabilir... "Bor minerali stratejik bir zenginliktir deterjan sanayisinden uzay teknolojisine kadar yüzlerce değişik alanda kullanılan bor minerali, petrol ve doğalgaz kadar büyük bir stratejik öneme sahip. 20 yüzyılda sınırların çizilmesinde temel unsur olan petrol Ortadoğu için nasıl bir lütufsa, bor da Anadolu için bir hltuftur. Bir ton borun 400 dolar değerinde olduğu ve Türkiye'nin yaklaşık 2,5
378

milyar ton bora sahip olduğu göz önüne alındığında, bu emsalsiz cev­herin Türkiye için ne derece büyük bir zenginlik kaynağı olduğu daha iyi anlaşılır. Toplam l trilyon dolardan fazla olan bu rakam ülkemizin toplam 106 milyar dolar olan dış borcunun yaklaşık 10 katma denk değerdedir.. Amerikan uzay mekiği Challenger'in infilakından geriye sadece Türk borlarından imal edilen kabin kesiminin kaldığı düşünü­lecek olursa borun uzay teknolojisi için ne denli hayati bir madde olduğu da anlaşılabilir Tüm dünyayı kontrol etme gayretinde olan ABD'nin dünya bor rezervlerindeki payının sadece % 13 olduğunu da düşünürsek, ABD-Türkiye ilişkilerinin seyrinde bor mineralinin çok önemli bir rol oynadığını rahatlıkla görebiliriz. Bor minerali, sanayide alternatifi olmayan, vazgeçilmez bir zenginlik Dünyada bor minerali bakımından en zengin ülke ise Türkiye. Ülkemiz dünya toplam bor rezervinin % 70'ine sahip. Bor'un bir çeşidi olan tinkal Eskişehir'in Kırka bölgesinde yoğun olarak bulunuyor. Kolemanit cevheri de Kü-tahya-Emet, Balıkesir-Bigadiç ve Bursa-Kestelek bölgelerinde yer alıyor. Türkiye'nin 1999 yılındaki tabii boratlar toptan ihracatı 121 milyon dolar olarak gerçekleşti... Türkiye 1999 yılında toplam 30 sanayileşmiş ülkeye bor ve kimyasalları ihraç etti... Bor madenlerinin ruhsat ve saha işletme haklan 01.10.1978 tarih ve 2172 sayı ve 10.06.1983 tarih ve 2840 sayılı kanunlar gereğince Eti Holding Ano­nim Şirketi'ne ait "Devletçe isletilecek madenler hakkında kanun"la, 2172 sayılı kanunun 2. maddesinde yer alan "bor tuzları, uranyum ve toryum madenlerinin aranması ve işletilmesi devlet eliyle yapılır" ibaresi gereği bor sahaları ve bor türevleri işletmelerinin özelleştiril­mesi mümkün değil. Eti Holding'in aniden özelleştirme kapsamına alınması, bünyesinde bulunan yüksek kâr marjlı bor isletmeleri nede­niyle, yurt dışından pek çok değişik çevrenin ilgisini çekti. Birer dev sanayi ülkesi olan bati dünyasının, sanayilerini ayakta tutabilmek için muhtaç oldukları bor madenine Türkiye'deki bor isletmelerinin özel­leştirilmesi yoluyla ulaşabilmeleri ihtimalinin ortaya çıkması pek çok soruyu da beraberinde getirdi. Bor işletmelerinin, yurtdışından gelen baskılar sonucu özelleştirme kapsamına alındığı, yapılacak îhalenin kuralına uygun olmayacağına dair söylentiler de hala gündemdedir. Bor Türk ekonomisinin vazgeçilmezidir, özelleştirilmek istenen Eti Holding 2000 yılında 30 trilyon liralık harcamayla, 83.8 trilyon lirası
379

iç satış, 147.1 trilyon lirası dış satış olmak üzere toplam 231 trilyon liralık hasılat elde etmiştir. Yılda 700 bin ton ham, 350 bin ton rafine bor ürünleri satışı gerçekleştiren eti holdingin küçük bir teknoloji yenileme operasyonuyla mevcut üretimini ve satışını kat be kat artıra­bileceği söylenmektedir. Bor madenlerinin özelleştirilmesiyle, bu büyük ulusal servet yabancı sermayenin eline geçecektir. Dünyadaki diğer örneklerde olduğu gibi yabancı sermaye bu stratejik maddeyi işlemek için kaynağında tesis kurmak yerine kendi ülkesine götürerek işleyecek ve Türkiye kendi elleriyle kendi servetini gelişmiş sanayi ülkelerine teslim etmiş olacaktır.
* * *
Değerli Oktay Hocam;
Sözlerime başlamadan, bana "kim olduğumu!" öğreten, bana kişilik ve karakterimi geri kazandıran zatınıza sevgi ve hürmetlerimi sunarım. Hocam ben Anadolu teknik lisesi son sınıf öğrencisiyim
istanbul........ da okuyorum... Yani Türkiye'de yetişen fakat kendisine
gerçek kişiliği dışında bati ve Amerika hayranlığı aşılanan gençler­den. .. (dûn) Bir akşam televizyon kanallarım gezerken sizin katıldığı­nız bir programı dinleme fırsatım oldu...ve koca bir uykudan uyan­dım, o herkesin uykuya hazırlandığı vakitte... tabii benim uyandığım uyku yatakta yatılandan değil hayatta ve gezer haldeyken olan bir uyku... ve her anı kabus bir uyku.... Aman Allah'ım ne kabuslardı onlar... kabus ki "ülkemin bir sürü borcu vardı.... Ve ülkem başkala­rından borç alarak borç ödemeye çalışıyordu... O başkaları karşılığın­da ülkenin kanunlarını yazar, eğitimini düzenler, vergileri belirler, dilini değiştirir, o ülkede arabalarını satar, filmini izlettirir., müziğini dinlettirir.. Hatta iç işlerine karışır, dış ilişkilerini belirlerdi ve ben o
Ülkede yaşadığımdan o ülkenin dilini kullanmaktan aşağılanır.........
boşlukta sallanır dururdum.... Uyandım hocam sayenizde.... Sağ olun!! .. Şimdi bağırıyorum olanca gücümle: Uyuyan diğerlerini u-
vandırmak için....... Hocam en son kitabınızı "Hedef Türkiye" yi alıp
okudum... sınıfımda artık sizi tanımayan yok.. Tüm arkadaşlarını size hayranlık duyuyorlar... Arkadaşım olup da sizi tanımayan yok... Hocam ben bilgisayar bölümü öğrencisiyim fakat yeni yapılan yok (yanlışlıkla oluşturulmuş kurul) aldığı kararla kendi bölümümdeki
380

yüksek evrenkente gidemiyorum.... Yani bilgisayar mühendisi olamıyorum.... Benim gibi mesleki öğretim gören bir çok kişi mağdur
durumda..... Bana bir yıl İngilizce hazırlık okuttular... Kitaplarımız
İngiltere'den gelirdi... 1997 yüz milyon kitap parası ödemiştim....
Kitaplarında; kiliselerini müzelerini, barlarını öğretmişlerdi.......... Ben o
yılı hayatimin en büyük kaybı olarak görüyorum........ Hani Türkiye'de
İngilizce kitap yazacak düzeyde öğretmen yok herhalde... Hocam dertlerimiz saymakla bitecek değil ben zaten bu yazımı sizden bir istirham için yazmıştım hocam sizi görmemiz mümkün mü? Arkadaş­larımla sizi ziyareti çok istiyoruz....
Saygılarımla
* * *
öncelikle Selamım Aleyküm sayın Hocam,
Ben iki yıldır üniversite talebesiyim ve iki yıldır (sizinle aynı görüşleri paylaştığımızı yeni öğrendim dün aldığım ve bitirdiğim birkaç kitap vasıtasıyla) bu görüşlerimi sınıfta veya başka platformlar­da söylediğim zaman gafletten önünü bile göremez bir güruh haline gelmiş insanlar tarafından garipsendim. Hocalar ki bunlar Prof. veya doç. Onlar tarafından bile eleştirildim, insan haklan dersimizin hoca­sına Avrupa 15. Yüzyılda tuvaleti, taharetlenmeyi bilmiyordu bizden öğrendiler dediğimde; sonra Fatih Sultan Mehmet'in hayvan haklan konusundaki fermanım hatırlattığımda ve Avrupa'nın yeni dünya düzeni ve emellerini sıraladığımda; bunlar komplo teorileri dediği bir ortamda sizce nasıl bir ilerleme yapılabilir. Amerika'nın moleküler biyoloji alanında yaptığı son buluşlarla sizden birkaç tane kopyalama-yi başarabilirsek belki kurtuluruz yoksa bu gaflet ordusuyla zor.
Allah yardımcınız ve yardımcımız olsun.
* * *
Hocama selamlar..
Satırlarıma şu sözler ile başlıyor ve de bitiriyorum, şu önü a-çılamayacak gibi gözüken cennet vatanımızda umutsuzluklar ile boğu­şurken, sizin gibi cesur ve de mert insanları ekrandan da olsa seyret­mek bizlere ifadesi güç mutluluklar vermekte...
Teşekkür eder takipte olduğunuzu belirtmekten kıvanç duya­rım. Kendinize iyi bakın ve de hoşçakahn.
381

* * *
Sayın Hocam,
Türkçe hususundaki hassasiyetinizi anlıyor, bu yoldaki çaba­larınızı destekler mahiyette ben ... olarak bizzat ülkem için çalışmaya ölmeye hazır olduğumu bildirmek istiyorum. Şahsını, fen bilgisi öğ­retmenliği programını okumakta olan bir öğrenciyim. Kırşehir'den şirin beldemizden dualar sizinle. Benim kendimce yapmayı planladı­ğım, sizden de yönlendirici olmanızı istediğim bir mevzuu var. Hocam bizlere öğretilmek istenen eğitim çok ezberci, bu yüzden bende sun­umdaki arkadaşlarımı da teşvik ederek fen bilgisi kitabını öğretmenle­re yönelik olarak Türkçe terimleri kullanaraktan saf tertemiz yepyeni bir kitap şeklinde vermeyi düşünüyorum. Kitabın içeriğini şöyle ver­meyi düşünüyorum: öncelikle öğretmenlere Türkçe eğitimin önemini, sonra konulan bizzat anlatarak, nasıl yani deneysel, görsel, birebir öğrenciye yaptırmayı ilke edinen korkak olmayıp, girişimci nesil ye­tişmesi için çabalayan bir kitap. Tabii bu kitap-tamamen öğretmenlere yönelik olacak onlara fen bilgisi konularını ünite ünite kitapta biz, önce öğretmene anlatıp, öğrenciye böyle verilir bir ders diyebilecekle­ri çok değişik bir kitap hazırlamayı düşünüyorum. Kendim oyunlaştı-rarak, deneyleştirerek, öğrenciyi hedef almış bir çok üniteyi bitirdim. En büyük amacım her şeyin Türkçesi'ni önce öğretmene anlatıp bu işin doğrusu böyledir deyip, örn. Eksicik (elektron) gibi- vermeyi düşünü­yorum, size bu senenin sonuna doğru bir örneğini yollayacağım inşal­lah.
Ezberci eğitime savaş açan biz yeni nesile dualarınızı deste­ğinizi eksik, etmeyin.
NOT: Hocam, ezelden beri kristal yapılar ve nicem mekaniği ilgimi çekmiştir. Özellikle kristal yapılardaki uyum beni hayret içinde bırakır. Bence bu uyum hayatın şifresini verecektir. Bu hususa eğil­meyi şimdilerde sizden aldığım güçle daha ciddi düşünüyorum; çünkü arak ezbere değil, aşık olduğum konulara eğileceğim.
Saygılarımla Önerilerinize muhtacız. * * *
Değerli hocamız Oktay Sinanoğlu,
382

Ben ve arkadaşım sizinle şahsen tanışmak istiyoruz. Ben An­
kara üniversitesi fizik bölümü mezunuyum ve şu anda ODTÜ de yük­
sek lisans yapıyorum. ......... da Ankara üniversitesi fizik bölümü son
sınıf öğrencisi. Sizin hafta sonlan Ankara'da olduğunuzu Türk dünya­sı kültür merkezindeki bir yetkiliden öğrendik. Size Türk dünyası kültür merkezi vasıtasıyla ulaşmaya çalıştık ama şu ana kadar bu mümkün olmadı. Ben, yakın zamanda yüksek lisans için burslu olarak Amerika'ya gideceğim ve arkadaşım da lisansta üzerinde çalıştığı enerji yükselteci ve hızlandırıcı sürücü sistemi konusunda yüksek lisans yapmak istiyor. Ülkemiz için faydalı bir şeyler yapmak istiyoruz. Gayemiz bu.
Sizin değerli zamanınızı almak istemeyiz ancak müsait oldu­ğunuz bir zamanda görüşüp fikirlerinizden ve tavsiyelerinizden yarar­lanmak istiyoruz. Bizi dikkate aldığınız için şimdiden teşekkür ediyo­ruz.
Görüşmek dileğiyle.
* * *
Saygıdeğer hocamız, yayınlarınızı, konferanslarınızı ve TV
programlarınızı ilgiyle ve coşkuyla yakından izliyoruz, yaptığınız
hizmetlerden dolayı size şükranlarımızı ve saygılarımızı sunuyoruz.
Maalesef sizinde belirtmiş olduğunuz gibi güzel Türkçe'miz yeterince korunamıyor, gereken ihtimam gösterilmiyor, önce dil, sonra din, daha sonrada topraklarımızın elden gitmemesi için her zaman ve her yerde uyanık olmamız gerekiyor.
Ülkemizin sizin gibi insanlara çok ihtiyacı var, bize düşen görevde sizlere destek olmaktır. Saygılarımızı sunar, sağlıklı ve mutlu günler dileriz.
* * *
Sayın Hocam,
Okuduğum ve dinlediğini kadarıyla, sahibi olduğunuz fikirle­ri destekliyorum. Bu görüşlerin, sizin gibi konuştuğunda kulak kabar­tılan bir kişi tarafından söylenmesi, yüreğime su serpiyor.
Türk milletinin ulusal varlığını koruması açısından en zorlu dönemini yaşadığım düşünüyorum.
383

Gönülden desteklerimi ve saygılarımı sunmak için bu mektu­bu yazdım.
Çalışmalarınızda basanlar.
* * *
İyi günler Oktay Bey;
Aslında size sevgili hocam; sayın Prof. Oktay Sinanoğlu diye
hitap etmek isterim. Her ne kadar dersime girme imkanınızın olmama­
sına rağmen gerek okuduğum makaleleriniz olsun gerekse dergide
çıkan yazılarınız olsun, sizi takip etmekteyim. Her yazınızdan bir
şeyleri ders çıkardığım için ben de sizin bir öğrenciniz sayılırım. Bu
ülke için yapmış olduğunuz her şey için; bir Atatürk Türkiyesi gençliği
olarak size minnettarız. Atatürk gençliği olarak bizde sizlerden bir
şeyler kapıp bu ülke için elimizden gelen herşeyi yapmalıyız. İsterse­
niz kendimi tanıtayım size.. Ben ............................ Üniversitesi Endüstri
Mühendisliği ... Sınıf öğrencisiyim. Her ne kadar bölümüm itibariyle bilimsel çalışmalarla çok haşır neşir olmasam da, bilimin ve bilim adamlarının fanatik bir hayranıyım. Size çok büyük bir saygım ve sevgim var. Her zaman bilim adamlarının hayatlarını ve çalışmalarım okurken; neden bizim de böyle bir bilim adamımız yok diye hayıfla-mrdun. Ama sizi tanıdıktan sonra inanın kendimde inanılmaz bir gü­ven hissettim. Her zaman Türk insanının zeki ve başarılı olduğuna inandım ama örnekleri maalesef azdı. Sizi bu yüzden Türk gençliğine vermiş olduğunuz güven içinde size çok teşekkür ederim. Umarım beni yanlış anlamıyorsunuzdur. Yani, size yağ çektiğimi düsünmüyorsunuzdur umarım. Bazı insanlar hemen böyle anlıyorlar da.
Size daha birçok şey için teşekkür edebilirim ama zamanınızı çokta almak istemiyorum. Şu aralar Türk Aynştaynı isimli kitabı okuyorum. Yani bir Oktay Sinanoğlu kitabı. Kitapta, sizin Yıldız Teknik Üniversitesine geliş ve üniversitede yaşamış olduğunuz olaylar çok ilgimi çekti. Bu kadar haksızlığa rağmen hala üniversitede kalmış olmanız harika birşey. Şahsen, benim için harika birşey. Şu anda oku­duğum üniversitede hayran olduğum birinin olması beni heyecanlan­dırıyor. Davutpasa kampüsündeki odanızı gördüm ama içeri gireme­dim. Acaba sizinle ufak bir görüşme imkanımız olabilir mi? Eğer
384

yoksa hiç sorun değil. Size elektronik posta yoluyla da ulaşmak gayet hoş geliyor bana. Elektronik postalanma cevap verirseniz çok sevini­rim. Bu kadar uzun yazıp zamanınızdan çaldığım için özür dilerim. Ama size teşekkürleri mi kısa yapamazdım
Sağlıklı ve mutlu günler dilerim.
NOT: 16-17-18 Nisan tarihlerinde yapılacak olan 4. Yıldız Teknik Üniversitesi Kalite Günlerine bekleriz. Yer: Yıldız Kampusu Oditoryumu, Saat: 10:00-16:30
* * *
Sayın Sinanoğlu;
19 mayıs 1973 - .... doğumlu, lise mezunu (S yılı İngilizce eğitim veren özel lisede), kendini reklam piyasasında yetiştirmiş bir grafik ve web sitesi tasarımcısıyım. 18 yaşında atıldığım meslek haya­tında, doğru insanlarla tanışarak televizyonda senaryo asistanlığı, oyunculuk ve sanat yönetmenliği deneyimlerim de oldu. Aile bağları­mı yıllar önce kopardım ve iki yıl önce sevdiğim insanla evlendim. Bir iş başvurusu niteliğinde kendimi tanıtmaya çalıştım. Ama, insana gerçek kimliğini veren bunlar değildir. En fazla içimliğinin oluşmasın­daki sebepler olabilir. Sizi fazla sıkmadan, üstelik "ben bu filmi şey* rettim" dedirten kısa hikayemi ve bu hikayenin ana fikrini sunmak isterim.
Annem ve babam Almanya'da tanışarak evlenmişler. Annem babamın ikinci esi ve babamın ilk eşinden 3 çocuğu daha var. Anne-baba ve çocuktan oluşan bu çekirdek aile daha ben doğmadan bir iki ay önce dağılmaya başlamış. Bize şu anda yabana olmayan sebepler­den; çapkın ve alkolik koca, asi ve hırçın bir hanım. Doğumumun ardından babam beni almayı çok istese de anne tarafım buna müsaade etmemiş, böylelikle de ben babamı hiç takmadan büyümek zorunda kalmışım. Annem (kendi söylemiyle) bez paramı kazanmak için Al­manya'ya geri döner ve beni ananemin yanına bırakır. Sadece yılda bir kez gördüğüm annemin 1978 yılında uyuşturucu kaçırmaktan hapse girdiğini öğrendim. 1980 yılından itibaren de annemi hapishane ha­pishane ziyaret etmeye başladım. 1984 yılında anneannem vefat edin­ce zengin bir beyle dost hayati yaşayan teyzemin yanında kalmaya başladım. Enişte zengin, ben evde fazlalık olunca bana çok büyük bir
385

iyilik yaptılar ve beni ........... Lisesi'ne yatılı öğrenci olarak verdiler.
ingilizce eğitim denilen saçmalıkla birlikte bir de sahip çıkılmamak işin içine girince serseri, inançsız ve kültürüne tam anlamıyla düşman bir gençlik geçirdim. Rock müzik grubu kurup İngilizce şarkı sözleri yazdım, ateizm, satanizm isyanına katıldım. Sonuçta okulda çok tutu-natnadını ve lise 1. Sınıfla okuldan atıldım. Özel lisenin ardından normal devlet lisesinde hiç okuyamadım ve okul hayatıma ara verdim. Bu arada annem afla salındı. Birlikteliğimiz iki gün sürdü ve kendi hayatını yaşamak istediğini söyleyerek beni tekrar ortada bıraktı. Yıl 1991 idi ve bu yılın aslında en önemli olayı bu değildi. Yakın arkada­şım bana, Adnan Oktar'ın 600 sayfalık Yahudilik ve Masonluk kitabı­nı verdi. Kitabı su gibi 3 günde bitirdim ve taa o günlerde "neler olu­yor bize? Bana neler oluyor?" şarkısını söylemeye başladım. Dışarı­dan birileri kalkıp deseydi ki; Siyonistler ve masonlar ülkeleri parçala­yıp kendi kontrollerine almaya çalışıyor; "Bana ne!" derdim. Ama farkettim ki, asıl bana, benim benliğime, kişiliğime ve kimliğime yapılan bir saldın var. Geçen on yıl boyunca bir yandan öğrendikleri­mi paylaşacak insanlar bulmaya, bir yandan da ailemin benim gelişi-mimdeki hatalarım onarmaya çalıştım. Liseyi dışardan bitirdim, oku­yacak param olmadığı için açık öğretime kaydoldum ve asıl eğitimimi mesleğin içinde tamamladım. Ama hala öğrendiklerimi paylaşacak veya bunların doğrultusunda hareket edebileceğim insanlara ulaşama­dım. Bana Yahudilik ve Masonluk kitabını veren, uzun soluklu tek dostum, birkaç ay önce bana "Yalnız değiliz, bak kimler varmış bu ülkede", diyerek sizden bahsetti. Ulusal televizyonu ve Cevizkabu-ğu'ndaki tartışmalarınızı izledim. Siz ve sizin gibi çok önemli insanla,-nn bizi, ülkesini, dinini, dilini, milletini ve bizi biz yapan değerleri seven insanları heyecanlandırdığınızı, hatta ve hatta gelecek için u-mutlandırdığınızı söylemek isterim.
Sayın hocam; insanların dünyaya yesinler, içsinler, çiftleşip üresinler diye gelmediğine inanıyorum. Bu dünyaya hayvan gibi ya­şamaya değil, insan olduğumuzu öğrenmeye ve bu bilinçle insan sıfa­tına ulaşmaya geldiğimize inanıyorum. Madde üstü akıl ve ruh birlik-teliğryle kainatın yaratılmış en mükemmel canlısı olabilmek. Bizleri bu erdemlerden ılıklaştırmaya çalışan bu maymun ırkıyla mücadele­de, en küçük birimlerden başlayarak, giderek büyüyen birlikteliklere
386

ihtiyacımız var. Arkadaşım ve ben, söylemlerinizden böyle bir birlik­teliğin ve komple mücadelenin ipuçlarını görüyoruz. Lütfen bizleri yalnız bırakmayın. Sizinle tanışmak ve bu milli hareketin için­de yer almak istiyoruz. Gerek yeteneklerimiz, gerek gençliğimiz, gerekse bilgimizle faydalı olabileceğimize inanıyoruz. Umarım bizlere inanır ve tanışma, birlikte çalışma talebimizi olumlu yanıtlarsınız.
Saygı ve sevgilerimle;
* * *
Hocam, öncelikle saygılar sunuyorum.
Türkçe'ye gönül verdiğiniz ve bizleri Türkçe gönüllüleri (en azından adayı) yaptığınız için. ... Üniversitesi,İİBF .... Bölümü araş­tırma görevlisiyim. Lisans eğilimimi ODTÜ siyaset bilimi ve kamu yönetimi bölümünde (daha doğrusu department of political science and public administration'ta çünkü okulumun duvarlarında bölümü­mün adı bu şekilde yazılıdır) yaptım, yabancı dilde eğitimin zorlukla­rını taa Anadolu Lisesi'nden beri yaşayarak öğrendim. Araştırma görevlisi olduktan sonra "Oktay Sinanoğlu ve Türkçe" adlı yapıtın da verdiği güven duygusuyla "Cumhuriyet Döneminde Siyaset Bilimi Ve Yönetim Bilimi Terimlerinin Türkçeleştirilmesi" adlı bir yüksek
lisans tezi ha zırlamaktayım
Bir Türkçe, bilim ve gönül devi olarak sizin (zahmet buyu­rursanız) tezimin içindekiler sayfasını incelemenizi diliyorum. Arzu buyurduğunuz takdirde size ileteceğim tezimin içindekiler sayfasını. Daha fazla zamanınızı almak istemiyorum. Dilerim Allah size uzun ömürler ve afiyetler verir. Çünkü Türkçe'nin ve Türkiye'nin size ihti­yacı var. Tekrar saygılar sunuyor, ellerinizden öpüyorum.
* * *
Çok kıymetli Oktay Hocam,
Ben şu anda. Üniversitesi Tıp Fakültesinde yardıma do­
çent dr. olarak ............ Anabilim Dalı'nda görev yapmaktayım. Sizi
ancak televizyondan, ilk kez kanal 7'deki programda gördüm, dinle­dim ve tanıdım Bu kadar geç olarak sizi tanımış olmaktan dolayı bilemezsiniz ne kadar üzüldüğümü. Yine de şanslıyım sanırım Sizi size övmeye gerek yok. Onun için, hiç vaktinizi almayacağım. Sizi
387

tanır tanımaz hemen "Türk Aynştaynı" adlı kitabınızı okudum. İnanır mısınız: yaşım belki ileri olmasına rağmen o anda sizi bir "idol" olarak aldım desem yanlış olmaz. Şu anda uluslararası hakemli dergilerde 40 kadar yayınım olmasına rağmen sizi tanıdıktan sonra bunun aslında hiç de önemli birşey olmadığını anladım. Çünkü gerçek bilim yaptı­ğımıza ben de inanmıyordum ve sanki birazcık birilerini taklit ettiği­mizi düşünüyordum. Siz beni haklı çıkarttınız. Sayın hocam, Türkçe hakkındaki düşüncelerinize kesinlikle katılıyorum ve o kadar ileri düzeyde İngilizce bilmeme rağmen (40 yayın öylece .yazıldı zaten) hiçbir kongrede derdimi İngilizce anlatamıyorum. Anlatsam da birkaç kalıp cümle ile ancak ifade edebiliyorum. Halbuki yularımı maddi manevi jngilizce öğrenmeye adamıştım (ÜDS= Üniversiteler Arası Kurul Yabancı Dil Sınavı notum 97 dir). Çünkü herkes birbirini kan­dırıyor. Son "Ceviz Kabuğu" programındaki düşüncelerinize tamamen katılıyorum. Sizinle en kısa zamanda tanışmayı arzu ederim. Kendi kendime "o kadar İngilizce bilmeme ve yazmama rağmen niçin İngi­lizce kaynaklardan çalıştığım bilgiler aklımda yeterince ve uzun süre kalmıyor" diye hep düşünmüşümdür. Hakikaten aslında herşeyi ezber­lemeye çalıştığımızı anlamam biraz geç oldu.
Bu e-mailime bir cümle ile cevap yazabilirseniz en azından okuduğunuzu anlar mutlu olurum.
Saygılarımla
* * *
Sn. Prof. Oktay Sinanoğlu,
8 Nisan 2002 tarihli Milliyet gazetesindeki röportajınızı oku­
dum. Etkilendim. Çünkü anlattıklarınız zaten benim 2 senedir düşün­
düklerim ve öngördüklerimdi. Şu an 17 yaşındayım................. Anadolu
lisesi, 10. sınıf öğrencisiyim. Röportajınızda "Türkiye gençleri değer­lendirmeli" demişsiniz. Doğru. Bu kadar genç nüfusa sahip olup, onla­rı bu kadar az önemseyen başka bir devlet yoktur herhalde. Ne yazık ki bize ezberci bir öğretim veriyorlar. (Dikkat edin eğitim demiyorum çünkü eğitim yok). Biz de bu ezberci öğretim sisteminde kuru kuru derslerimizi ezberliyor ve sonra notlarımızın hepsini 5 yapmaya çalı­şıyoruz. Araştırma, geliştirme, bilginin kaynaklarına yönelme gibi gerekli eğitim unsurları bize hiç gösterilmiyor. Öğretim sistemimizin
388

bir diğer sorunu da; bizim lise düzeyindeki tarih derslerimizde en son olarak inkılap tarihi isleniyor. Halbuki, inkılap tarihinde biliyoruz ki hep yararlı isler yapılmış. Ama Türkiye'de birşeyler yanlış yapılmış ki biz bu hale gelmişiz. Bu da 1938 sonrası dönemde ve özellikle son 50 senede olmuş. Bakın tarih dersi kitaplarına, sayfalarca Osmanlı'dan bahseder, (tamam iyi ama biraz fazla) ama gelin görün ki son 50 sene­nin tarihi bizden tamamen gizlenmiş, yapılan tüm yanlış isler tarihin gizli sayfalan araşma karışmış!!. Ve, bunu bilmeyen yeni nesiller (her zaman gençlik) bu hatalara tekrar tekrar düşmüş ve ne yazık ki hak düşmekte!!. Bence, sağcı ve solcu olmamalı, Türkiye'nin menfaatleri olmalı. Her devlet kendi benliğini, dilini, kültürünü korumakta. Biz ise tam tersine yozlaştırmaktayız. Neredeyse gençlik Türk olduğundan utanacak. Herkes menfaatçi ve çıkara olmuş. Tüm genç nesil en kısa yoldan para kazanmanın yollarını arıyor. En kısa yoldan para da, tabii ki iyi yollarla değil, sahtekarlıklarla kazanılıyor!! Ve gençlik gerçek­ten sahtekarlıklara teşvik ediliyor!! Dış politikadan da bahsetmişsiniz. Son 50 yıldır dış siyasetimizin sadece yalvarmak olduğunu söylemiş­siniz. Size katılıyorum. Zaten genç neslin önemli bir kısmı da bunun farkında Ama hiç bir kimsede bu konu için bir ümit yok. Çünkü biliyoruz ki Türkiye'nin 115 milyar dolar dış borcu var ve sadece bu borç Türkiye'yi dışarı bağlamaya ve ne yazık ki sömürgeleştirmeye yeter. Borçlar konusunda ülkemize çözüm üretebilecek birçok genç var ama politikacılarımızın nerdeyse hiç biri 45 yasından genç değil. Hala eski kafalı düşünüp eski tip politikalar uygulanıyor ve biz hızla geriye gidiyoruz. Gerçekten de IMF ve ABD Türkiye'yi neredeyse satın almışlardır. Ve hiç bir kimse çıkıp da ne oluyor bize demiyor. Basımıza bir sürü sorun vermişler (Kıbrıs, PKK, irtica, Ege adaları, Ermeni soykırımı iddiası, Avrupa Birliği sorunu gibi). Çok acı ki bizim politikacılarımız uyuyor ve diğer devletler Türkiye'yi kendi menfaatleri icabı karıştırıyorlar. Biz bir çok tuzakta duygusal davranı­yoruz ve hep o tuzaklara düşüyoruz. Sadece l yıllık politika bile yapamıyoruz ama mesela Avrupa Birliği, ABD 100 yıl hatta 200 yıllık
politika yapıyorlar........ Anadolu lisesi öğrencileri arasında bir oylama
yapılsa (Avrupa Birliği hakkında), iddia ediyorum ki %75'i Avrupa'nın Türkiye'yi Avrupa Birliği'ne almayacaklarını söyleyecektir, çünkü onların bize tarihten gelen düşmanlıkları var. "Türk, öğün, çalış, güven" demiş Atatürk. Siz de bunu
389

Atatürk. Siz de bunu vurgulamışsınız. Bugünkü siyasetçilerimiz ise bu söze sanki söyle bir karşılık buluyorlar: Türk, borç al, üretme, utan! En büyük sorunumuz adaletsizlik. Suçu isleyen kimseye artık nerdey-se ödül verecekler. Suçlu her zaman suçludur ve cezasını çekmelidir. Suçlar cezasız kalınca, o toplumda her türlü anarşinin olması doğaldır-. Herkes biliyor Türkiye'nin yolsuzluk ve rüşvetteki birinciliği kimseye kaptırmadığının Çok acı!! Keşke 2. Bir Atatürk gelse de adaletin gücünü herkese gösterse!! Okulumuzdaki öğrencilerin bir çoğu dış politika hakkında hiçbir şey bilmiyor. Ama ben araştırıyorum, sorguluyorum, bilgisayarı iyi şeyler yapmak için kullanıyorum, 'neden böyle' diyebiliyorum, dış politikayı takip edebiliyorum, gençliğin sorunlarının farkındayım, gençliğin cahilliğinin de farkındayım, her akşam haberleri takip etmeye çalışıyorum, Türkiye'nin sorunlarına çözüm olabilecek projeler üretmeye çalışıyorum, Atatürk'ü seviyorum ve onun düşünceleriyle onun izinde aydın, düşünen, dürüst bir insan olarak yürüyorum. Eminim ki herşey bir gün düzelecek... Türkiye yemden eski heyecanını yakalayacak... ve ben herşeyi düzeltmek istiyorum, her sorunu çözmek... Ve umarım bunu başaracağım ve hayallerimdeki tam demokratik, çağdaş medeniyetler seviyesini geç­miş, temiz, güçlü bir Türkiye Cumhuriyeti gerçekleşecek... Bir gün olacak... Bir gün...
EK: yazım biraz uzun, biliyorum , ama bu tamamen benim duygularımın kağıda yansımasıdır. Düşüncelerinizi kendime yakın bulduğum için bunları size belirttim. Siz söylenmeyenleri söylüyorsunuz, özür dilerim daha kitabınızı okumadım ama mutlaka yalanda okuyacağım. Bana en kısa zamanda cevap yazarsanız çok memnun olacağım.
Saygılarımla
* * *
Merhaba,
İsmim .... 27 yaşındayım; sizi son 3 yıldır ekranlardan takip etmekteyim. Türkçe eğitim hakkındaki düşünceleriniz ve fikirleriniz ilgimi çekti; ancak sizde biliyorsunuz ki Türkiye'de bazı şeylerin düzelmesi için, vatanını seven insanların, sermaye üstünlüğü olmadık­ça bu konuda ve diğer ülke meseleleri hakkında asla haklılık iddia
390

edemeyecekleri gerçeğinin farkında olduğunuz halde yıllardır. Yazmış olduğunuz kitapların ve söylemiş olduğunuz sözleri anlayabilecek derecede potansiyel anlama kabiliyeti olan insanların bu ülkeyi yö­netmedikleri açıkça ortada Bu bağlamda şunu ifade etmek isterim ki, Türkiye gençliğinin_samimi düşünen ciddi ve kapitalizmin esiri olma­yan demokratik fikirlere sahip kişilere ve yöneticilere ihtiyacı vardır. Ayrıca biz Türk gençliği olarak Türkiye nüfusunun genç olduğunu da varsayarsak; genç düşünen taze fikirli insanlar tarafından yönetilmesi­ni istemekteyiz. Osmanlı torunları olarak 22 yaşında ülkeler fetheden 7 yabancı dil bilen bir potansiyele sahip Fatih Sultan Mehmet'in to­runları olarak bizi yöneten insanların 25 ile 40 yaş arası insanlar olma­sını ve ülkenin basma geçtiğinde siyasetten uzak, adil, demokratik düşünen insanların başımızda olmasını tercih etmekteyiz. Ama bu­günkü siyasetçiler, bizlere bu hakkı tanımamakta çünkü gençlerdeki enerjiden korkmaktadırlar. Türk gençliği olarak atacağınız her türlü adımda destekçiniz olduğumuzu bilmenizi isterim. Ayrıca Türkçe için vermiş olduğunuz mücadelede Türk gençliği olarak yanınızdayız;
Saygılarımla * * *
Sayın hocam Oktay Sinanoğlu,
Uzun zamanıdır mail adresinizi aramaktayım. İş Bankası kül­tür sanat bölümünden aldığım adrese daha önce yazdım ancak maale­sef doluluktan geri geldi. Gecen Cumartesi günü sizin 'ceviz kabuğu' programının konuğu olduğunuzu ve elektronik posta adresinizin de verildiğini görünce inanın çok sevindim, öncelikle bazı makalelerini­zin toplandığı "Bye Bye Türkçe", daha sonra da Sayın Emine Çayka­ra'nın sizinle sohbet seklinde yazdığı "Türk Aynştaynı" kitabını oku­dum. İlk kitabı okurken, Türkiye ile ilgili bu şekilde kötü niyetler olduğunu aklım alamadı. Daha doğrusu aklım alıyordu da, zira 'Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur" sözüne inanırım, kalbim kabul edemiyordu. Bu kitabınızı okuduktan sonra sizin katıldığınız televiz­yon programlarını takip etmeye çalışıyorum ama maalesef çok yeterli sayıda yok. Bir defa sanırım kanal 7, bir defa da Mesaj TVde yakala­yabildim (Bir de TRT2'de çok kısa bir program) sizin katıldığınız programlan, ve en sonunda geçen Cumartesi sizi ATV'de izledim*. Ama size ayrılan zaman çok yetersizdi ve sizi programın olduğu stüd-
391

yoda tekrar görmek isteriz. Ben de Orta Doğu Teknik Üniversitesi .... bölümü mezunu bir Türk genci olarak, özellikle üzerinde durduğunuz hususları yaşadığımı belirtmek isterim. Bunu itiraf ederim ki İngiliz­ce'yle ilgili kompleks öyle yerleşmiş ki, bunu yeni algılayabiliyorum ve daha benliğimi ve kendime ait doğru çizgimi ancak çizebiliyorum. Çünkü kendimi dinlemeyi ve kendimi tanımayı ancak birkaç yıl önce yani 20'li yaşlarımın sonunda öğrenebildim. Yani en önemli şeyi öğrenememişim bugüne kadar. Artık Türk tarihini, Türk eserlerini, Türk-İslam felsefesini ve tasavvufunu daha öncelikle okuyorum ve öğrenmeye çalışıyorum. Artık konuşurken kelimelerime daha dikkat ediyorum ve her ne kadar tepki alsam da karşımdakileri de uyarıyo­rum, ikinci kitabınızı okuduğumda ise, bugüne kadar sizi tanımamış olmaktan inanın ki çok üzüldüm. Çünkü sizin gibi bir Türk insanının varlığı kesinlikle bütün Türk gençliğinin özgüvenini uykusundan uyandıracaktır. Kitabınızda verdiğiniz bilgilerden başka, özellikle bizlere bitap bölümlerinizde göğsümün kabardığını hissetim. Bir e-ğitmen kızı olduğumu da belirtmek isterim. Geçen gün emekli ilkokul öğretmeni olan annemle konuştuğumuzda, ki kendisi.... 'da yaşamak ta, sizin Bodrum'da yaptığınız toplantıya gittiğini çok etkilendiğini ve hemen kitabınızı okumak istediğini söyledi. Sayın hocam, gerek kitap­larınızda gerekse katıldığınız programlarda insanlarla devamlı bir alışveriş içerisinde olduğunuzu anlayınca kısacık da olsa duygularımı sizinle paylaşmak istedim. Gözümüzdeki perdeyi kaldırmamızı sağla­dığınız için teşekkür ederim. Aslında size daha çok şeyler yazmak ve sizin bilgilerinizden daha çok faydalanmak isterim. Sizi daha çok televizyon programlarında görmeyi arzu ediyoruz, ve sizin de her zaman belirttiğiniz gibi arkanızda uyanmış ve aydınlanmış, hergün de sayılan katlanarak artan bir Türk halkı var. Bundan başka da maille­rimin geleceğini belirtirsem umarım sizi sıkmamış olurum. Ayrıca
sizin toplantı programlarınıza nasıl ulaşabilirim. .............. 'da yaşıyorum
ve henüz hiçbir toplantınıza katılamadım bu konuda da aydınlatırsa-mz sevinirim.
Saygılarımla
* ** Sayın Hocam;
392

Sizi; Kanal 7 televizyon kanalında tesadüfen dinlemeye baş ladım ve adınızı ilk kez orda duyarak tanıdım (Bunu kendimin bir eksikliği kabul ediyorum. Ama hocam sizin gibi dosdoğru doğrulan söyleyen birisini bize tanıtmama ları anlıyorum ki gayet doğal.) Ko­nuştuklarınızı duydukça o aksam başka hiç bir şeyi duymaz oldum. Sadece sizi dinliyordum. Konuştuklarınız o kadar derinden beni etki­ledi ki bir nevi gözlerimin açılmasına yol gösterdi. Sizin hakkınızda Emine hanımın yazmış olduğu kitabı okudum hem de bir solukta. Okudukça da sizin, Türk insanına yol göstermek için nasıl uğraşlar verdiğinize tanık oldum. İçinizdeki Atatürk anlayışınız, vatan sevginiz bazı insanların yaptığı gibi göstermelik değil doğuştan gelen sevgiler.
Eminim ki, Türkiye'yi uyandırmayı başaracaksınız. Ben de, sizden ilham alarak çevremdeki herkesi bu konuda dikkatlerini bu noktaya çekmeye çalışıyorum ve bende bundan sizin gibi vazgeçme­yeceğim. Hocam, aslında çok şey yazmak isterdim ama sizin o değerli vaktinizi çalmaktan korkuyorum.
Çalışmalarınızda basanlar dilerim.
* * *
Sayın Sinanoğlu,
Hedef Türkiye adli kitabınızı okudum. 252. Sayfada 11 eylül­de dünya ticaret merkezine çarpan uçağın. J. P. Morgan'a ait 20 katın bulunduğu bölüme çarptığını iddia ediyorsunuz. Dünya ticaret merke­zinde J. P. Morgan'a ait hiçbir adres yoktur. Bahsettiğiniz 20 kat Morgan Stanley bankasına aittir. J. P. Morgan ile Morgan Stanley arasında hiçbir organik ya da yasal ilişki yoktur. İkisi de birbirlerinin rakibi olan bankalardır. Bu maddi hatayı düzeltmenizi rica ederim. Böyle bariz bir hata kitabınızda bahsettiğiniz diğer konuların doğrulu­ğu konusunda şüphe uyandıracaktır.
Saygılarımla,
* * *
Sayın Hocam...
Ben,....... evrenkenti .... bölümü 3. Sınıf öğrencisiyim. Haya­
tım gecenin geç bir saati Kanal 7 ekranlarında sizin konuk olarak
teşrif ettiğiniz sunuyu görünce değişti. Şöyle ki; uzun süredir karam-
393

sarlık içinde gidişatı düşünmekte idim ve inanın son 4 ayda yaşadığım ve şahit olduğum olaylardan sonra inanın bana artık Allah'ın adaleti­nin bir an önce tüm insanlığı yeryüzünden almasını niyaz etmeye başladım.. Öyle ki hayata dair manevi değerlerin köreldiği şu günlerde maddeye olan talep beni utandırmaya başladı. Şunu da belirtmem lazım, Haziran ayında Maryland eyaletinde bulunan Baltimore şehrine gittim ve yaz boyu orda çalıştım. Önce garsonluk, ardından da sevdir ğim iş olan fotoğrafçılık Ve öyle ki orda maddenin ne kadar değersiz olabileceğini ve mananın ne kadar anlamını yitirebileceğini gördüm ve Allah'ı daha sık anar oldum ve çok şükür ki hiçbir yanlış yola sapma­dım. Bunları size niye anlatıyorum.
Çünkü ne yazık ki memleketini 5 paraya satacak olan dimağ-lanndaki damarlarda kan tükenmiş hainler arttı memleketimde. Or-dayken 3 Türk'le beraber kalıyordum ki biri zaten açık açık Kürtlü-ğüyle övünüyor ve milliyetçilik yapmaya çalışıyordu aklınca öyle kötü günler geçirdim ki onlarla o kadar olur. Ve tahmin edin kaç kişi vatanına geri döndü. Sadece ben. Öyle ki belki de aralarında maddi durumu en kötü olan ve Amerika'ya arkadaşlarından borç alarak gelen ben idim. Her ne kadar orda 4 ay gibi kısa bir süre kaldıysam da sizin hissettiklerinizi anlıyor ve destekliyorum. Annemin dediği gibi: "Bu çocuk bir tabak cacığı Amerika'ya değişmez." Ama gerçekten öyle. Allah'ın bu topraklara verdiği maddi manevi tüm nimetlerin farkında değil bu insanlar Ama şunu da bilin ki bu vatana canını seve seve feda edecek vatan evlatlarının da sayısı biç de az değil. Kitabınızı aldığım günden beri, bir görev edindik arkadaşımla O da kitaplarının aldığımızdan beri elinden geldiğince Türkçe ülküsüne -belki de vazi­fesine- gönlünü vermiş can dostumdur (ama üzülerek ve özür dileye­rek söylüyorum korsan kitaplardan aldık; ama l orijinal kitap yerine 3-4 tane alıp etraftaki arkadaşlarımıza okutuyoruz; umarız bizi mazur görürsünüz.)
Sayın Hocam, sizin ne kadar yoğun şekilde davanın peşinden koştuğunuzun farkındayız ancak üniversitede ortamı ayarlasak gelip bizi aydınlatır mısınız? Ve sizden açık hedefler tayin etmenizi istiyoruz. Zaman ayırdığınız için size minnettarım. Gönül bahçenizde-kileri lütfen bizle de paylaşın.
394

Allah'tan niyaz ederim ki sizin gibi doğruluk, dürüstlük yo­lunda yürüyenlerin yolunu açsın, ömrünü uzatsın...
* * *
Sayın Sinanoğlu,
Sizi, toplumumuzu aydınlatıcı ve kendisine özgüvenini yeni­den kazandırıcı çalışmalarınızdan dolayı kutluyor ve teşekkür ediyo­ruz . İlerlemiş yaşınıza rağmen ülkeniz için duyduğunuz heyecan ve erke hepimizi derinden etkiliyor ve mutlu ediyor. Bizler de aynı heye­canla kendi çocuklarımıza ülke sevgisinin her şeyden önemli olduğu­nu, cumhuriyet değerlerimize sımsıkı sarılınması ve çok çalışmamız gerektiğini anlatıyor ve benimsetiyoruz, harcadığınız erkenin, çabala­rın karşılıksız kalmadığından emin olabilirsiniz
Saygı ve sevgilerle
* * * l
Saygıdeğer Hocam;
Sizi yürekten kutlarım; Lütfen kutlama sözünün bile çok hafif olduğunu anımsatmama izin verin. Güzel Türkçe'mizin eğitim dili olması yolunda çabalarınızın onurlu bir neferi olduğumu bilmenizi isterim. Kanımca, sizin başlattığınız bu kampanya Türkiye'nin kurtu­luşu kampanyasıdır. Türkiye'yi bu duruma getirenlerin İngiliz muhip­leri cemiyeti üyeleri gibi, amerikan mandacıları gibi güdümlü oldukla­rı o kadar açık ki; sizin bunu bir kuva-yı milliye ruhu ile dile getirme­niz çok önemli. Saygıdeğer hocam; lütfen tereciye tere sattığımı dü­şünmeyin. Atatürk'ün en önemli özlemlerinden biri, unutulmuş, bilim­sel olarak o zamana dek incelenmemiş, grameri ve sözlüğü oluşturu­lamamış güzel Türkçe'mizi bir bilim dili yapmaktı. Gerçekten de o güne kadar yapılan ciddi bir çalışma yoktu. Türkçe ile ilgili ilk ciddi sözlük çalışması 1901'de basılmış olan Şemsettin Sami'nin Kamus-i Türki adlı yapın idi ki, dikkat ederseniz, Türkçe için kaleme alınmış bu sözlüğün adı bile Türkçe değildi. Türk dili açısından bu yapıt bile haklı olarak büyük bir adım sayılmaktadır; çünkü Ş. Sami'nin bunu düşünmesi bile çok önemliydi. "Atatürk bir ulus yarattı" diyoruz; abartı değildir bu söz, gerçeğin ta kendisidir. Çünkü ulus olmanın ilk koşulu dil birliğidir, ama TC kurulduğunda Türk Ulusu'nun işlenmiş, incelenmiş bir dili yoktu. Belki halktan insanlar gündelik yaşamında
395

bunu konuşuyorlardı ama, bu dil hakir görülen bir dildi; Osmanlı Dönemi'nde bilim dili Arapça, sanat dili Farsça'ydı. Türk dili, ancak halk ozanlarının koşmalarında, türkülerinde yaşıyordu, işlenmemiş bir ham madde olarak. Ne yapacaktı Atatürk? Bu dili yaşatmak, yok olmaktan kurtarmak, bir bilim, sanat dili yapmak gerekiyordu. İste bu aşamada görev o fedakar, idealist, -bugünkü yoz anlamda değil- ger­çek ülkücü, aydın, devrimin önemini ve idealini anlamış Türk öğret­menleri devreye girdi; halkevlerinin yayınladığı dergilerde halk türkü­lerini, ağıtlarını, bilmecelerini vb, yaratıcılıklarını incelediler ve söz­cük sözcük Türkçe'yi, Anadolu sathından topladılar, sözcüklerin an­lamım, lehçelerde farklı kullanım biçimlerini incelediler ve derleme sözlüğü TDK tarafından böyle oluşturuldu. Ardından derleme sözlüğü gözden geçirildi, yeniden tarandı tarama sözlüğü meydana getirildi ve sonunda o da gözden geçirilip, TDK'nin yayınladığı iki ciltlik Türkçe Sözlük vücut bulmuş oldu.
Türkiye'de aydın ihaneti Türkiye'yi bir felakete sürüklüyor. Selçuklu'nun Arapçalaşan ve Farsçalaşan karma kültüründen Türkçeyi kurtaran Karamanoğlu Mehmet Bey'in ruhunu, emperyalizmin elin­den Türkiye'yi, Türkleri ve güzel Türkçe'yi kurtaran Atatürk'ün ru­hunu yeniden bu ülkede egemen kılmak şarttır. Dil benlik olmayacak, ruh olmayacak, insanlarımız anadilinde düşünemez, üretemez bir yığın haline getirilecek ve dili bile olmayan ruhsuzlaştınlmış bu top­luma esaret zinciri öyle ya da böyle takılacak. İstenen budur ve Türki­ye'de bu sinsi planın yerli, işbirlikçi oyuncuları vardır.
Bu zinciri kırmak, sinsi oyunları bozmak kesinlikle gerekli­dir. Fizikte, kimyada, matematikte büyük buluşlar yapmışsınız, bunu dünya biliyor ve anlıyor; ama şu anda dil konusunda yaptıklarınız bunlardan daha önemlidir hocam.
Lütfen bizi bu kutsal savaşın bir basit neferi sayın. Türkiye sizi tanıdı, saydı ve sevdi, teknolojiyi ve özellikle de televizyonun sağlayacağı olanakları sonuna kadar kullanın Büyük ulusal davada temelli sorunları tekrar tekrar anlatmaktan usanmıyorsunuz, usanma­yın. Dediğiniz gibi; "birken bin olmak yakındır". Türkiye'nin gerçek kurtuluşu önce bu davadadır.
Tekrar her şey için teşekkür ediyor, saygılar sunuyorum.
396

* * *
Sayın Oktay hocamız,
Ülkemize ve milletimize sizin gibi insanlar olduğunu gördük­
çe içimiz çok daha rahat ediyor. Hocam, ben İngiltere'de 2 yasımdan
beri yaşıyorum (yaşım simdi 32. Ailem terzi sanatı vasıtasıyla buraya
gelmiş 1970 yılında.) Türkçe'mi hiç unutmadım, çünkü annem ve
babam ısrarla Türkçe öğretti evde ye sadece Türkçe konuştu benimle.
Şu an bilgisayar mühendisiyim ve İsviçre bankasında kariyerimi sür­
dürmekteyim, ve bence Türkçe'me ve kimliğime borçluyum tüm ba­
şardıklarımı. Buralarda azınlık olarak çok zorluk çektik, okulda l
dövüldük, bana "turkey" yani "hindi"sin dendi, ismimden dolayı sınıf- j
ta hep gülündü, vs. Neyse -bir şey var ki çocuklarıma ben Türkçeci
Önce öğretiyorum. Sizin de dediğiniz gibi daha düşük seviyeli insanlar
çocuklarına İngilizce öğretmeyi sadece istiyor - ve Türkçelerini ve
kültürlerini kaybediyor bu çocuklar.
Saygılar, hürmetler
* * *
Sayın Sinanoğlu;
öncelikle sizi saygıyla selamlamak istiyorum. Sizi son aylar­da yer aldığınız televizyon programlarında tanıdım, gerçeği söylemem gerekirse sizden çok etkilendim. Hatta içimde taşıdığım, yüce olduğu­na inandığım milli duygularımın yeni bir tabana oturmasında sizin ve ortaya koyduğunuz ürkütücü gerçeklerin payı büyük oldu diyebilirim. Yalnız bir ay kadar önce sizin aydınlık dergisinde yazdığınızı sokak ilan levhalarında görünce fikir denizimin size ayrılmış bölümünde bir bulanma oldu. Ve maalesef açıklayamadığım tezatlar içerisine düş­tüm. Bu yüzden aşağıda belirteceğim sorulanını yanıtlamanızı istir­ham edeceğim...
1-Aydınlık adlı yayın organında yazmanızın sebebi nedir ?
2- Siz milliyetçi -Türkçü bir bilim adamı mısınız ?
3- Türkiye'ye yönelen dış tehditleri çok rahat bir şekilde or­
taya koyabiliyorsunuz. Kanıtlamayı düşündünüz mü?
4- Bahsettiğiniz "küresel kraliyetçiler"den tehdit alıyor mu­
sunuz?
397

5- Tûık ruhunu okşayan çıkışlarınızın altında gizlediğiniz bir
görev ya da misyonunuz yok değil mi ?
6- Perinçek ile ortak bir yanınız var mı? Onu ve çevresini e-
leştiriyor musunuz ?
7- Aydınlık'ta yazmak yerine bütün Türkiye'yi dolaşarak fi­
kirlerinizi niçin Türk insanı ile paylaşmayı düşünmediniz ?
8- Sizin gibi önemli bir Türk bilim adamının Türk üniversite­
lerinde görevi olmaması sizce doğru mu ?
9- Türk milletinin yegane teminatı olan biz Türk gençliğine,
21. yüzyılda nasıl hareket edilmesi ve hangi yönde odaklanmamız
konusunda yol gösterecek bir kitap yazacak mısınız ?
Sayın hocam, sorularımdaki fütursuzluk ve cüret için özür di­leyerek kıymetli görüş ve cevaplarınızı bekliyorum. Umarım beni, yanlış anlamamışsınızdır.
Hürmetlerimle.
* * *
Merhaba Sayın hocam,
Size bu mesajı Londra'dan yazıyorum. Burada doğdum bü­yüdüm ve ingiltere'de dilbilim mastar öğrencisiyim. Dün burada oku­duğum üniversitenin Türk öğrenciler birliği tarafından 'dünyanın en genç profesörü kim biliyor musunuz?' başlıklı bir e-posta mesajı al­dım. Mesaj sizin hayatınız anlatıyordu ve yurt dışında yaşayan gençle­re vermiş olduğunuz mesajlar vardı. Hepsini ilgiyle okudum fakat ne yazık ki ben bu mesajı okumadan önce sizi tanımıyordum. Fakat o mesajı okuduktan sonra kitaplarınızı alıp okumaya karar verdim.
Ne ilginçtir ki bu mesajı okuduğum aynı günün gecesi 'ceviz kabuğu' programında da sizi görüp izleyebilme fırsatına sahip oldum. Programın içeriği de bir o kadar önemliydi ve söylediklerinizin hepsi­ne kesinlikle katılıyorum hocam. Ben de yurt dışında doğup büyüme­me rağmen dilime, kültürüme, bayrağıma daima sahip çıktım. Okudu­ğum branş itibariyle Türk diline karşı daha duyarlıyım fakat gün geçtikçe diliminin kirlendiğini görmek beni derinden uzuyor. Burada bazen Türkçemi geliştirmek için Türk gazetesi okuyorum ama ne yazık ki gazeteler İngilizce kelimelerle dolu. Aynı şey Türk kanalları için de geçerli. Yazılı ve görsel basının da dilimizi kirlettiğine inanı-
398

yorum. Ayrıca yabana dil bilmeyen vatandaşlarımızın da birşey anlamadığına inanıyorum.
Hocam ben bunu birazda komplekse bağlıyorum. İnsanları­mız gerçekten kendileriyle barışık olmadıktan müddetçe bırakın Türkçemizi ülkemiz bile elden gider. Türkiye'ye her gidişimde sokak­lardaki gördüğüm İngilizce kelimelerden (ki bunun sayısı her gün artıyor) çok rahatsız oluyorum. Buna biri dur demeli. Eğitim sorunları da çözümlenmeli ama evvela hükümetimiz iş yerlerindeki ve medya­daki İngilizce kullanımına yasak getirmeli. Bu önlemler alınmadığı taktirde bizim bütün çabalarımız boşuna. Tek arzum hükümetimizin Türk diline sahip çıkması ve gerekeni yapması. Umarım sizin ve diğer aydınlarımızın dün Cevizkabuğu'nda verdiği mesajlar gerekilen yerle­re ulaşmıştır. Ben İngilizce'nin kullanılmasına ve ya öğrenilmesine (yabancı dil olarak) karşı değilim ama yerinde kullanmasını öğren­memiz gerek.
Hocam ben de burada genç yaşta mastır okuyabilme imkanı­na eriştim. Seneye de 22 yaşında doktorama başlayacağım. Burada doğup büyümeme rağmen bazı zorluklarla karşılaştım herhalde Türk ve yabancı olduğum için. Fakat azimle bunları aştım ve bugünle­re geldim. Tek amacım eğitimimi bitirdikten sonra ülkeme gidip ya­rarlı bir vatandaş olabilmek. Ama ne yazık ki Türkiye'deki bazı genç­lerden duyduğum şey şu "sakın buraya gelme" bu da beni çok uzuyor. Biz niye ülkemize karşı bu kadar küstük? Avrupa ve ya ABD öyle uzakta.n görüldüğü gibi değil ve bunu ancak yurt dışında yasayanlar bilir. Yine sanırım bu İnglizcenin yoğun bir şekilde kullanılması da bu aşağılık kompleksinden kaynaklanıyor.
Umarım dilimize ve ülkemize hep birlikte sahip çıkarız.
Türküm, Doğruyum, Çalışkanım
Saygılarımla * * *
Sayın Sinanoğlu,
Ben 42 yaşında, Avusturya lisesi ve İst. Ün. uluslararası iliş­kiler mezunu, nesillerdir İstanbullu bir aileye mensup bir vatandaşım . Oldukça kısa sayılabilecek bir süre önce, sizin (sizin gibi muhterem bir bilim adamının ) varlığınızdan haberdar oldum.
399





l

Ben Tüıklüğümle övünen bir vatandaşım. Kendi kendime 'Türklük " üzerine yayınlar izledim; kendi çapımda araştırma ve kar­şılaştırmalar yaptım. Bu noktada yabancı kültürler hakkında az buçuk da olsa bilgi sahibi olmam bana avantaj sağladı.
Kendi dünyamda biriktirdiğim Türklük duygu ve düşüncele­rimin, hele hele sizin gibi saygın bir bilim adamı tarafından (tabii ki ben farkına vardıktan çok daha önce keşfedilmiş olup) dile getirilmesi:
1- Düşüncelerimin yanlış olmadığını
2- Bana yeni ve taze güç verdiğini
3-örnek alacak ve önder olarak görebileceğim siz saygın bir bilim adamının tespit ve teyidi anlamına gelmesi itibarıyla, benim bu kutsal davada daha da güçlü ve inançlı olarak yürümemi sağladı. Bu davayı elime her fırsat geçtiğinde savundum, yürüttüm ve hatta yasam sekli olarak benimsedim. Bazı Türkçü dergilerde 'Türk kültürü/tarihi" ağırlıklı bulmacalarım yayınlandı.
Ben ayni zamanda Paris'te bulunan "........... Derneği" kurucu­
su ve başkanının yeğeniyim, (size Air Fransız tarafından yazılmış
olan "Ermeni meselesinde gerçekler" adli kitabi ulaştırmak da
istiyorum; Fransa'da basılmış ve Ermeniler tarafından anında top­
latılmış, piyasada yok , birkaç gerekli yere kopyalayıp ulaştırdık,
ancak Fransızca)
Evet Sayın hocam, bana ne önerirsiniz? Görev almak istiyorum. Bilgi, azim ve Türklük aşkımın, eğer doğru yönlendirilirse, davamıza şimdikinden çok daha fazla ve güçlü katkılarının olacağı kanısındayım Görev istiyorum, Türklük için, Türkiye için birşeyler yapmak istiyorum. Değerli vaktinizi aldığım için özür dilerim. Uma-nm sizden bir cevap alabilirim. Basanlarınızın devamım ve herseyin yurdumuz ve milletimiz için, Türklük için en iyisinin olmasını dile­rim.
Saygılarımla.
* * *
Muhterem hocam,
Bu milletin bağrından çıkmış ve kendini ilme ve milletine a-damıs sizin gibi bir ilim adamını basın yoluyla ve eserlerini okuyarak da olsa tanımaktan dolayı son derece bahtiyar oldum. Milletimiz ve

400

güzel Türkçe sizin yaşatılması için verdiğiniz mücadeleyi tebrik ediyor
basanlarınızın devamım ve millî değerlerine sırtım dönmüş diğer
sözde aydınların şahsınızdan ibret almalarını temenni ediyorum. Say­
gılar ve selamlar. Yadırgamazsanız yazdığım bir şiirimi zâtınıza takdim etmek istiyorum:
utansın
tohum ol toprakta, çatla ve yani
kucak aç göklere kıyama sarıl
dönmezse meyveye çiçeğe darıl
kahrından bıkmayan özler utansın
sancılarla doğan her tefekkürün
dallan çiledir, meyvesi sürgün buyurun dünyamı ufkundan görün kaygıdan bakmayan gözler utansın
şafağına kement atıp afakin başlarsa sinende o bildik akın er gibi dikilip safında hakkın kıyama kalkmayan yüzler
büklüm büklüm bura bura derinden
ana rahmindeki sancı nevinden
bu sevdama hor bakanı kininden korundan yakmayan közler utansın
* * *
Sayın Sinanoğlu,
Bizler .... evrenkenti (üniversitesi) Türkçe eğitimi bölümün­de doktora öğrenimi yapan on araştırma görevlisiyiz. Her birimiz Türkiye'nin değişik evrenkentlerinde doktora öğrenimi görmek üzere ... Evrenkenti 'ne gelmiş bulunmaktayız. Türkçe eğitimi alanında çalışan memleket sevdalısı herkesin, sizi tanıması, düşüncelerinizi paylaşması ve yayması gerektiği kanaatindeyiz. Hepimiz eserlerinizi okuyarak feyz alıyoruz. Bu sebeple bölümdeki öğretim elemanları
401



olarak sizi ağırlamak, sizinle sohbet etmek istiyoruz. Cevap verirseniz çok mutlu olacağız.
Saygılarımızla.
* * *
Sayın Sinanoğlu,
Bu yazı sizi yermek için yazılmamış aksine destek için ya­zılmıştır. Bu nedenle size gelen diğer postalardan farklı olmayacaktır.
Kanal 7'de ki programdan sonra elektronik mesaj adresinizi çok aradım. Aslında, Aydınlık dergisindeki adresinizi buldum ama dûn akşamki Hulki Cevizoğlu' nün programından bu adresi de edindi­ğim için buraya yazmayı tercih ettim.
Ben Türkiye'de doğmuş dedesi Gürcistan'dan gelmiş Gürcü asıllı bir Türk vatandaşıyım. Dil konusunda söylediğiniz herşeye yü­rekten katılıyorum. Hedef Türkiye isimli kitabınızı bir çırpıda okudum ve sonuna kadar sizin yanınızda olduğumu belirtmek isterim.
Amerikanın dünyanın eli sopalısı olmasının ve yine Ameri­kanın İngiltere'nin kuklası olarak bizim gibi ülkeler üzerinde oynadığı oyunların dil konusunda başlayarak dinini milliyetini doğal zenginlik­lerini sömürerek en önemlisi beyinlerini sömürerek yok edişine karsı koymanın zamanı gelmiş ve geçiyordu bile. O nedenle dünyada Os­manlının abilik ve dünyayı yönetmesini örnek alarak zabıtalık görevi­ni yaptığını ve yeni dünya düzeni safsatasını uyduran Amerika ve İngiltere'ye en iyi cevabın da Türkiye'den geleceğine inanıyorum.
Osmanlının yedi yüzyıl idare ettiği topraklardaki milletler bu gün hala aynı dili konuşuyorlarsa, yedi yüzyıl karışıklık çıkmamış topraklarda Osmanlının rolünü üstlenen Amerika sayesinde insanlar birbirini katlediyorlarsa, Amerika'ya bu işin yanlış olduğunu söyleye­rek, bilinçli insanlar da Osmanlının külleri içinden çıkmış devrim ateşiyle dinlen Türkiye Cumhuriyeti'nin Atatürk çocukları olacaktır.
Ve dilimizden sonra, topraklarımızı da peşkeş çekmeye baş­layan şerefsizlere (pardon) bu gençlik siz ve sizin gibiler sayesinde daha çok haykıracaktır.
Heyecanımı affedin.
* * *

402

Sayın hocam merhaba nasılsınız?
Ben.......... 'tan........................... , Türkiye'nin geleceğini yafan­
dan ilgilendiren dil konusuna yıllardan bendir yafan ilgi ve alaka
göstererek yüce Türk milletinin yalnız olmadığını gösterdiniz bunun
için size ve beraberinizde gezdirdiğiniz diğer beyefendiye sonsuz
şükranlarımı sunuyorum. Hocam, ben 20 yaşında üniversiteye giden
bir gencim, sizi tanımadan önce ben de yabancı eğitim yapan okullara
karşı bir eğilimim vardı. Fakat sizi tanıdıktan sonra sanki işte bana
doğru yolu gösterecek kişi karşıma çıktı der gibi sizi bütün ruhumla
dinledim ve eğitim konusunda doğru yolu bulduğuma emin oldum.
Allah'tan siz çıktınız yoksa benimde yabancı dille eğitim veren okul­
lara karsı eğilimim vardı ve beni de benden önce öğrenim gören
abilerim ve de ablalarım gibi yutup gidecekti. Aslında Türk milletinin
çoğu bu bozgunculuğunun farkındalar idi, fakat gerek basın ve gerek­
se de bu tür misyoner okullarına içerden destek vererek vatan hainliği
yapan şerefsizlerin yüksek mertebelerde olmalarından çekinen vatan­
daşlarımız sizin gibi bir vatanperver bir insanın öncülük ederek kendi
düşüncelerini dile getirmesini bekliyorlardı. Ve siz ortaya çıktıktan
sonra bu içine kapanık, sesini çıkartamayan insanlarıma seslerini
sayenizde yükseltmeye başladı. Allahü Teala, sizin gibi sağ duyulu
insanları yüce Türk milletinin basından eksik etmesin temennisiyle
dualarımı etmeye devam edeceğim. Sayın hocam sizi bir konuda ten­
kit etmek istiyorum, Türkçe konuşalım diyoruz fakat sizde yanlış
kelimeler kullanıyorsunuz. Mesela kent değil şehir, onur değil şeref
(haysiyet), bunun gibi bir çok yanlışınızı gördüm. Hocam, sayın Ya­
vuz Bülent Bakiler beyefendiyi tanıdığınızdan eminim. O da sizin gibi
dil konusunda ve doğru konuşup yazma konusunda sizin kadar emek
vermiş değerli şahsiyetlerden birisidir. Ben sizin yanlışlarınızı Yavuz
Bey'in programlarından öğrendiğim kadarıyla size yansıtıyorum.
Tekrar söylüyorum Allah sizin gibi, Yavuz Bülent Bakiler gibi, değer­
li vatanperver insanlarımızı yüce Türk milletinin başından eksik etme­
sin. Çalışmalarınızın en iyi sonuçla noktalanması temennisiyle Allah'a
emanet olun. Cevap yazma nezaketinde bulunursanız minnettar kalı­
rım.
Haydi artık uyan uyan derin uykudan
Bak sökülüyor şafaklar çekiliyor karanlık
403

Bir sabah geliyor ki sabahtan da aydınlık Hasret yağmuru yağar yağıp ta bu zulmü boğar Çok kalmadı an gibi sabah gelip gün doğar Akar alından terler gün gelir sedler gürler Elde barış sancağı çıkmış yollara erler Dilde zafer türküsü gümbür gümbür ilerler Biz yardan anadan serden geçtik bu ülke için
* * *
Selamım aleyküm hocam,
Ben 22 yaşında bir vatansever gencim ne milliyetçi ne ocu ne bucu sadece salih bir insan obuaya çalışıyorum. Oktay Hocam inşallah iyisinizdir, siz bakmayın ayarlı basına Cevizkabuğu'ndaki sahte aydın olan o bayana hocam siz bize lazımsınız siz 20 asrın önderi ve padişa­hısınız, biz de askerleriz, bu ülkeyi kimseye yedirmeyiz, yiyecek ola­nın alnını karışlarız, atalarımızın yaptığı gibi,-bu ülke sahipsiz değil­dir, bu ülkeyi bölmeye izin vermeyiz hocam. Aslında şöyle bir sorum olacak: Ben kitaplarınızı okuduktan sonra adeta çırpmıyorum bu ülke bu millet için anlatırken insanlara bu ülkenin ne gibi düşmanları oldu­ğunu, ama adam çıkıyor işte Atatürk alimleri istiklal mahkemesinde asmıştır, işte şapka giymeyen alimleri asmıştır, hocam bize yıllardır yutturulan bir laf vardı. "Ne mutlu türküm diyene" lafı, iste bak Ata­türk ırkçılık yapıyor. Sonra sizden öğrendik ki Allah razı olsun sağolun, işin aslı hiç böyle değil. Atatürk orada başka bir şeyi dile getirmeye çalışmış. Onun gibi bunlar da bir yalan mı veya şöyle de düşünüyorum: Eğer yapmışsa da yaptığı iyi şeyler onları kapatıyor. Zaten bizim şu anda bizi bölmek için çıkanları şeylere kulak asma­mamız lazım, ama bu konuda bir sıkıntım var hocam, bana yardımcı olabilirseniz sevinirim hocam. Hocam sizden Allah razı olsun ve Al­lah bileğinize ve ayağınıza kuvvet versin biz bu işleri de halledereriz. Biz kimlerin torunlarıyız, bu ülkeyi kimseye yedirmeyiz ne bozuntu Avrupa'ya ne Amerika'ya, yani küreselcilere.. Bizden korksunlar arak, onlar bitti son demlerini yaşıyorlar. Allahaısmarladık hocam, vesselam
* * *
404

Saygıdeğer hocam,
Cevizkabuğu'nu siz ayrılana dek izledim, bu geri zekalılar i-şin ciddiyetinin arkında değiller, çünkü dünyayı ve emperyalizmi yeterince bilmiyorlar. Ayrıntılarda boğuldular ve bu işlerin nasıl dön­düğünün arkında olmayan kişilerin, konunun temel noktalarını anla­malarını engellediler. Bunu özellikle mi yoksa cehaletten mi yaptıkla­rını anlayamadım. Bu küçük beyinliler, dehanız karşısında ezildikleri için konuyu sadece kendilerinin idrak edebildiği düzeye çekmeye çalıştılar. Yeni dünya düzeninin sömürge kafalı Türkleri işte bu dü­zeyden başka şekilde tartışamıyor bence, sömürge kafalı olduğunun farkında bile değiller.
Sonuç olarak ben, bu davaya gönülden inanmış biriyim ve bir şeyler yapmak istiyorum. Hacetepe ün. İktisat mezunuyum. Kriz nedeniyle bir süredir işsiz olduğumdan çok boş vaktim var ve bu dava uğruna bir şeyler yapabilme arzusu içindeyim. Size daha önce de yazmıştık eşimle. Bu yazıyı yardımcılarınız okuyor olabilir. Bu konu­da yol gösterebilirlerse çok mutlu olurum.
Bu memleketi sizin gibi bir nur yüzlü vatanseveri yetiştirdiği için daha çok seviyorum.
Sevgiler
* * *
Oktay Hocam, son sözlerine katılıyorum. Biz bu hatayı işle­dik. Uydurukça düşmanı idim. Artık değilim. Tutarsa kelime kalıyor, tutmazsa unutulup gidiyor zaten. Mesela sorun kelimesi kaldı ben de kullanıyorum. Ama Oktay Hoca şuna da dikkat etsin. Kelime türetmek iyi de, bir tek onur kelimesini uydurup şeref, haysiyet, namus v.b. bir çok kelimeyi atmak da hata elbette. Bunu daha önce de yazmıştım. Ama uygun türetilmiş kelimeleri kullanmaya bundan sonra gayret edeceğim.
* * *
Sayın Sinanoğlu,
Biraz önce televizyonda konuşmanızı izledim ve kafamda ka­lan bir kaç soruya yanıt verebileceğiniz düşüncesiyle bu mektubu size yazıyorum.
405

Ben Almanca eğitim veren bir Anadolu lisesi olan .... Lise­si'nde okuyorum. Bu okula girdiğim zaman bildiğim tek şey Almanca ve İngilizce öğretmesi dışında Türkiye'nin en iyi okullarından birisi olmasıydı. Üniversite Sınavı'nda en yüksek ortalamalara sahip olan okul buydu ve benim de puanım yeterli olunca bu okula seve seve kayıt oldum. Şu an okuldaki beşinci senem ve verdiğim karardan son derece memnunum. Çünkü tüm dünya çapında geçerli olan (Türk­çe'nin aksine) iki dilde mümkün olduğunca sağlam bir altyapı ile fizikten sosyal hayata pek çok konuda konuşabilecek konumda hisse­diyorum kendimi. Bizim okulumuzda fen, matematik, İngilizce ve Almanca dersleri Alman öğretmenler tarafından veriliyor. Yabancı dil -uzmanların söylediğine göre- konuşma yoluyla gelişir, bu yüz­den haftanın 20 saatini yabancı dil konuşarak geçirmek zorunda olmak belki işin kolayına kaçmak isteyen birisi için gereksiz bir zorluk olabi­lir; ama ben, bu konuda kendimi o topluluğa ait görmüyorum. Şahsi düşünceme göre, Faust'u kendi dilinden okumak ile tercümesini oku­mak nasıl aynı şey olamazsa, İngilizce kökenli bir fizik kuramını Türkçe öğrenmek de aynı şey değildir. Bir dilin sistemi diğer dilin sistemi ile bire bir örtüşmüyorsa, çevirimlerden farklı şeyler çıkar. Yok eğer bire bir örtüşüyorsa, o zaman iki farklı dile ne gerek vardır?
Belki bugün okullarda verilen fizik eğitimi alt düzey bir bilgi birikimini temel alıyor olabilir, fakat bu alt düzey birikim, daha üst düzey bir bilginin temeli değil midir? Eğer öyleyse üst kata çıkan yol alt kattan geçmek zorunda değil midir? Yani Türkçe'ye tam olarak çevrilmesi su anki dil yapısıyla mümkün olmayan x dilindeki bir 2. Derece fizik kuramım öğrenmek için önce l. Derece fizik kuramının x dilinde öğrenilmesi gerekmez mi ?
Bu çocuk nereye gelmeye çalışıyor diye düşünüyorsanız he­men sadede geleyim. Bugün Türkçe'ye çevrilmiş bilimsel eserlerin sayısı, İngilizce eserler ile kıyaslanabilecek bir konumda mıdır acaba? Hiç sanmıyorum. Bu durumda birey olarak benim kendimi geliştirmek için görebildiğim 3 yol var. 1. öğrenimimi ana dilimde yapıp, daha sonra bunun yabancı dile tercümesini öğrenecek ve böylece yabancı yayınlan takip edeceğim, 2. öğrenimimi yabancı dil yapıp temelden aldığım bilgiyle çalışmaya devam edeceğim, 3. Yabancı dil eserlerin Türkçe'ye çevrilmesini sağlayacağım.

406

1.Yolda, öğrenimimi Türkçe yapmam, benim ilk
bilgilerini kolayca ve hızlı bir biçimde kavramamı sağlayabilir ama
sonuç olarak daha ileri seviye bilgiyi edinmek için yine aynı konunun
yabancı dil versiyonunu öğrenmem gerekmeyecek mi? Evet, belki
tercüme işi bir çok kişi için temelden yabana dil öğrenmeye göre
daha kolay olabilir ama yabancı dilin aktif bir şekilde kullanılmasını
sağlayacak olan pratik bu sefer ikinci plana atılmış olmayacak mıdır?
Çözüm olarak belki Türkçe eğitim ve bilgi tazeyken yabancı dile ter­
cüme ön görülebilir ama bu durumda tek birimlik konu için iki birim­
lik zaman harcanmış olmaz mı?
2. Yol en idealist ve doğru yol gibi gözükebilir. Fa­
kat endoplazmatik kelimesinin Türkçe' versiyonu için su an var olan
bir kelime var mıdır? Eğer yoksa, bu kelime yerine konacak Türk­
çe'den türetilmiş bir kelime birebir aynı anlamı içerecekse, neden
ikinci bir kelimeye ihtiyaç vardır? Benim bildiğim kadarıyla diller
iletişim ve karşılıklı anlaşma için vardır. Bu durumda mümkünse bana
bire bir aynı şeyi anlatan iki farklı kelimenin ne gibi bir işe yarayaca­
ğını anlatabilir misiniz? Vatan ve anadil sevgisi denebilir belki. Peki o
zaman sorarım, dilin amacından uzaklaşmış olmaz mıyız bu sebepleri
göstererek? Tüm dünyada herkesin bildiği bir endoplazmatik kelimesi
yerine neden sadece kısıtlı sayıda kişinin anlayabileceği bir kelime
daha öğreneyim? Önemli olan bölgesel bir eşitleme yerine genel bir
ilerleme değil midir? Eğer ki kültür koruması diyecekseniz bana, biz o
koruma işini bundan çok önce kaybettik. Kendi kültürümüzün üret­
mediği otomobile binerek verdik biz o hakkı.
3. Yol da elbette tamamen doğru olan bir yol değildir. Çünkü
2. Yolda tanım eksik yapılmıştır. Yabancı dille öğrenim gör­
mek benim bakış acuna göre faydalı olsa da ulusçu bir bakışla bakıl­
dığı zaman tehlikelidir. Tehlike yabancı dilin, ulusun ana diline sal­
dırmasından kaynaklanır Bu sizin de dediğiniz gibi ulus için tehlike­
lidir. Çözüm ise yabancı dili engellemek yerine ana dili korumaya
almaktır. Yanı yabancı dil öğrenirken, ana dilin unutulmasını önle­
mektir ve onu geliştirecek yolu açık bırakmaktır. Bu teori de hem
gelişimi hem de ulusçuluğu güvence altına alacak bir yöntemdir. Be­
nim gibi ulusçuluğun yavaş yavaş yok olması-gerektiğine inanıyorsa-
407

nız da, yok kalmasını istiyorsanız da en doğru yol yukarıdaki neden­lerden dolayı 2. Yolun varyasyonlarıdır.
Teoriden pratiğe geçecek olursak, yabancı dil eğitimin (en a-zından benim için) iki temel faydası daha vardır. Bugün benim bu ülkeye ne inancım ne de güvenim var ve bu yüzden geleceğimi hafta belirttiğim gibi burada görmüyorum. Yabancı dil eğitim ise benim İçin bu ülkenin dışına açılan bir kapı, çünkü bana içinde yaşadığım ülkenin düşünce sisteminin yanında arti olarak bir de başka bir ülkenin düşünce sistemini veriyor ve bana şu seçeneği veriyor: Eğer bu ülke bir şekilde benim güvenimi kazanırsa, burada kalır ve bana bu güne kadar yardıma olmuş insanlara, kendi ülke halkıma yardımcı olurum. Ha yok durum kötüye gidiyorsa, giderim yurt dışında hem kendim hem de tüm insanlık için en iyisi olanı yapmaya çalışırım. Bu düşünce bir tek benim değil yalan çevremdeki pek çok kişinin ortak düşünce­si Sizin sokakta karşılaştığınız gençlerin düşüncesi nedir tam olarak bilmiyorum ama benim çevrem için durum böyle. Yabana dille eği­tim bana yabancı biri gibi düşünmeyi de öğretiyor. Bundan sonraki tartışma konusu 'peki o zaman bu ülkenin iyi eğitim almış insanları giderse bu ülke nasıl güvenilebilir bir hale gelir' olabilir. Ona yanı­tım ise basit. Sırf eğitimli bir kesimin istek ve amaçlan yeterli değil­dir, öncelikle o güven isteğini toplumdan ve diğer kesimlerden gör­mek gerekir. İşte benim bu halka güvenmem ve inanmam için gere­ken, yani şu an eksik olan şey bu istek; ben bu isteği görmeden ken­dimi ve hayatimi bir hiç uğruna feda etmek istemiyorum. Faydalı olacaksam yabana ülkede olmak istiyorum ve bunun için de benim yabana ülkenin sistemini bilmem gerekiyor.
2. Temel rayda da çok daha somut ve basit bir fayda, istanbul Lisesi'ni misal olarak alırsanız, yapılan antlaşma sonucu Alman hükümeti okula her yıl çok yüklü miktarda para yardımında bulun­maktadır. Bu para sayesinde bugün okulda Türkiye'nin hiçbir Anado­lu Lisesi'nde bulunmayan çalışma ortamları vardır. Yabana ülke destekli okullarda kültür emperyalizmi ve misyonerlik yapılıyor olabilir ama bunun karşılığında belli bir eğitim seviyesini de bera­berlerinde getiriyor yabana ülkeler. Bize kendi ülkemizin vermediği değeri veriyorlar (bütçenin kaçta kaçı bugün eğitime ayrılıyor?). Eğer bu ülke bu eğitimli kesimi gerçekten önemsiyor ve kaçırmak
408

istemiyorsa, onların eğitim yollarım tıkamak yerine, onların misyoner­liğe yenik düşmesini önlemelidir. Fakat ben bu ülkede böyle bir çaba görmüyorum.
İşte bunlar kafama takılan ve sizin yorumunuzu almak istedi­ğim konulardı. Umarım bütün o mektuplar arasından bunu okuma ve yanıt verme fırsatı bulursunuz. Son olarak temel soruyu vurgulamak istiyorum. 'Neden Bye-Bye Türkçe yerine Güle-güle Türkçe'yi tercih etmem gerekiyor ?
Saygılarımla
* * *
Sayın Hocam,
Ben....... Evrenkenti, Müh. Bölümcesi, Mak. Müh. Hazırlık
(neye hazırlanıyorsak) öğrencisi 17 yaşında bir gencim. Size kendimin şahit olduğu ve beni aşırı derecede sinirlendiren ve üzen onlarca şeyin arasından ilk iki şuayı oluşturan 2 şeyi söylemek isterim. Oksford baskılı İngilizce dosyalan (english files kitapların gerçek isimleri) adı altoda güya bizi 4. Seviye İngilizce'ye getireceklermiş (250 kelime ile İng. Edebiyatçısı olacaz ya?) İşte bizlere o kitaplarla İngiliz edebi­yatı, kültürü ve tarihim (Roma, Mısır, vs.) Öğretmeye çalışmaktalar. Aslında hocalar bile yapılan dengesizliğin ve saçmalığın farkında değiller saf saf gelip gidiyorlar işte.
Hocalara diyorum ki: "Hocam bize ne, Allah'ın İngiliz'inin sokaktaki yürüme şeklinden, arabasından, lanet tarihinden? Biz Türk tarihini daha doğru düzgün bilmiyoruz ki" Hoca gülüyor ve diyor ki "Amaç İng. Tarihi değil ilgi çekerek passive sentenceslan öğretmek." (Hocanın söyleyişini aynen yazdım, ben olsam edilgen yapı derim amaç aynen aktarmak.) Saçmalığa bak, başka yöntem mi yok? (Aslın­da yöntemi batsın, hazırlık diye bişey olmaması lazım, boyuna suç işliyorlar.) Her neyse, hocalar da bilinçsiz..
Bir diğer beni sinirlendiren nokta ise şudur, bizim, kendini Avrupalı saydığım zannetmesini sağlayan Tarzanca konuşma modası ile ilgi çeken maymunlar (ki onlar bile başka dil sokmazlar anlaşmala­rına) örnek veriyorum: Adam anlatıyo işte şu konuda şöyle şöyle yapacaz şöyle şöyle içeriye dalacaz en sonunda şu noktaya varacaz okay? Al işte.. Böyle saçmalık yok.. Başka bir örnek vereyim: Evet
409

Büşracım, (...) TV Türkiye'nin en iyi müzik kanalındasın, bize infonu verir misin?.. Hoppalaaa, bu nedir kardeş, yenilir mi içilir mi, nasıl verecem? Geçenlerde internette (bunun Türkçesini bulamadım) paltalk adlı bir chat programı kullanıyorum, yani indirdim intemetten, prog­ramda mikrofon ile chat yapıyorsunuz.. Her neyse bir Türk sohbet odası buldum, (bulmaz olaydım) Kanal yöneticisi konuşuyor: "Evet Sibel seni tanıyalım okay?" Sinirlendim. Dedim: "Tarzanca konuşma ne biçim Türk kanal yöneticisisin?" Kadın hiç cevap bile yazmadan beni odadan attı ve bir de yasak koydu.. Hocam ben çıldırmayım da kim çıldırsın? Yazıklar olsun. Türkçe elbet bir gün düzelecek. Türki­ye'de ne zaman bu adamlar düzelir yada yok olurlarsa. Bu insanlar sizin gibi Türk öğretmenleri ve benim gibi Türk öğrencileri sayesinde düzelecekler yada yok olacaklar.. Sonuç: Türk öğrencisi dolu Türkiye. Yazımla ilgili görüşlerinizi dört gözle bekliyorum..
Saygılarımla
* * *
Hocam, sizi tanıyalı aslında pek uzun zaman olmadı. Fakat
sizin gibi bir insan tanıdığım için çok mutluyum. Ben............. Üniversi­
tesi ........... 'nde okuyan bir öğrenciyim. Okulumdaki eğitim örgün
öğretimde İngilizce. İlk sene İngilizce eğitimi yapılıyor, (ona da eği­
tim denirse). Ben liseyi............ 'da meslek lisesinde bilgisayar ölümün­
de okudum. Ben ve sınıf arkadaşım, ister inanın ister inanmayın okul­
da basan derecesinde ilk iki şuayı paylaşıyorduk. Matematik, elektro­
nik, bilgisayar, tüm meslek ve eğitim derslerinde çok başarılıydık.
İkimiz Marmara'ya geldiğimizde, hazırlık sınıfında İngilizce eğitimi­
ne başladık. İkimizin de geçmişine bakıldığında (ilk, orta, lise) hiçbir
başarısız notumuz yok. Fakat burada o kadar başarısız olduk ki, ken­
dimize güvenimiz kalmadı. Ben başta ingilizce hazırlıkta kafayı ye­
dim. Hocalarımız İngilizce eğitim veriyoruz diye bizlere kendi anıla­
rım anlattı. Bir kaç örnek vermek gerekirse bir dersimizde hocamız
derse girdi. Kürsüsüne geçti. Bir kere hapşırdı. Arkadaşlar "çok yaşa­
yın hocam" dedi. Hocamız hemen başladı, "hayır çok yaşamamalıyız.
İyi yaşamalıyız." diyerek konuya girdi ve inanın tam 3 dersimiz bu
konuya gitti, (derslikteki tüm öğrencilerin -25 kişi- başlangıçtaki dere­
cesi c ve d sınıfı seviyesinde.) Başka bir örnek verecek olursak, hazır-
410

lığın ilk iki-üç ayı 4-5 haftada l konuyu bitirirken inanın sınava son l hafta kala günde iki konu bitirdik Sınavda ise birçok arkadaşımızı bıraktılar. Ben bile, nasıl geçtiğimi bilmiyorum. Benim sınıf arkada­şım l sene daha hazırlık okudu. Bir şey başardı mı hayır. Arkadaşım zeki biri olmasına rağmen yine kaldı ve ikinci öğretime geçti. Orada eğitim Türkçe. Bu sefer başardı mı derseniz. O da hayır çünkü o arka­daşımın baştan kendine güveni kırıldığından artık hiçbir amacı kalma­dı. Bana söylediği bir cümle ile kendi sorunlarımı anlatacağım: "Ben gençliğimi hazırhkta bıraktım.." Ben ise daha önce belirttim. Hazırlı­ğı nasıl geçtiğimi bilmiyorum. Her neyse, derslerimize başladık Ma­tematik, elektronik, elektrik .eğitim dersleri hariç tüm meslek ve ana dersler İngilizce. Ben lisede aldığım eğitimi üniversitede alamama rağmen çok çok başarısız oldum. Aslında verilen derslerin çoğunu lisede daha iyi bir şekilde almamıza rağmen bu başarısızlık başlangıç­ta beni daha iyi ders çalışmaya itti. Fakat sorunu İngilizce eğitimde olduğunu anlamam uzun sürmedi. Ben aslen köyde büyümüş biriyim. Bizim için devlet kutsaldır. Şu an kendime hiç güvenim yok. Devlete o kadar kırgınım ki, hayatta hiçbir amacım kalmadı. Ne yapacağımı bilemiyorum. Şu an hazırhk+3. senem. Ama şu andan itibaren alttan alacağım çok dersim var.
Kusura bakmayın. İletimle canınızı sıktıysam özür dilerim, inşallah bana güven verecek bir meyil atarsınız.
Teşekkürler. * * *
Merhaba!
Bu postayı saklama alanınızın dolmuş olması ihtimalinden korkarak atıyorum. Ama size ulaşmasa dahi tekrar tekrar yollamayı da düşünüyorum. Sizi önce birkaç ay önce ATV de Ceviz Kabuğu'nda, daha sonra da kitaplarınızda ve sizin Hakkınızda yazılan kitaplarda inceledim. Ve görüşlerinize katılıyorum (söylememe gerek var mı). Fazla vaktinizi almamak için kısaca meramımı anlatayım.
Ben ortaokul ve liseyi Anadolu lisesinde okudum (Süleyman Demirci Anadolu Lisesi - Ankara). Orta okulda matematik, fen vb dersler İngilizce okutuluyordu. Allah'tan, hocalar zaman zaman es­neklik gösteriyordu da biz de arada bir de olsa birşeyler anlayabiliyor-duk 7 yıl sonra mezun olduğumuzda çoğumuzun kaliteli(?) okullara
411

yerleşmemiz daha doğrusu iyi puanlar almamızda ise özel dershaneler ve genel durumu bozan hocaların varlığı kendini belli ediyordu.
Sonuçta bir çoğumuz yabancı dille öğrenim sunan okullara yerleştik. Ben, gurur duyarak söylüyorum ki, A. Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne yerleştim. Mutlaka biliyorsunuz bizde Türkçe eğitim yapılıyor. Diğer arkadaşlarım ise genellikle ilerde zorlanmamak için tekrar hazırlık okuyorlar. Yani hayatlarında iki yılı İngilizce hazırlık için harcamış oluyorlar. Ve teknik eğitimin verildiği yıllarda da abuk sabuk bir eğitimden geçeceklerini biliyorlar. Ne yazık değil mi!..
Size sizin düşüncelerinizi öğretmek değil elbet amacım. Ben katıldığımı ifade etmek istedim. İçimde inanılma?: bir bilim aşkı var. Sürekli okumak, düşünmek ve yazmak istiyorum. Ve inanın sizi gör­dükçe de bu isteğim kendini yeniliyor. Şu anda okumakta olduğum kitap, Tüfekçioğlu'nun "O. Sinanoğlu ve Türkçe" kitabı ve 18 ocak 2001 tarihinde ablam için imzaladığınızı görüyorum. Şimdi sizi biraz daha yakın hissettim kendime. Ve asıl soruyu soruyorum:
Hocam! Bizden istediğiniz bir şey var mı? Emin olun ne is­terseniz yaparız. Benim gibi düşünecek bir çok arkadaşım var. Sizi hiçbir yetkim olmadan fakültemize bekliyorum. Sık sık gelin. Bu konuyla ilgili dergiler vs tanıtımı yapalım. Gençler işin daha farkında ailelere de ulaşalım, inanın bana biz daha fazlayız. Bu arada ben bir internet sitesi hazırlıyorum. Sizin yazılarınızı, röportajlarınızı içeren bir bölüm de hazırlamayı düşünüyorum. Sizden iznini ve desteğinizi bekliyorum.
İyi ki varsınız.
Her türlü isteğinize açığız.
* * *
Sayın Sinanoğlu,
E-posta adresinizi, internetten çok aradım, en sonunda çareyi sayın emine Çaykara'nın adresine yazmakta buldum. O da bana bu adresi verdi. Size ait 3 adet e-posta adresi var elimde. Yıldız Tek-nik'teki, Yale'deki ve "usa. net" servisindeki E-posta adreslerinin hiçbiri çalışmıyor. Neyse ki en sonunda doğru adresi bulduğumu zan­nediyorum. Herşey 15 gün evvel 'Türk Aynştaym" adlı kitabı oku­mamla başladı, öyle ki gerçek bir serüven başladı. Kitabı bir solukta
412

okudum. Sizden daha önceden belli belirsiz haberim vardı. Eski bir Bilim & Teknik okuruyum. Orada görmüştüm. Ama kitaptaki kadar bilgiyi asla bilmiyordum. Ben 24 yaşındayım. Ve yaşıtlarımın çoğu sizden haberdar değiller. Sizin gibi birinin varlığından bile haberleri yok. O yüzden benim daha önceden sizden haberimin olması bile önemli birşey kendi adıma. Çünkü kitapta da bahsettiğiniz gibi adeta ilginç bir şekilde insanın sizden haberinin olması için ayrıca gayret göstermesi gerekiyor. Bu nasıl iştir anlamak mümkün değil. Adeta saklamışlar sizi, yıllarca bin bir çabayla. Bunu kitabı okuduktan sonra daha iyi anladım.
Kitabı bitirir bitirmez bilgisayarımın başına oturdum ve o an­ki duygusal anımla hakkınızda bir yazı yazdım. Bu yazıyı e-posta listemdeki 15 kişiye yolladım. Sonra ne mi oldu? İnanılmaz birşey oldu. Yazı günden güne yayılmaya başladı. Kontrolsüz, ve çığımdan çıkmış bir şekilde. Öyle ki tanıdığım insanlar yazıyı beni hiç tanıma­yan insanların bilgisayarlarında okuyorlar, bana hiç tanımadığım in­sanlardan takdir ve teşekkür yazılan geliyordu. Amerika'daki arkadaş­larım, onlara hiç tanımadığı insanlardan benim yazınını geldiğini söyleyerek bana teşekkür diyorlardı. Dahası, orduya ait komutanlık­lardan birisinin bir diğerine "gençlere güveniyoruz" diye benim yazı­mı yolladığını öğrendim Şaşırdım. Sevindim. Heyecanlandım. Aile­min fertleri ile yeni tanışanlar "siz yoksa su yazıyı yazanla akraba mısınız?" gibi sorular sormaya başladılar. Bu benim için, sıradan bir üniversite öğrencisi için ne kadar inanılmaz bir şeydi tahmin edebili­yor musunuz? Sadece bilgisayarının başına oturup bu yazıyı yazıp 15 kişiye yollayan bir insan şu andaki tahminlere göre 10000 kişinin üzerinde bir kitleye ulaşmış görünüyor. Bazı internet siteleri yazıyı ilk sayfalarından yayınlamaya başladılar. Bu yazının daha da çok kişiye ulaşacağını gösteriyor. Kitabı okuduğumda sizi çok sevdim. En çok bu kadar temiz bir şekilde yurdunuzu sevmenizi sevdim. Sizi o kadar sevdim ki, kitabın son büyük paragrafını okumayı bitirdikten sonra gözlerim doldu. Kitabınız ve fikirleriniz hayatımı, planlarımı değiştir­di, bana güç verdi. İçimde varolan tüm rahatsızlıklara şekil verdi, onları bir oluşum ve plan haline getirdi. Bana çok ama çok şey katti. Ben o kitabı okuduktan sonra tanıdığım herkese o kitabı okutacağıma söz verdim. Ve oturdum o yazıyı yazmakla başladım. İstanbul'a gel-
413

l

diğim bir zaman sizinle tanışmayı çok istiyorum. Yazıyı biraz geç de olsa size yolluyorum. Ama olan bitenden sizin de haberiniz olsun istedim.
En derin saygılarımla
* * *
Hocam selamlar,
Ben....... fen lisesi lise 2. sınıfta okuyan .... Sizi söyleşi kita­
bınız "Türk Aynştaynı" ile tanıdım. Ve bilime özellikle doğa bilimle­
rine ve matematiğe aşık bir öğrenci olarak, meslek seçimim de size
danışmanın çok uygun olacağını düşünüyorum. Eğer vakit ayırır, kısa
açıklayıcı bir cevap yazarsanız çok memnun olurum.
Hocam, şu an biz fen liselerinde ağır bir öğrenim programına tabiyiz. Ve meslek seçimi hakkında sevdiğimiz (ama gerçekten sevdi­ğimiz mesleklere yönlendirilmiyoruz). Tüm öğrenci arkadaşlar, revaç­ta hangi meslek varsa, daha doğrusu hangi meslekle "para kazanırız" diyorlarsa o mesleği tercih etmek istiyor. Yapacakları iş umurlarında değil sanki. Sanki yaşanılan boyunca seçecekleri yol önemli değil de 2. aşamada düşünülecek para önemli!
Hocam, ben fizik bilimine ve matematiğe çok bağlı bir öğ­renciyim. Ancak, bir üniversitenin salt fizik bölümüne girmeye korku-yorum! Çünkü, ne kadar araştırma, sizin deyiminizle yaratma keşfet­me tutkusu içinde olsam da korkuyorum! (bu arada ben bir arkadaşım­la bir araştırma projesi tamamladım-süper iletkenlerle ilgili- deü fizik bölümünün yardımlarıyla TÜBiTAK proje yarışmasına başvurduk) korkuyorum hocam çünkü ya istediğim yere gelemez, orada tıkılı kalırsam? Ben fizik öğretmeni olmak istemiyorum! Hocalarımın bana anlattıkları şeyi 20 senedir anlatıyor olmaları beni dehşete düşürüyor, ben daha yeniye ulaşmak istiyorum, ama hangi bölüme giderek? Han­gi üniversiteye giderek başarabilirim bilemiyorum. Fizikle ilgilendi­ğimden ve bambaşka bir bölüm (fen edebiyat fak. -fizik böl.) Seçmeye korktuğumdan aklımdan en yakın olarak elektirik-elektronik mühen­disliği bölümü geçiyor.
Çok vaktinizi aldım bile, buraya kadar okuduysanız ilginize minnettarım hocam, bana biraz öneride bulunursanız çok memnun olurum,Saygılar.
414

* * *
Selam dostun yücesine,
Hocam inşallah iyisinizdir. Gerçi gönül, erleri kötüler tara-findan hep rahatsız edilir. Ama onlara Allah tarafından bir gönül hu­zuru verilir ki huzura kavuşandan başkası bunu anlayamaz. Bu mille­tin evladan nasıl ki geçmişte matematiğin temel kuralları koymuş ve yüceltmişse (sinüs ve kosinüs vs.) Bundan sonrada bunu yapabilir. Yani, ahlak ve toplum kurallarını insanlığa tekrardan anlatabilir. Sizin dediğiniz gibi yeter ki kendini alçak milletler seviyesinde görmesin.
Selam ve selametle.
* * *
Sayın Oktay Amca;
Ben 16 yaşında,........... Anadolu lisesi 9. Sınıfında okuyan bir
erkek öğrenciyim.
öncelikle size ufkumu genişlettiğiniz için çok teşekkür ede­rim, meğer l ay öncesine kadar ülkemin sadece rüşvet yüzünden bir dar boğaza girdiğini düşünüyordum. Şu an babam Bye-Bye Türkçe'yi annem Türk Aynştaynı'nı ben ise Hedef Türkiye'yi okuyorum. Kitap­larınızı okuduktan sonra, kendimi Türkçe'yi doğru konuşma konusun­da eğitmeye çalışıyorum. İnanın kitaplarınızı okuduktan sonra yerim­de duramıyorum. Türkiye için bir şeyler yapmak istiyorum, çevremde 10 kişilik bir arkadaş kitlesini Türkçe'yi koruma konusunda eğittim ama hala, ne kadar dil döksem de durumun ciddiyetini anlamayanlar var! Eğer canınızı sıkmıyorsam size bir anımı anlatmak isterim; geçen gün servis okula gelip durduğunda şuayla servisten inmeye başladık yanımdaki çocuk arkadaki kızlara byeeee dedi kızlarda aynen tekrar, ben ise bütün bunlara kızıp "iyi günler" dedim; onlar ise sanki komik bir şey söylemiş gibi gülmeye başladılar nedeni ise bende niye byeee demiyormuşum! Böyle Türk olacağına olmasın daha iyi. Adım okul­da, faşistte çıka ama olsun, eğer biraz yabancıların oyunları bozulursa benim için kârdır. Size danışacağım daha etkili neler yapabilirim? Bu kadar sizi meşgul ettiğim için özür diler saygılarımı sorarım.
Deep not (bu da gençler arasında yeni çıktı üzülerek yazıyo­rum)
415

DİP NOT: Annemden duyduğuma göre, Haziran ayında Ege Üniversitesine geliyormuşsunuz, orada olacağım hocam.
* * *
/
Esselamu Aleyküm,
Hocam umarım yanlış adrese mektup yazmıyorumdur... Mer­
haba hocam, evvela kendimi tanıtayım ismim.................. , Kırgızistanlı-
yım....... üniversitesinde ilahiyat tahsili alıyorum son sınıftayım. Sizin
kitabınızı otobiyografiyi zevkle okudum faydalı çok şeyler edindim kendim ve gelecekte yapılacak hedeflerim adına. Çok teşekkür ede­rim. Sizinle bir çok konuda hemfikirim Bilime yaptığınız vurgu beni çok etkiledi. Ve sizden bir istirhamda bulunmayı istedim. Hocam biz Türkiye'de eğitim için Türk cumhuriyetlerden gelen gençler olarak sizinle bir söyleşi yapmak istiyoruz, yabancı devletlerde okumuş birisi olarak siz de bizim gibi zorluklarla karşılaşmışsınızdır, dolayısıyla yaşadığınız tecrübelerinizi ve engin fikirlerinizden faydalanmak istiyoruz. Bilim dünyasının eşiğini yeni atlamış olan gençlere eminim bir çok söyleyecekleriniz olmalı. Üstelik bu zor dönüşümler ve deği­şimler geçirmekte olan zamanda bunlar bence çok etkili ve faydalı olacak. Kendini dünyaya ispatlamış birisinin bizimle aynı havayı paylaşması eminim bir çok arkadaşımız için hayatlarında donum nok­tası olabilir. Biz Kırgızistanlı öğrenciler olarak kurulumuzu kurduk, beni de acizane başkan seçmişler. Ben de onlara nasıl hizmetler yapa­bilirim amacıyla kafamı yoruyorum. Bu yönde onları bilime teşvik amacıyla bilimsel konferans toplantılar, kültürümüzü tanıtmak ama­cıyla çeşitli kutlamalar düzenliyoruz, (...'dan bizim gündemi takip edebilirsiniz) dolayısıyla kafama sizi davet etme fikri geldi. Eğer uy­gun görürseniz bir 1-2 ay içinde organizasyon yapmak istiyoruz ve sizi davet etmek istiyoruz. Nitekim sadece Kırgızistanlı olarak değil bütün Türk cumhuriyetlerinden gelen talebeler için sizin tecrübe ve fikirlerinizden istifade etmeye mecburuz. Eğer hareketimizi uygun ve doğru bulursanız bize müsait olduğunuz zaman dilimlerini bildirirse­niz size Ankara'da Orta Asya misafirperverliği için kollarımızı sıva­maya hazırız, bununla da iftihar edeceğiz. Bize cevap verirseniz çok seviniriz. Vaktinizi aldım, hakkınızı helal edin...
Saygılarımla,
416

* * *
Çok değerli hocam,
Selam ve saygılarımı sunanın. Kıymetli zamanınızı alacağım için özür dileyerek başlamak istiyorum. Daha önce bir kaç defa ya­zışmış olsak da hatırlamanız için yine de kısaca kendimi tanıtmak istiyorum. Ancak kendimi daha açık bir şekilde anlatabilmek için izninizle kısa bir süre için tevazuyu bir kenara bırakmak istiyorum. 2001 yılında .... Üniversitesi Elektrik-Elektronik Mühendisliğinden mezun oldum. Elektrik-elektronik alanında çok başarılı çalışmalar yaptım. Fakülte 3. sınıfta bir sempozyuma katıldım. Çeşitli kurs ve seminerlere katıldım Halen denemeleri başarıyla yapılmış üç tane çok önemli projem var. Mezun olduktan sonra bir çok yerden iş teklifi aldım. Ancak alanımda akademik kariyer yaparak ülkeme daha büyük katkılar yapabileceğime inandığım için hiç birini kabul etmedim. Akademik çalışmayı seçmenin yorucu ve sıkıntılı bir yol olduğunu biliyorum. Ancak daha fazla insanın hayatim kurtaracak, kolaylaştıra­cak bir kapasiteye sahipken, bir yerde mühendis olarak çalışıp sadece kendi hayatimi kurtarmayı vicdanım kabul etmedi. Bu konudaki sıkın­tılara bir süre daha katlanmasam Allah'ın bana verdiği yeteneğe, ken­dime ve ülkeme ihanet etmiş olacağımı düşündüm. Bu nedenle şimdi­lik planlarımı bu düşünceme göre ayarladım. Şu anda .... yabancı diller okulunda "tarzanca" öğreniyorum, (ağzınıza sağlık gerçekten çok yerinde bir tabir.) Haziranda kurs bitecek.
Bu arada akademik kariyere nerede nasıl başlayacağımı dü­şünürken bir gün bana " Türk Aynştaynı" diye bir kitap hediye edildi. Merakla karıştırmaya başladım. Ve çok yoğun olmama rağmen hemen okumaya başladım. Kitabı kısa sürede bitirdim ama okuduklarımdan çok etkilendim. Zira bu herhangi bir şekilde kurgulanmış sıradan bir kitap değildi. Hayatin daha doğrusu Türkiye'de yaşadıklarımızın üstün bir akıl tararından yazıya dökülmüş bir özetiydi.
Bu kitabı okuyunca fakültede bazı hocaların, bütün basanla­rıma rağmen beni niçin süründürdüklerini anladım. Elimden tutup destekleyeceklerine, bölüm başkanının TÜBİTAK tarafından adıma gelen özel kurs davetiyesine niçin olur vermediğini anladım. Sizin gibi kendi kişisel zevk ve geleceğini değil de insanlığı, ülkeyi düşünmek isteyenlerin başına geleceklere nasıl hazırlıklı olmaları gerektiğini. Ve
417

daha çok şeyler. Samimi söylüyorum kitabınızı okuduktan sonra olan­lardan dolayı yılmadım, gözüm korkmadı, bunlar beni daha çok kış­kırttı. Kısaca kitabınızdan çok şey öğrendiğim gibi, anlamsız gibi gelen bazı uygulamaların nedenini de kavradım. Allah razı olsun.
Bundan sonra içimden sizinle görüşmek için kuvvetli bir arzu doğdu. Bu duygular içerisinde iken o günlerde Gazi Üniversitesi İleti­şim Fakültesinde bir konferans vereceğiniz haberini aldıra. Heyecanla bekledim. Konferans günü geldiğinde derse girmeyerek erkenden salona gelip sizi beklemeye başladım. Dikkatle ve ilgiyle dinledim sizi. Nasıl olduysa konuşmanız sırasında dikkatinizi çekmişim ve konferans bitiminde ayak üstü bir hal hatırdan sonra bana telefon ve mail adresinizi vererek görüşelim dediniz. Sizin gibi bir insanla bulu­şup tanıştırdığı için Allah'ıma şükür ediyorum.
Sizinle yüz yüze görüşeceğim günü iple çekiyorum. Geçen­lerde yurt dışından döndüğünüzü düşünerek aradığımda Ankara'dan ayrılmak üzereydiniz. Tekrar yurt dışına gideceğinizi söylediniz, gö­rüşmek nasip olmadı. Yurt dışından dönüşünüzde bir mail atarsanız hemen atlar gelirim. Size kendimi daha ayrıntılı anlatma fırsatı bulu­rum. İnanıyorum ki benim gibi yeteneklilerin elinden tutulursa ülke­miz çok şeyler kazanacaktır. Ama görüşemezsek bile sizi çok yakın­dan takip etmeye devam edeceğim.
Sevgili hocam, İlk fırsatta var olan bazı projelerim dışında si­zinle konuşmak istediğim diğer bazı konular kısaca şöyledir: Öncelik­le sizinle beraber çalışma şansım var mı? Değilse:
Türkiye'de mi yoksa yurt dışında mı çalışmamı önerirsiniz? Her iki durumda da hangi üniversitelerde master ve doktora çalışması yapmamı önerirsiniz? Bu konuda burs imkanları nasıldır? Ya da hem bir yerde çalışıp hem akademik kariyer yapma imkanı var mı? Değerli vakitlerinizi aldığım için gerçekten özür diliyorum. Bana tanışma fırsatı verirseniz çok memnun olurum.
Arzu ederseniz şimdiye kadar yaptığım çalışmaların kısa bir özetini mail yoluyla iletebilirim. En içten selam ve saygılarımı suna­rım. Allah'a emanet olunuz.
* * *
418

Selam ve selamet üzerinize olsun,
Hocam, beni o kadar bahtiyar ettiniz ki anlatamam Bir üstün insanla aynı düşünceleri paylaşmak hiç tatmadığım duygulan tattırdı. Ben, ... Evrenkenti'nde fizik bölümü 2. Sınıfında okumaktayım. Bu hazırlık sınıfı denen muzır dönemden bende geçtim. Hayatımın en salak dönemim yaşadığımı söyleyebilirim (neden acaba?!!!). Hocam, sizinle aynı duygulan paylaştığıma emin olabilirsiniz. Sizin 'Türk Aynştaynı' 'Bye-Bye Türkçe' 'Hedef Türkiye' adlı kitaplarını­zı okudum. Türkiye'yi seven biri olarak ve fiziğin verdiği bakış açı­sıyla Dediklerinizde ne kadar haklı olduğunuzu gördüm. Dil hakkın-daki tespitlerinizde ne kadar haklı olduğunuzu söylememe gerek yok­tur. Eğitimimin Türk dili ile yapılmasını var gücümle destekliyorum. Çünkü, ben hazırlık sınıfında ezberlemekten hiç düşünemiyordum. Sizin açıklamalı sözlüğünüzü bir türlü bulamıyorum. İstanbul'dan kitapçılar aracılığıyla 2-3 aydır sipariş veriyoruz, ama bir türlü elde edemedim. Benim için çok önemli. Çünkü frekansın ne anlama geldi­ğini bilmiyordum. Hocalarımız deneylerde 'frekansı artırmak lazım' dediklerinde bir şeyler üretemiyordum. Ama,frekansın titreşim sayısı olduğunu öğrendiğimde neler oldu anlatamam, Bundan dolayı, bu sözlük meselesini hallederseniz beni çok memnun etmiş olursunuz.
... 'ın.... ilçesine bağlı .... köyünden, buralara kadar gelerek ilim öğrenip devletime, milletime ve insanlığa faydalı biri olmak iste­dim (Allah nasip ederse). Selam ve selametle kalın
* * *
Sayın Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu,
İsminizi, bilimsel çalışmalarıma ve üstün basanlarınızı 1970'li yuların başından beri bilmekteyim. Ancak, Türk dili konusun­daki çalışma, görüş ve önerilerinizi "Bye - Bye Türkçe" ve "Hedef Türkiye" adlarıyla yayınlanan kitaplarınızı okuduktan sonra öğrendim ve bir vatandaşınız olarak gurur duydum. Benim de akademik öğrenim hayatimin başlangıç bölümü sizinkine çok benzemektedir. Bir farkla, öğrenim için seçilen ülke Almanya idi. 1970'li yılların ortalarına doğ­ru Türkiye'ye döndüm 1960 'h yılların sonlarına doğru, öğrenim gör­düğüm Berlin'de mühendislik ana dalının dışında amatörce bir uğraş olarak başladığım "eski futhark veya ilkel futhark" (elder futhark,
419



urnordiska runor) damgalan içeren taş yazıt ve belgelerinin çözüm araştırmaları, beni yılların zaman akışı içerisinde, sırasıyla Etrüsk, Libya, Sümer ve eski Anadolu dillerine kadar getirdi. Son beş yıldan bu yana ise, amatörce başlayan bu uğraş, temel uğraşım haline dönüş­tü ve "kayıp diller" olarak da vasıflandırılan bu dillerle ilgili yoğun dil çalışmalarının yolunu açtı. Yukarıda adı geçen tüm dillerin okunmuş ve çözülmüş olduğu, metinlerin dilbilgisi ve ses bilgisi açısından ana­litik olarak özümlendiği, bazı araştırmacılar ve bilim adanılan tarafın­dan iddia edilmektedir. Fakat ne kadar gariptir ki, bunların çevirileri yapılamamakta ve bu yazıtların hangi anlamı içerdiği hala bilineme­mektedir. Sümerce'nin araştırıcı babası sayılan Samuel N. Kramer tarafından "yapışkan" bir dil olduğu ifade edilen ve ne İndo-Avrupasal ve ne de Sami kökenli dil öbeklerine sokulamayan, bilim çevrelerince "nev-i şahsına münhasır" olarak vasıflanan Sümerce'yi, J. Haloran isimli ABD'li bir bilim adamı inatla hiçbir dil öbeğinde görmemekte ısrar etmiş ve bu dili ses değerlerinden yola çıkarak 15 yıldan beri analitik yöntemle çözmeye çalışmış, sonuç alamayınca, bu kez Sümerce'yi "icat etme, yaratma" yöntemiyle çözme yolunu tercih etmiştir, (the proto-sumerian language ınvention process). Bazı bilim çevrelerine göre, Sümerce ancak 2030 senesinde tam olarak okunup anlaşılabilecektir.
Etrüskçe ve Likçe dillerinde de durum benzerdir. İlkini M Palottini bilgisayar ortamında mukayeseli semantik yöntemle, ikinci­sini de Stoltenberg İndo-German etimolojik yapı taşlan yöntemiyle katletmişlerdir. Eski futhark'ın basma gelenler ise bunlara çok ben­zerdir fakat tam anlamıyla yürekler acısıdır. Bu diller üzerinde araş­tırma yapan bütün bilim adamları, oy birliği etmişçesine bu dillerin Indo-Avrupasal kökenli olduğunu ifade etmekte, ancak dilleri çöze-memektedirler. Babayev isimli bir Rus bilim adamı bu dillerin dilbil-gisini İndo-Avrupasal analitik yöntemle tekrar kurduğunu irade et­mektedir. Ancak, ne gariptir ki, bu diller günümüzde dahi hala okunup metinleri anlaşılamamıştır
Yukarıda adı geçen tüm diller gerek dilbilgisi ve gerekse ses bilimi ve anlam bilimi açısından Ural-Altay, hatta daha da kesin ola­rak söylemek gerekirse Altay dil öbeğine girmektedirler. O kadar ki, ifade tarzı açısından bu dillere özgü biçimlemeler ve kısa ifadeler bu
420

dillerin ana yapısını oluşturmaktadırlar. Günümüzden yaklaşık 5000 yıl önce ses değerlerindeki b<>v, doy , r<>1 kaymaları bu dillerin konuşulduğu zaman aralıklarına uygun olarak ve dillerin tümünde kendini göstermektedir. Temel olarak eski Uygur Türkçesi, ve Kaşgari'nin Divan-ı Lügat-it Türk'ünde adı geçen Türk lehçeleri ve özellikle eski Oğuzca ile inanılmaz benzerlikler göstermektedirler.
ABD'de unutulmuş bulunan ilkel lenni lenape/delaware dilini ve Oklahoma Runik yazılarında kullanılan dili de bu diller çerçeve­sinde görmek olasıdır. İlk kez İstanbul doğumlu Rafinesque tarafından algonkin/lenape/delaware dilleri kaynaklı ve yok edilmekten arta kalan bazı kabilelerin ozanlarından sözlü olarak alınıp önce kendisi ve daha sonra da Daniel G. Brinton tararından ABD İngilizcesi ses değerleriyle yazıya geçirilen valam olum destanı, bütünüyle bu dillerin ve bu dillerden gelen ulus dil mantığının bir ürünüdür. Bu destanda da bu mektubumun akışı içerisinde bahsi geçecek olan aynı "göksel kaza" dan söz edilmektedir. Çalışmalarımın ana hatlarını, fikir alabilmek acısından Türkiye' de ve dışarıda bazı çevrelerin tartışmasına açmak istedim. Gerek içerde ve gerekse dışarıda aldığım tepkiler çoğunlukla olumsuzdu. Hatta bu dillerin ana kökünün Türk lehçelerinin şimdiki belkemiğini oluşturan bir "ilk-ilk-dil"e dayandığı, tüm dillerin bir "başlangıç dili'nden kaynaklandığı, ancak dillerin bir ulusun mantık yapışma uygun olarak değişebileceği ve gelişebileceği, Türk dilini bu gün konuşanlar ile "ilk-ilk-dili" konuşanların aynı dil mantığına sahip oldukları, hatta aynı ulusun bireyleri olabilecekleri, çünkü bu dillerin ortak karakterinin semantik eşdeğerli ve "yapışkan dil" nitelikli olduğu iddialarım kanıtlar göstermeme rağmen tepkiyle karşılandı. Bunun üzerine yaptığım ek çalışmalarla dillerde zaman içerisinde ses değerlerinde aşınmalar veya değişiklikler meydana gelerek, gereksinimlere göre sözcüklerin vurgu, dalgalanmalar etkisiyle ön plana çıkarak dilbilgisi kurulusunun değişebileceği, bunun örneklerinin olduğu ve hatta ifade veya sözcüklerin yapılarında "ters­yüz" (palindrom) mantığının da rol oynayabileceği, böylece çok eskiye varan bir geçmişte bu "ana dilden İndo-Avrupasal veya Sami dil mantığı türeyebileceği iddialarım gülünç bulundu. Özellikle "Altay" kökeni alaya alındı, eleştirilerde hakarete varan ifadeler bile kullanıldı. (ABD kökenli bir dil uzmanı, bu tür bir başka çalışma için, "bunlar o kadar asılsız iddialar ki, bir taşın üzerindeki yazıyı Bul
421



taşın üzerindeki yazıyı Bill Clinton olarak okuyabilirseler hiç şaşma­yın" diye yazmıştı). İçeride ve dışarıda bilim adamlığına soyunmuş bir tür "bilim mafyası" ile baş etmenin kolay olmadığını anlayarak, sus­maya ve çalışmalarımı şimdilik kendim için saklamaya karar verdim.
Kitaplarınızı okuduktan sonra görüşlerinizin yalınlığı ve an­laşılabilirliği, kesinliği ve yapıcılığı, düşünce silsilesinin berraklığı ve bilimsel, açıdan her türlü fikre karşı gösterilen esneklik beni cesaret­lendirdi. Otopsi Yayınları'ndan e-posta adresinizi âldım. Yukarıda belki de sizin için çok fazla ilginç olmayan uzunca bir metni yaptığım çalışmalarımın ana özeti olarak yazdım. Bunlar esas olarak, aşağıda bahsetmek istediğim ana konu silsilesinin ön hazırlık metni niteliğin­dedir. Yukarıda adı geçen dillerde yazılmış olan tüm belgelerde bir tür "göksel felaket'ten ve bunun yeryüzü üzerindeki korkunç etkisinden bahsedilmektedir. Tüm metinler söz birliği etmişçesine, bu olayı an­latmaktadırlar. Bunların bazıları doğrudan doğruya bazıları ise örtülü olarak dile getirilmektedir. Hatta bazı metinler, birkaç "katman" ha­linde kaleme alınmışlardır. Genelde bilgisayar ortamı olmadan bu zeka ürünlerinin nasıl ortaya çıktığı anlaşılmaz niteliktedir. Lütfen sanmayınız ki, yukarıdaki ifadelerimde Immanuel Velikovsky ekolü­nün "felaket kuramları"nı dile getirmeye çalışmaktayım. Tam tersine, Velikovsky'nin belli etkiler alanda birtakım astrofizik düzen ve yasa­larını yorumlaması gerçek verilere dayansa bile kanunca olasılıklar açısından zayıf bir kuramdır. Kendisinin de Kabbala hahamlarının ana felsefesi olan "felaketi bekleme ve kurtarıcı arama" ilkesinin etkisinde kalması doğaldır. Zaten semavi dinler, hatta bütün dinler doğal bir felaketin eşiğinde olduğumuzu ifade eder. Dolayısıyla insanların da tüm beklentileri buraya doğru yönlendirilmiştir. Ancak hiçbir din bunun bilimsel olarak sebep-sonuç ilişkisinden, niçin, nerede ve ne zaman olacağından bahsetmez veya bahsedemez.
Halbuki söz konusu metinler açık olarak ve çok düzgün ta­nımlamalarla, iç gezegen istemimizdeki çok önemli bir olayı anlat­maktadırlar. Olay bir tür yarış veya çekişme sonucu meydana gelen büyük çapta bir göksel kazadır. Metinlerdeki ifadeler, tanımlamalar, betimlemeler yer ve kişi isimleri Türkçe'nin de anası olan "ilk-ilk-dil" de verilmiştir. Söz konusu olay, bugünkü adıyla Merih (metinlerde: lahmu, adn, mareh, talmunmengü, alai) ve onun uydusu phobos

422

(Etrüskçe metinde: udhu kemi [uydu gemi]) ile ilgilidir. Ay (akai) da bu kazadan nasibini almıştır. Bu kazanın en büyük kaybı nibiru, enübürü, agasena isimli ana uzay cismidir. Etrüsklerin kendilerine Rasna (Urasena, kurt insanları veya diğer sözcük anlamı "asık duran alta bağlantı") adını yakıştırmaları çok ilginçtir. Enübürü sözcüğün-deki bürü=börü Türkçe'de "kurt" anlamında, agasena tam sözcük anlamıyla "asılı duran yüce bağlantı" ve "asena" Türkçe'de " göksel dişi kurt = kök börü" anlamındadır. ABD ve Rusya'nın yaptığı uzay araştırmalarında Merih ve uydularının ilgi odağı olduklarını biliyoruz Bu konuyla ilgili olarak iki önemli şeyi daha söylemek gerekirse bun­lardan ilki, (NASA'nın belli bir şeyi bilip bilmediği, veya gerçeği sakladığı bir kenara bırakılırsa), Richard Hoagland'ın 1996 yılında Clinton'a bir mektup yazarak Merih'te tuhaf bir şeyler olduğunu söy­leyen ve Merih'in, özellikle de cydonia bölgesinin biran evvel ve behemehal araştırılması için NASA'ya tekrar görev verilmesini sağ­lamasını, bunun ABD'nin ülke çıkarları için gerekli olduğunu bildir­mesi ve ikincisi de Rusların phobos-ıı araştırma istasyonunun phobos'tan resim yollarken garip bir şekilde yok olmasıdır.
Metinler galak (gök, sema) veya galakesi (genleşen gök, u-zay) içinde mul (göğün temeli, rahu, gök cismi) veya muleke (gök cismi kurmak, yapmak, meydana getirtmek, yörüngeye oturtmak) kavranılan ve diğer teknik terimlerle, ya sistemde mevcut olan uygun gök cisimlerinin veya sisteme "ithal edilen" uygun nitelikte gök cisim­lerinin "doğurtulması" ile yeni gök cisimleri, gezegenler veya uydular "yaratılması", ve bunları izleyen değişik yöntemlerle bu gök cisimle­rinin yaşanabilir ortama dönüştürülmesi ile ilgidir. Adı gecen göksel kaza bunun gerçekleşmesi için yapılan bir "yarışma, müsabaka, (me­tinde: itişme)" sırasında meydana gelmiş, Merih ve ay büyük çapta ve. onarılamaz biçimde tahrip olmuş, dünya atmosferi yara almıştır.
Yukarıda özet olarak bahsedilen kaza, bu "ilk-ilk-dil"i konu­şan ve bu işlerin uzmanı olan zeki galaktik atalarımız ve onların "taşe­ronları" tarafından gerçekleştirilmiş veya gerçekleştirilmeye çalışılmış ve kriptolanarak yazıya dökülmüş, bizlere kadar ulaşmıştır. Yaptığım öğrenim itibariyle matematik, astronomi, astrofizik, mekanik ve dina­mik konularında okuduğumu anlayabiliyor ve genel anlamda bilimsel yayınlan izleyebiliyorum. Ancak yukarıda adı geçen konuda etkin ve
423

sonuçlara ulaşabilecek bilimsel bir araştırma yapabilecek ve genel bir model oluşturarak kuramı kanıtlayacak imkan ve yeteneklere sahip değilim. Asıl sorunum ise sudur Tek kaynağım olan yazılı belge ve kanıtlarımı teşkil eden bakır ve demir çağı dilleri uluslar arası bilim çevrelerince "kayıp diller" kategorisine sokularak yok veya henüz deşifre olmamış sayılmakta ve bunların üstelik Altay kökenli diller öbeğinde olduğunu iddia ettiğim için de bu durum kuramın en zayıf halkasını oluşturmaktadır.
Sayın Hocam, Sümerlilerin duranki veya turanki ifadesi ev-ren-yeryüzO birliğini anlatır. Aynen mikro ve makro evren gibi. Eski Mısır ve eski Mezopotamya'da bu felsefeye göre mikro evrende ne varsa makro evrende de onun ikizi vardır; buna göre de aynı yasalar geçerlidir. Anu (evren) ne ise ki (yeryüzü) onun kopyasıdır. Bir adım daha ileri gidersek, atomar veya moleküler yapı taşlan da birer muldur. Bu bakımdan çalışmalarınızın makro evren için de geçerli olduğuna inanıyorum. Dil çalışmalarımla ilgili olarak verdiğim bu bilgiler ışığında, esasta kuramsal olarak herhangi bir gezegen siste­mindeki gök cisimlerinin yoğunluk, kütle, dönüş hızlan, yörünge ve çekim güçlerinin değiştirilerek, bu sisteme yeni gök cisimleri eklen­mesinin veya koparılmasının, varolan sistem üzerinde ne gibi etkilere yol açabileceği konusunda mikro evrendeki yasaların geçerli olup olmadığı hakkındaki temel görüşleriniz, çalışmalarımın ana kanıtını oluşturabilecektir. Eğer bu yasalar geçerli ise, bu takdirde bu yasalar­dan yola çıkarak geçmişteki "göksel kaza"nın matematiksel bir modeli kurulabilir. Bundan elde edilebilecek sonuçlar, çalışmalarının salt dil konusunda olduğunu sanan benim için de çok şaşırtıcı olacaktır.
Bu uzun ve sıkıcı mektubu okuduğunuz için ayrıca teşekkür ediyorum. Ayrıca, şunu da belirtmekte yarar görüyorum. Şimdiye kadar hiçbir siyasal partinin üyesi veya siyasal görüşün temsilcisi olmadım. Ben de sizin gibi sadece Türkiye partiliyim. Yoğun çalışma temponuzun izin verdiği ölçüde, sizi ziyaret ederek şahsen de tanış­mayı yürekten diliyorum. Yukarıda kısaca açıklamaya çalıştığım "göksel kaza" ile ilgili bilgileri ilk kez yazılı olarak ve size gönderiyo­rum. Bu bilgileri şimdilik kendi özel arşivinizde muhafaza etmenizi rica ediyorum. Saygılarımla.
24. 03. 2002

About irFaN DeRiN GüNDeM

Hi there! I am Hung Duy and I am a true enthusiast in the areas of SEO and web design. In my personal life I spend time on photography, mountain climbing, snorkeling and dirt bike riding.
«
Next
Sonraki Kayıt
»
Previous
Önceki Kayıt

1 yorum:

betül dedi ki...

merhaba ben daha 13 yaşındayım ve filim çekmeye hefesim var bir filim çektim bu filmi yaparken büyüklerimdende yardım aldım sizce bu filmi internette nasıl yayınlarım lütfen yardım edin

KÜRT ACILIMININ TÜM DESiFRESi

iYi iZLE AKP TÜRKiYEYi BÖYLE SATIYOR _______________________________________________________________________ OLASI BiR iSTANBUL DEPREMi OLURSA AMERIKA TÜRKIYEYI ISGAL EDER